Kayıtlar

Dünya Hayatı

  Dünya Hayatı Cenâb-ı Hak buyuruyor: “Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sâhibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Âhirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızâsı vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” (Hadîd, 20) Rasûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem buyurdular: “Dünya ile benim durumum nedir, benim dünya ile ilgim bir yolcunun durumuna benzer; o yolcu sıcak bir günde bir ağacın gölgesinde durup gölgelenir, sonra o gölgeyi bırakıp yoluna devam eder.” (Tirmizî, Zühd 44; İbn Mâce, Zühd 3; Müsned, I, 391.) Dünya hayatı aldatıcı geçimlikten başka bir şey değildir. Yâni dünya, yok olması çok çabuk olan cam ya da çini gibi maddelerden sayılabilecek bir metâdır. İnsan tabîatı önce ilk gördüğüne meyleder. Ama onu alıp f

Mağrur Olma!

Mağrur Olma! Cenâb-ı Hak buyuruyor: “Hiç şüphesiz Allah, onların gizleyeceklerini de açıklayacaklarını da bilir. O, büyüklük taslayanları asla sevmez.” (Nahl, 23) Rasûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem buyurdular: “Hiçbir kimse yoktur ki onun başında biri yedinci kat göğe giden, diğeri yerin yedinci katına doğru giden iki zincir bulunmasın. Kişi tevazu gösterdiğinde, Allah onu yedinci kat semadaki zincirle yüceltir. Kibirlendiğinde ise yedinci kat yerdeki zincirle alçaltır.” (Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, VII, 158) Küçük bir fâre kocaman bir devenin yularını kapmış, eline almış, kurula kurula gidiyordu. Deve, kendi huyu, uysal tabiatı yüzünden, onunla yol alıp giderken fâre, kendi küçüklüğünü göremeden: “–Meğer ben ne müthiş bir pehlivanmışım, develeri sürükleyebilecek bir yiğitmişim!” diye böbürleniyordu. Gide gide bir nehrin kenarına geldiler. Nehri gören fare, kibrinin şaşkınlığı içinde donup kaldı. Onun kibrinin farkında olan deve ise, mânidâr bir şekilde:

Aldı, Bağrına Bastı, Ağladı

Aldı, Bağrına Bastı, Ağladı Bir Saliha kadın vardı. Bir gün ekmek pişirmek için tandır yaktı. Tandır, tamam yandı ve kızgın hale geldi ki, öğle namazı vakti oldu. O kadıncağızın, henüz emzikte bir çocuğu vardı. Yavrusunu bir kenara koydu, gitti abdest aldı ve namaza durdu. Kadın, namaz kılarken, oğlan sürtüne sürtüne tandırın kenarına vardı. Kadın, gözünün ucuyla çocuğunun tandırın kenarına kadar geldiğini fark etti amma, namazda olduğu için ilgilenmedi, namazını bozarak yavrusunun yardımına koşmadı. Namazı kılıp bitirdiği zaman gördü ki, yavrusu tandıra düşmüş ve o kızgın tandırda ateşin tam orta yerinde kendi kendine oynayıp duruyor, bir kılına bile zeval gelmemiş. Aldı, bağrına bastı, ağladı ve Allah’ü Teâlâ’ya şükrederek evinin işleriyle uğraşmağa devam etti. Gördünüz mü? O kadıncağızın sabrı ve tevekkül ü teslimiyetiyle Hak Teâlâ yavrusunu nasıl esirgedi ve ateşte yakmadı. Şu halde, Allah’ü Teâlâ’nın kazasına sabredeceğiz ki rızasına ve nimetine erişebilelim. Zira

Sabır Çanağı Taştı!

Sabır Çanağı Taştı! Sabırla ilgili çok meşhur bir deyim vardır, sabır çanağı taştı, diye. Hikâyesi ise şöyle; Zengin bir adam genç yaşta ölmüş. Karısı da bir yıl sonra ölünce, mallarının tek varisi olan küçük kızlarına amcası vasî olmuş. Amcası, yengesi ve oğulları, yetim kızcağızın hem mallarını yerler hem de hizmetçi gibi davranırlarmış. Bütün ev halkının ayrı ayrı tafralarını çeken, hakaretlerine hedef olan bu yavru, sık sık dayak yermiş. Halini kimselere anlatmasını beceremez ve hiç kimse ile konuşturulmayarak çamaşır, bulaşık, ortalık temizliği mutfak işleri gibi adi hizmetlerde çalıştırılırmış. Kabahati olsun olmasın her gün dövülerek korkutulurmuş. Tavan arasındaki odasında geceleri geç vakitlere kadar ağlayan kızcağız, bir gece rüyasında Peygamber Eyüp Aleyhisselâm’ı görmüş. Rüyasında Eyüp Aleyhisselâm, bu kızın derdini dinlemiş, sırtını sıvazlamış, onu teskin ve teselli etmiş, sabır tavsiye ederek kendisine bir çanak vermiş. —Bak yavrum, bu çanağı giz

Ey Doğruların Yardımcısı Olan Allah’ım!

Ey Doğruların Yardımcısı Olan Allah’ım! Gencin birisi Kâbe’de hep, “— Ey doğruların yardımcısı olan Allah’ım, Ey haramdan sakınanların yardımcısı olan Allah’ım, sana hamdü sena ederim!” diye dua eder. Bu durum herkesin dikkatini çeker. Birisi: “— Neden hep aynı duayı yapıyorsun, başka bir şey bilmiyor musun?” der. O da anlatır: Yedi sekiz sene önce yine Be’de iken içi altın dolu bir torba buldum. Tam bin altın vardı. İçimden bir ses: “— Bu altınlarla, şunları şunları yaparsın” diyordu. Hayır dedim kendi kendime. Bu benim değil. Başkasının malı, kullanmam haram olur dedim. Bu sırada birisi “— Şöyle bir torba bulan var mı?” diye bağırıyordu. Çağırdım onu. “— Nasıl bir torbaydı? İçinde ne vardı?” diye sordum. Torbayı tarif etti ve “— İçinde bin altın vardı” dedi. “— Torban burada.” diyerek verdim. Adam torbayı açıp bana otuz altın verdi. Pazara gittim. Temiz yüzlü genç bir esiri överek satıyorlardı. Gencin temizliği dikkatimi çekti. Yanlarına gittim, “— Bu köle i

El Kârda, Gönül Yârda…

El Kârda, Gönül Yârda… Nakşibendiyye yolu büyüklerinden, Şah-ı Baheddin Nakşibendi Hazretlerinin Halifesi Muhammed Parisa Hazretleri, Müridanıyla Hacca gitmişler… Resülullah Sallallahü Aleyhi Vesellem’i ziyaret amacıyla Medine-i Münevvereye vardıklarında çarşıda gözleri bir gence ilişir. Ticaret yapmakta ve bir hayli altın kazanmaktaymış. Birde kalbine nazar edelim demişler. Gencin kalbi Allah’ı zikir halinde “— Allah! Allah!” , dediğini mana gözüyle gören, Muhammed Parisa Hazretleri, İhvan-ı Kiram’a dönerek; “ — El Kârda, Gönül Yârda” buyururlar. Mekke-i Mükerreme’ye geçilmiş. Kâbe ziyareti sırasında, Kâbe örtüsüne yapışmış Piri Fani ihtiyar ağlamaktaydı. “— Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem.” der ve adamın hâline gıpta eder. Kalplerinde nazar ettiklerinde Allah’tan dünya nimetlerini talep ettiğini görmüşler. Meğerse ihtiyar kişi Allah’tan dünyalık istemekteymiş. Muhammed Parisa Hazretleri yine müridana döner.             

Bu da geçer Ya Hû!

Bu da geçer Ya Hû! ‘Bu da geçer Ya Hû’ sözünün aslı bundan bin kusur sene önceye, Bizans dönemine uzanır. Bizanslılar, fena bir işe uğradıkları zaman ‘Bu da geçer’ manasına gelen ‘k’afto ta perasi’ demektedirler. İbare, Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer; ama Farsçalaşıp ‘in niz beguzered’ olur. Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip ‘Bu da geçer!’ yapılır. Derken, tekkelerde ve dergâhlarda da benimsenir ve sonuna ‘Ya Allah’ manasına gelen bir ‘Ya Hû’ ilave edilip ‘Bu da geçer Ya Hû’ haline gelir. Bu da geçer ya Hû! Hikâyesi Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara, kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar. Köylüler, kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini salık verirler. Derviş yola koyulur, birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından, Şakir’in bölgenin en zengin kişilerind

Her Müslümanın Günlük Yapması Gereken 14 Salih Amel

Her Müslümanın Günlük Yapması Gereken 14 Salih Amel İslam, dünyadan ve insanlardan uzak yaşamayı teşvik etmez. İslam, toplumlara indirilmiş bir dindir. Bu sebeptendir ki, Müslümanlardan birbiriyle ilgilenen ve yardım eden, erdemli bir toplum oluşturmasını ve bunun için çalışmasını bekler. İslam’ın beraberinden getirdiği bütün öğretiler insanların hayatlarını olumlu yönde değiştirebilmesi ve daha iyi bir şekilde yaşayabilmeleri içindir. Bu ilkeler, insanın hayatını daha da güzelleştirebilmesi için kâfidir. Aşağıda, hayatımızı daha güzel hale getirecek, değiştirecek 14 salih amel bulunuyor. Bu salih amellere geçmeden önce, kişi neden salih amel işlemeli onu bir düşünmelidir. Buna cevabı Kur’an’da Allah (subhanehu ve te’ala) vermektedir. “Erkek veya kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.” (16/Nahl 97) Ayetten de anladığımız üzere, Allah (subhanehu ve te’al

Bu Ne Sabır?

Bu Ne Sabır? Lokman Hakîm, zengin bir adamın kölesiydi. Bir gün Lokman Hakîmin efendisine hediye olarak bir meyve getirdiler. Efendisi, Lokman Hakîmi sevdiği için, onu çağırdı ve meyveyi kesip ona bir dilim verdi. Lokman, o dilimi bal gibi, şeker gibi yedi. Hem de öyle lezzetle yedi ki Lokman'ın efendisi, ikinci dilimi de kesip sundu. Böyle, böyle meyveyi tekmil yedi; yalnız bir dilim kaldı. Efendisi “Bunu da ben yiyeyim; bir bakayım, nasıl şey, herhalde tatlı bir meyve!” dedi. Çünkü Lokman, öyle lezzetle, öyle zevkle, öyle iştahlı yiyordu ki görenlerin de iştahı geliyordu. Efendisi o dilimi yer yemez meyvenin acılığından ağzını bir ateştir sardı, dili uçukladı, boğazı yandı. Bir eyyam acılığından adeta kendisini kaybetti. Sonra Efendisi: “A benim cânım, böyle bir zehri nasıl oldu da tatlı tatlı yedin, bu ne sabır? Niçin ben yiyemem demedin?” dedi. Lokman dedi ki: “Ey marifet sahibi efendim! Elinle sunduğun bir şeye nasıl olur da "bu acıdır!" diyebil

Özlenen Gün Gelecektir!

Özlenen Gün Gelecektir! Çin Bambu ağacının yetişmesi, olumlu ısrar için güzel bir örnektir. Çinliler bu ağacı söyle yetiştirir: Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir. Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz. Tohum yeniden sulanıp gübrelenir. Bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışına filiz vermez. Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir. Fakat inatçı tohum bu yılda da filiz vermez. Çinliler büyük bir sabırla beşinci yılda da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler. Ve nihayet beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır. Akla gelen ilk soru şudur: Çin bambu ağacı 27 metre boyuna altı hafta da mı, yoksa beş yılda mı ulaşmıştır? Bu sorunun cevabi tabii ki beş yıldır. Büyük bir sabırla ve ısrarla tohum beş yıl süresince sulanıp gübrelenmeseydi ağacın büyümesinden hatta var olmasından söz edebilir miydik? Bir başarın

Benim On Yılda Geldiğim Yere, Sen İki Ayda Gelmeye Çalıştın

Benim On Yılda Geldiğim Yere, Sen İki Ayda Gelmeye Çalıştın Kavağın yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisi ile müthiş hızla büyümüş ve neredeyse, kavak ağacıyla aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa: -   Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç? -   On yılda... Demiş kavak. -   On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak. -   Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak. -   Doğru! Demiş ağaç. “Doğru! ” Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak, önce üşümeye başlamış sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış… Sormuş endişeyle kavak ağacına: -   Neler oluyor bana, ey kavak ağacı? -   Ölüyorsun... Demiş, kavak. Kabak ağlayarak: -   Niçin? Diyerek devam ettirmiş sorusunu… Kavak ağacı: -   Benim on yılda geldiğim yere sen iki ayda gelmeye çalıştığın için...

İbn Atâullah el-İskenderî’den Hikmetler

İbn Atâullah el-İskenderî Rahmetullahi Aleyh Hazretlerinden Hikmetler Şeyh, Muhakkik İmam Ebu’l Fazl Ahmet b. Muhammed b. Abdulkerim b. Atâ­ullah el- İskenderiyye buyurdu ki; 001-   Hataya düşme durumunda recânın (ümidin) noksan oluşu, amel ve ibâdete güvenmenin alâmetlerindendir. 002-   Bir taraftan senin için tayin ve kefil olunan şey için çalışıp-çabalaman; diğer taraftan ise senden yapılması istenen ibâdetler için kusur ve tembellik yapman, kalp gözünün kör olduğuna bir delildir. 003-   İbâdetler, ayakta duran bir takım şekil ve sûretlerden ibarettir. Bu şekillerin rûhu ve özü ise, kendilerinde bulunan ihlâsın sırrıdır. 004-   Varlığını bilinmezlik toprağına göm. Çünkü gömülmeyen şey bitmez. Bitse de netice itibariyle tam olmaz. 005-   Dünyanın ve maddenin şekilleriyle aynası kirlenmiş olan kalp nasıl parlar? 006-   Şehvetleriyle bağlanmış olan kalp Allah’a doğru nasıl yol alır? Gafletlerin kirinden temizlenmemiş olduğu halde Allah’ın huzuruna girmeyi nasıl arzu