Kayıtlar

Şair etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Vuslat

Vuslat   Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar, Ömrün bütün ikbalini vuslatta duyanlar, Bir hazzı tükenmez gece sanmakla zamanı, Görmezler ufuklarda, şafak söktüğü anı...   Gördükleri rüya ezeli bahçedir aşka; Her mevsimi bir yaz ve esen rüzgârı başka. Bülbülden o eğlencede feryat işitilmez; Gül solmayı; mehtap, azalıp gitmeyi bilmez...   Gök kubbesi her lahza, bütün gözlere mavi... Zenginler o cennette fakirlerle müsavi; Sevdaları hülyalı havuzlarda serinler, Sonsuz gibi, bir fıskiye ahengini dinler.   Bir ruh, o derin bahçede bir defa yaşarsa Boynunda O'nun kolları, koynunda O varsa, Dalmışsa O'nun saçlarının rayihasıyla, Sevmekteki efsunu duyar her nefesiyle.   Yıldızları, boydan boya doğmuş gibi, varlık Bir mucize halinde o gözlerdendir artık. Kanmaz, en uzun buseye, öptükçe susuzdur Zira susatan zevk, o dudaklardaki tuzdur.   İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan... Bir sır gibidir az çok ilah olduğumuzdan. Onlar

Şiirlerim ve Şairliğim

  Şiirlerim ve Şairliğim   Şairliğim on iki yaşımda başladı. Bahanesi tuhaftır. Annem hastahanedeydi. Ziyaretine gitmiştim… Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter… Biti­şikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde . Ha­beri veren annem, bir ân gözlerimin içini tarayıp:   -Senin dedi; şair olmanı ne kadar isterdim!   Annemin dileği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hik­metimin ta kendisi… Gözlerim, hastahane odasının pencere­sinde, savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararı­mı verdim:   -Şair olacağım!   Ve oldum.   Ogün, bugün, şairliği küçük ve âdi hasisliklerin üstünde gören, onu idrakin en ileri merhalesi sayan ben, bu küçük ve âdi bahaneyi hiç unutmadım.   San’at ve hayat, san’at ve hakikat üzerinde fikri olma­yan, fikir tasası çekmeyen şair, bence, kuyruğu kıstırılınca ağlayan bir hayvancıktan farksız… Birbirine aykırı çift baştı bir mahlûk olan şai

Buldum

Bir an kayboldun gibi... Yaşadım kıyameti, Yoruldun ama buldun, ey kalbim emaneti…   Yeniden su yürüdü, dalıma yaprağıma, Bir bakışın can verdi, kurumuş toprağıma…   Çiçeğe durdu kalbim, içtim parmaklarından, Göz çeşmem suya erdi, sevda kaynaklarından…   Bir aydınlık denizin, sonsuz derinliğinde, Yüzüyorum gözünün, yeşil serinliğinde…   Bir ışık bir kelebek, biraz çiçek biraz kuş, Yeni bir ülke yüzün ellerimde kaybolmuş…   Soluğum bir kuş gibi, uçuyor ellerine Kapılıp gidiyorum, saçının sellerine…   Gözlerinden göğüme, sayısız yıldız akar, Bir gülüşün içimde, binlerce lamba yakar…   Bir kurtuluştur o an, çağrılsa senin adın, Sesin ne kadar sıcak, sesin ne kadar yakın…   Tabiat bir bembeyaz, gelinlik giymiş gibi, Yüzüme kar yağıyor, sanki elinmiş gibi…   Sensiz geçen zamanı, belli yaşamamışım, Sensizlik bir kuyuymuş, onu aşamamışım…   Bir yol buldum öteye, geçerek gözlerinden, İşte yeni bir dünya peygamber sözlerinden…  

Şikâyetname

  Şikâyetname   Fuzuli “Şikâyetname” (Selâm verdim rüşvet değildir deyi almadılar)   Halk arasında selâm için “Allah’ın selâmı” derler. -Yahu Allah’ın selâmını verdik, onu bile almadı diye serzenişte bulunurlar. Şair Fuzuli de ünlü mektubu Şikâyetname’ye “Selâm verdim, rüşvet değildir diye almadılar” şeklinde başlamış. Gelin geçmiş zamanın bu ünlü hikâyesini dinleyelim. 16. yüzyılın büyük Divan şairi Fuzuli, yalnız bir insandır. Onun şu beyitini çoğunuz bilirsiniz.   “Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge Ne açar kimse kapım bad-ı sabâdan gayrı” Demiştir.   Yani şair o kadar yalnız birisidir ki evinin kapısından içeri sadece sabah rüzgârı girmektedir. Çileli geçen bir ömür… Yalnızlık, yoksuzluk, kimsesizlik onun için kader olmuştur. Hâlbuki Fuzuli, ana dili Türkçe dışında Arapçaya ve Farsçaya o derece hâkimdi ki üç dilde de divan sahibi olacak kadar… Her üç dilde de oldukça güzel şiirler yazıyordu ama bunlar, o devirde onun geçim sıkıntısını aşmasına yetmedi

Şairin Kaybedişi

Resim
Şairin Kaybedişi  Felluce’de ABD ve İsrail askerlerinin katliamı devam ediyordu. Halkın kentten kaçmasına bile izin verilmiyordu. Büyük bir sessizliğin yaşandığı Felluce’ye girerken, ABD askerlerinden er Henry endişe içindeydi. Daha kısa zaman önce öldürecekleri insanların yüzlerini görmeleri gerekmiyordu. Uçak ve helikopterlerden bombalar ve bilgisayar oyunu oynar gibi üstün uzun namlulu silahlarla öldürdükleri insanlara fazla aldırmıyorlardı. Oysa geçen hafta El Şuheda kentine bombardımandan bir süre sonra yaya girmişlerdi. Kendilerine El Şuheda’ya girmeleri ve hareket eden tüm canlıları acımadan öldürmeleri emredilmişti. Ölüleri de kanıt bırakmamak için ceset torbalarına koyup Fırat nehrine atmaları söylenmişti. “Kanıt bırakmamak” cümlesinin manasını bir süre sonra anlamışlardı; şişmiş, sararmış ama kokmayan cesetler kimyasal silah kullanıldığını gösteriyordu. Er Henry’nin şair yüreği bu manzaradan sonra isyan etmiş ama dili susmuştu. Askerliği uzamasın diye sus