Kayıtlar

Kasım 25, 2016 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Kıyamet Günü Nefret Edilen 8 Grup

Kıyamet Günü Nefret Edilen 8 Grup Bir rivayette şöyle bilgi veriliyor. Kıyamet günü Yüce Allah tarafından en büyük azaba uğrayan şu 8 grup insandır: 1- Sekarrun olanlar. Dilleriyle halkı döven, söven ve birbirlerini lanetlemeye sebep olanlar. Bunlar yalancı olanlardır. 2- Hayyalun olanlar. Bunlar kibir sahipleridir. Kendilerini başkalarından üstün görürler. 3- Din kardeşlerine karşı yüreklerinde kin besleyenler. Hâlbuki bu insanlar kin besledikleri din kardeşlerini gördüklerinde onlara sempatik gelecek hareketler yaparlar. Yaltaklanır ve kendilerini onlara karşı iyi düşünüyor gösterirler. 4- Allah'a ve Resulüne çağrıldıklarında son derece geride kalıp ağır davrananlar. Şeytana ve şeytanın emrine çağrıldıklarında (Yani fitne, kötülük, günah, şer, günah ortamı, kaos, karışıklık gibi) hemen süratle koşanlar. 5- Karşılaştıkları dünyevi bir menfaati veya malı kendilerine ait olmasa bile, yalan yeminle kendilerine aitmiş gibi gösterenler. 6- İnsanlar arasında dedikodu

Sıkıntı, sıkıntı sıkıntı!

Sıkıntı, sıkıntı sıkıntı! Topluluğun öncüleri bir taraftan merdiven kurarak ahitnameye uzanırken bir taraftan da Ebu Talib'in dedikleri ile inceden inceye alay ediyorlardı. -Böcek, kâğıdı yiyecekmiş ama Allah isminin geçtiği yerden korkup orayı öylece bırakacakmış. ne hayal ya! Bunu diyen şiir yazsa bari! Bu gevezeliği yapan lafını bitirdiğinde ahitnameyi aşağı indirmişti... Herkes merakla başına toplandı... Yiyecek, giyecek sıkıntısı had safhada kuşatma üçüncü yıla girdi. Ne olacak, bu işin sonu nereye varacak? Bu suali sadece muhasara altındaki mümin veya Haşim’iler değil bazı Kureyşliler de kendi kendine sorup derinden derine rahatsız olmaktadır. "Ahitname" dedikleri Kâbe duvarına asılı şu paçavra artık yırtılıp atılmalıdır. Bu kadar da zulüm olmaz. Bu anlaşma insanı insanın kurdu yapmıştır... Hişam bin Ömer bin Haris, bu kâğıdı yırtmak için bir müddettir kendi kendine fikirler yürütüp, planlar kuruyor. Bir gün Zübeyr bin Umeyye! Mahzumi'ye ge

Namazı Kılmayana Allah On Beş Sıkıntı Verir

Namazı Kılmayana Allah On Beş Sıkıntı Verir "Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Namazı özürsüz kılmayan kimseye, Allah’ü Teâlâ on beş sıkıntı verir. Bunlardan altısı dünyada, üçü ölüm zamanında, üçü kabirde, üçü kabirden kalkarken olur. Dünyada olan altı azap: 1- Namaz kılmayanın ömründe bereket olmaz. 2- Allah’ü Teâlâ’nın sevdiği kimselerin güzelliği, sevimliliği kendine kalmaz. 3- Hiçbir iyiliğine sevap verilmez. 4- Duaları kabul olmaz. 5- Onu kimse sevmez. 6- Müslümanların birbirlerine yaptıkları iyi dualarının buna fâidesi olmaz. Ölürken çekeceği azaplar: 1- Zelil, kötü, çirkin can verir. 2- Aç olarak ölür. 3- Çok su içse de, susuzluk acısı ile ölür. Mezarda çekeceği acılar: 1- Kabir onu sıkar. Kemikleri birbirine geçer. 2- Kabri Cehennem ateşi ile doldurulur. Gece, gündüz onu yakar. Cehennem ateşi dünya ateşine benzemez. 3- Allah’ü Teâlâ, kabrine çok büyük yılan gönderir. Dünya yılanlarına benzemez. Her gün, her namaz vaktinde onu sokar

Kadı: Padişahın Şahitliğini Kabul Etmedi

Kadı: Padişahın Şahitliğini Kabul Etmedi 1400’lü yılların başında Başkent Bursa’dayız. Osmanlı tahtında Yıldırım Bayezid, kadılık postunda ise Molla Şemsüddin Fenari oturuyor. Görülen bir dava münasebetiyle, Padişah’ın mahkemeye gelip şahitlik etmesi gerekiyor. Padişah, Kadı Efendi’nin huzuruna çıkıyor. Kimlik tespiti yapılır yapılmaz, Kadı Efendi, çıkışır gibi konuşuyor: “Terk-i cemaat eyledüğün şuyu’ bulmağılen, şahadetün caiz değildür!” (Namazlarını cemaatle kılmadığın söylendiğinden, şahitliğini kabul etmiyorum). “Namaz kılmayan çocuk sayılır, çocukların şahitliği kabul edilmez, önce namaz kıldığını ispat et sonra gel şahitliğini yap” dokundurmasını anında kavrayan Yıldırım Padişah, sarayına döner dönmez, bir cami yapılmasını emrediyor ve beş vakit namazını bu camide cemaatle kılmaya özen gösteriyor. Gelin bu bölümü de Osmanzade Taib Efendi’nin üslubundan okuyalım: “Hünkâr, saray-ı hümayunları pişgâhında (sarayının avlusunda) bir camii şerif bina idub evk

Kadı Efendi Padişaha Kükredi

Kadı Efendi Padişaha Kükredi Fatih Sultan Mehmed, bugün kendi adını taşıyan camiin inşaatında kullanılacak mermer sütunları kestiren Rum mimar İpsilanti Efendi’ye kızıp, elini kestirmiş, Rum mimar da İstanbul’un ilk kadısı Sarı Hızır Çelebi’ye şikâyette bulunmuştur. Kadı, Padişah’ı çağırtıyor… Padişah içeri girdiğinde İpsilanti Efendi dâvâcı makamında ayakta durmaktadır. Padişah, Kadı Efendi’nin yanındaki mindere bağdaş kurmak üzereyken, Kadı Efendi kükrüyor: “Begüm, hasmınla mürafaai şer’ olunacaksın, (beyim, davacı ile yüzleşeceksin) ayağa kalk!”  Padişah tereddütsüz kalkıyor. Kendisini savunması istenince de hata ettiğini söylüyor. Kadı Efendi, tarafları ve şahitleri dinledikten sonra, hükmünü açıklıyor: Kısasa kısas: “El kesenin eli kesilir!” Dinleyenler dehşetten ve hayretten dona kalıyorlar. İstanbul fatihinin eli nasıl kesilebilir? Durum o kadar farklıdır ki, İpsilanti Efendi’nin eli-ayağı titremeye başlıyor. Aklı başına gelir gibi olunca da, Kadı Efendi’y

Padişahı protesto hakkı

Padişahı protesto hakkı Hiç sözü evirip çevirmeden, güncel tartışmalara ışık tutmasını umarak,   Osmanzade Taib’in   “Hadikat-üs Selatin”   isimli eserinde anlatılan ilginç bir hikâyeyi paylaşmak istiyorum… 1300’lü yıllardayız. Osmanlı tahtında   Yıldırım Bayezid   oturuyor... Meşhur hukukçumuz   Molla Fenari   o günlerde tekmil Osmanlı Devleti’nin   “Müfti-il enam”ı:   Yani, Yüksek Mahkeme Başkanı… Bir davada Padişah’ın mahkemeye gelip şahitlik etmesi gerekiyor. Padişah geliyor. Ama Molla Fenari, şu gerekçeyle Yıldırım Bayezid’in şahitliğini reddediyor: “Terk-i cemaat eyledüğün şuyu’ bulmağılen, şahadetün caiz değildür.” (“Namazlarını cemaatle kılmadığın söylendiğinden, şahitliğini kabul etmiyorum!”) Padişah hiçbir tepki göstermiyor.   Mahkemeden başı önünde çıkıyor. Sarayının bahçesine hemen bir cami yapılmasını emrediyor:   “Hünkâr, saray-ı hümayunları pişigâhında (önünde) bir camii şerif bina idüb evkaat-ı hamsede (beş vakitte) cemaate müdavemet buyurdular”   diyor, Osma

Öyle Keskin Dönüşler ki…

Öyle Keskin Dönüşler ki… Şeyh-i Sanân yarım asırdan beri bulunduğu fütuhat topraklarının Hıristiyan olan yerli ahalisini İslam'a davet eden, Müslüman ahaliyi irşad eden bir sûfi şeyhidir. Tam 50 yılını bu işe verir. Şeyh-i Sanân bir gün, Batıya doğru irşad seferine çıktığında gönlünü bir Hıristiyan dilberine kaptırır. Şeyh efendinin aşkı kara sevdaya dönüşür ve Hıristiyan maşukasına evlilik teklif eder. Hıristiyan dilberi, göğsüne kadar uzanan ve yüzüne gizemli bir vakar veren sakalı, başında derviş külahı, sırtında şeyh cübbesi, yanında kendilerinden olağanüstü ilgi ve saygı gördüğü müritleriyle her gittiği yerde, yalnız Müslümanların değil Hıristiyan ahalinin de ilgi odağı olan şeyhin kendisine olan tutkusunun farkına varır. Onun teklifine karşılık "Bir şartım var!" der; "Sakalını keser, sırtındaki kıyafetleri çıkarırsan bu iş olur." Şeyh-i Sanân, aklını tutuklayan duygularının esiri olarak Hıristiyan dilberinin bu teklifini kabul eder. Eder etme