Kayıtlar

Ocak 22, 2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Aldı, Bağrına Bastı, Ağladı

Aldı, Bağrına Bastı, Ağladı Bir Saliha kadın vardı. Bir gün ekmek pişirmek için tandır yaktı. Tandır, tamam yandı ve kızgın hale geldi ki, öğle namazı vakti oldu. O kadıncağızın, henüz emzikte bir çocuğu vardı. Yavrusunu bir kenara koydu, gitti abdest aldı ve namaza durdu. Kadın, namaz kılarken, oğlan sürtüne sürtüne tandırın kenarına vardı. Kadın, gözünün ucuyla çocuğunun tandırın kenarına kadar geldiğini fark etti amma, namazda olduğu için ilgilenmedi, namazını bozarak yavrusunun yardımına koşmadı. Namazı kılıp bitirdiği zaman gördü ki, yavrusu tandıra düşmüş ve o kızgın tandırda ateşin tam orta yerinde kendi kendine oynayıp duruyor, bir kılına bile zeval gelmemiş. Aldı, bağrına bastı, ağladı ve Allah’ü Teâlâ’ya şükrederek evinin işleriyle uğraşmağa devam etti. Gördünüz mü? O kadıncağızın sabrı ve tevekkül ü teslimiyetiyle Hak Teâlâ yavrusunu nasıl esirgedi ve ateşte yakmadı. Şu halde, Allah’ü Teâlâ’nın kazasına sabredeceğiz ki rızasına ve nimetine erişebilelim. Zira

Sabır Çanağı Taştı!

Sabır Çanağı Taştı! Sabırla ilgili çok meşhur bir deyim vardır, sabır çanağı taştı, diye. Hikâyesi ise şöyle; Zengin bir adam genç yaşta ölmüş. Karısı da bir yıl sonra ölünce, mallarının tek varisi olan küçük kızlarına amcası vasî olmuş. Amcası, yengesi ve oğulları, yetim kızcağızın hem mallarını yerler hem de hizmetçi gibi davranırlarmış. Bütün ev halkının ayrı ayrı tafralarını çeken, hakaretlerine hedef olan bu yavru, sık sık dayak yermiş. Halini kimselere anlatmasını beceremez ve hiç kimse ile konuşturulmayarak çamaşır, bulaşık, ortalık temizliği mutfak işleri gibi adi hizmetlerde çalıştırılırmış. Kabahati olsun olmasın her gün dövülerek korkutulurmuş. Tavan arasındaki odasında geceleri geç vakitlere kadar ağlayan kızcağız, bir gece rüyasında Peygamber Eyüp Aleyhisselâm’ı görmüş. Rüyasında Eyüp Aleyhisselâm, bu kızın derdini dinlemiş, sırtını sıvazlamış, onu teskin ve teselli etmiş, sabır tavsiye ederek kendisine bir çanak vermiş. —Bak yavrum, bu çanağı giz

Ey Doğruların Yardımcısı Olan Allah’ım!

Ey Doğruların Yardımcısı Olan Allah’ım! Gencin birisi Kâbe’de hep, “— Ey doğruların yardımcısı olan Allah’ım, Ey haramdan sakınanların yardımcısı olan Allah’ım, sana hamdü sena ederim!” diye dua eder. Bu durum herkesin dikkatini çeker. Birisi: “— Neden hep aynı duayı yapıyorsun, başka bir şey bilmiyor musun?” der. O da anlatır: Yedi sekiz sene önce yine Be’de iken içi altın dolu bir torba buldum. Tam bin altın vardı. İçimden bir ses: “— Bu altınlarla, şunları şunları yaparsın” diyordu. Hayır dedim kendi kendime. Bu benim değil. Başkasının malı, kullanmam haram olur dedim. Bu sırada birisi “— Şöyle bir torba bulan var mı?” diye bağırıyordu. Çağırdım onu. “— Nasıl bir torbaydı? İçinde ne vardı?” diye sordum. Torbayı tarif etti ve “— İçinde bin altın vardı” dedi. “— Torban burada.” diyerek verdim. Adam torbayı açıp bana otuz altın verdi. Pazara gittim. Temiz yüzlü genç bir esiri överek satıyorlardı. Gencin temizliği dikkatimi çekti. Yanlarına gittim, “— Bu köle i

El Kârda, Gönül Yârda…

El Kârda, Gönül Yârda… Nakşibendiyye yolu büyüklerinden, Şah-ı Baheddin Nakşibendi Hazretlerinin Halifesi Muhammed Parisa Hazretleri, Müridanıyla Hacca gitmişler… Resülullah Sallallahü Aleyhi Vesellem’i ziyaret amacıyla Medine-i Münevvereye vardıklarında çarşıda gözleri bir gence ilişir. Ticaret yapmakta ve bir hayli altın kazanmaktaymış. Birde kalbine nazar edelim demişler. Gencin kalbi Allah’ı zikir halinde “— Allah! Allah!” , dediğini mana gözüyle gören, Muhammed Parisa Hazretleri, İhvan-ı Kiram’a dönerek; “ — El Kârda, Gönül Yârda” buyururlar. Mekke-i Mükerreme’ye geçilmiş. Kâbe ziyareti sırasında, Kâbe örtüsüne yapışmış Piri Fani ihtiyar ağlamaktaydı. “— Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem.” der ve adamın hâline gıpta eder. Kalplerinde nazar ettiklerinde Allah’tan dünya nimetlerini talep ettiğini görmüşler. Meğerse ihtiyar kişi Allah’tan dünyalık istemekteymiş. Muhammed Parisa Hazretleri yine müridana döner.             

Bu da geçer Ya Hû!

Bu da geçer Ya Hû! ‘Bu da geçer Ya Hû’ sözünün aslı bundan bin kusur sene önceye, Bizans dönemine uzanır. Bizanslılar, fena bir işe uğradıkları zaman ‘Bu da geçer’ manasına gelen ‘k’afto ta perasi’ demektedirler. İbare, Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer; ama Farsçalaşıp ‘in niz beguzered’ olur. Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip ‘Bu da geçer!’ yapılır. Derken, tekkelerde ve dergâhlarda da benimsenir ve sonuna ‘Ya Allah’ manasına gelen bir ‘Ya Hû’ ilave edilip ‘Bu da geçer Ya Hû’ haline gelir. Bu da geçer ya Hû! Hikâyesi Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara, kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar. Köylüler, kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini salık verirler. Derviş yola koyulur, birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından, Şakir’in bölgenin en zengin kişilerind