Kayıtlar

Fitnelerden Sakınmak

Fitnelerden Sakınmak Cenâb-ı Hak buyuruyor: “Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Enfâl, 25) Rasûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem buyurdular: “Allah’ım!...Dünya fitnesinden sana sığınırım…” (Buhâri, Cihâd 25, Daavât 37, 41,44) Bireyin kendisine, ailesine, yaşadığı topluma ve milletine karşı sorumluluğu vardır. Toplumun, her türlü anarşi, fitne, fesat ve kargaşadan uzak kalması için herkes üstüne düşen görevi yapmalıdır. Bu konuda sırası geldikçe elini hiç çekinmeden taşın altına koymalı, feragat ve fedakârlıktan asla çekinmemelidir. Toplum bir bütündür ve bir vücuda benzer. Toplumun organlarındaki herhangi bir rahatsızlık, bütün toplumu sarsar, etkiler, zayıflatır ve toplumun direncini kırar. Bu açıdan, toplumun birliği ve dirliği için her ferdin sorumluluk alması ve taşıması zaruridir. “Bana ne, beni ilgilendirmez, bana dokunmayan yılan

Dua Eden Adama Hazreti Musa Aleyhisselâm’ın Acıması

Dua Eden Adama Hazreti Musa Aleyhisselâm’ın Acıması Musa Aleyhisselâm, Allâhü Teâlâ hazretlerine dua eden, çok yalvaran ve tazarru eden bir kişiye rastladı.  Musa Aleyhisselâm, o kişinin hâline bakarak acıdı ve kendi kendisine;  – “Eğer bu adamın haceti benim elimde olmuş olsaydı; elbette onu yerine getirirdim,” dedi.  Musa Aleyhisselâm’ın böyle şeyleri kalbinden geçirmesi üzerine Allah’ü Teâlâ hazretleri Musa Aleyhisselâm’a vahyetti: – “Ey Musa! Ben ona karşı elbette senden daha çok merhametliyim! Lakin o bana dua ediyor; ama onun bir koyunu var ve onun kalbi hep koyunundadır. Hâlbuki ben, diliyle bana dua edip, kalbi benden başkasında olan kişinin duasını kabul etmem!” buyurdu. Musa Aleyhisselâm, adama bunu hatırlattı. (Ve bu konuda ona öğüt verdi.) Adam da bütün kalbiyle Allâhü Teâlâ hazretlerine yöneldi. Ve böylece haceti yerine getirildi. (Ruhü’-l Beyan Tercümesi C:8 S:619)

Anasının Dilini Kopardı

Anasının Dilini Kopardı Vaktiyle evlâdını terbiye edemeyen bir ana, cezasını dilini kaybetmekle çeker. Hikâye şöyledir: Üç beş yaşına gelen bir çocuk komşunun yumurtasını çalıp annesine getirir. Haram, helâl bilmeyen câhil ana, yumurtayı çocuğun elinden alır ve çocuğuna bir aferin çeker ve: -Benim akıllı oğlum, aferin diyerek çocuğunun başını okşar, çocuk, artık her gün veya gün aşırı komşuların yumurtalarını eve çekmeye başlar. Bir gün böyle, iki gün böyle derken seneler çabucak geçer. Çocuk yaşına göre hırsızlığını da ilerletir. Yumurtadan tavuğa, tavuktan horoza, horozdan koyuna, koyundan kuzuya derken bir haramzâde olur çıkar. Eski zamanın çocuğu şimdi muhitinin bir numaralı ve azılı eşkıyalarından olur. Artık bu eşkıyayı kimse durduramaz bir hale gelir. Hırsızlıklar, eşkıyalıklar derken bir gün büyük bir cinayet işler. Kanun bunun yakasına yapışıp idama mahkûm eder. Oğlunun idam haberini dinleyen ana, mahkeme salonunda feryadı basar. Saçını, başını yolar. Aman ha

Allah’ü Teâlâ'nın En Sevdiği Duâ

Allah’ü Teâlâ'nın En Sevdiği Duâ Resûl-i Ekrem Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz buyurdu ki: “Allah’ın en sevdiği duâ, kulun şöyle demesidir: Allah’ım! Ümmet-i Muhammedin hepsine rahmetinle muamele eyle.” (Râmûzü’l-Ehâdis) Rabbimiz, sadece kendini düşünen, kendi iyiliğini isteyen bencil insanlardan hoşlanmaz. İslâmiyet îsâr dinidir. Yâni, kendi nefsine başkasını tercih ahlâkı asıldır. Diğer gâmlığı telkîn eder. İslâm dîni “Nefsî, nefsî” değil, “Ümmetî, ümmetî” diyen, yâni kendinden önce ümmetini düşünen bir peygamberin yoludur. Müslüman, İslâm’ın bu tefekkür ruhunu idrak ile cemiyetin ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarına tercih ettiği, ferdiyetçilik ve bencillikten, şahsî çıkarcılıktan sıyrıldığı nisbette, Allah’ın rızâsına nâil olur... Rabbini kendinden hoşnut eder. رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ Rabbena âtina fiddünya haseneten ve fil ahireti haseneten! Vekîna azabennar! Ey Rabbimiz! Bize dünyada d

Büyük Zatların Özelliği Bu Olsa Gerek.

Büyük Zatların Özelliği Bu Olsa Gerek. Zamanın En Büyük Kutbu Çağının büyük mürşitlerinden bilinen birisinin “Zamanın en büyük kutbu kimdir?” diye bir murakabesi oluyor. Ona günün en büyük gönül erinin bir demirci olduğu ilhâm ediliyor. Bu meşhur mürşid, “Acaba bu demircinin özelliği nedir ki böyle büyük bir makamı kazanmış?” diye merak ediyor ve doğruca bu demircinin dükkanına doğru gidiyor ve onu uzaktan takip etmeye başlıyor. Bakıyor ki, demirci, sabah namazından sonra işinin başına geçiyor, ateşin başında demircilik yapıyor. Hiçbir irşadı, hiçbir tebliği yok. Merakı iyice artıyor ve dükkânına girip kendisine “Zamanın en büyük kutbu sizmişsiniz… Siz neler yapıyorsunuz?” diye soruyor. O da “Estağfirullah… Biz kim, kutup kim? Ne yapabilirim ki, buraya geliyor akşama kadar demir dövüyorum. Ben nasıl kutup olabilirim ki?” diyor. O meşhur zat tekrar soruyor: “Peki, sen demir döverken ne düşünürsün?” Demirci gayet sıradan bir şey anlatır gibi; “Körük çekilirken, at

Mürşid Ve Ayyaşlar

Mürşid Ve Ayyaşlar Kilis’te bir eski dergâh… Bu dergâhın son şeyhi muhterem ve mübarek bir mürşidmiş. Bir gün talebeleri dergâhın duvarı dibinde kafa çeken sarhoşları şikâyet etmişler: “Bu ayyaş adamlar dergâhın duvarına dayanıp her akşam içiyorlar. Müsaade ederseniz bu akşam hepsini kovacağız. Çekip gitmezlerse pataklayıp buradan atacağız!” Gerçek bir mürşid olan şeyh efendi “Olmaz!” demiş. “Asla olmaz!” “Niçin?” der gibi bakmışlar şeyh efendiye ve ondan şu muhteşem cevabı almışlar: “Evladım! Ne kovması, ne uzaklaştırması? Elimden gelse onları duvarın bu tarafına, yani içeriye alacağım. Bizim vazifemiz kaçırmak değil; çekmek, çağırmaktır. Kaybetmeye değil, kazanmaya memuruz!” “Elbette kolay olanı herkes yapar, önemli olan zoru başarmaktır.”

Şaşkın Hırsız

Şaşkın Hırsız Bir adam Süleyman Aleyhisselâm’a gelerek: “Ey Allah’ın peygamberi! Bazı komşularım kazlarımı çalıyor” dedi. Bunun üzerine Süleyman Aleyhisselâm insanların mescide toplanmasını emretti. İnsanlar toplandıktan sonra: “Birileriniz komşusunun kazını çalıyor. Sonra da kazın tüyü başında olduğu halde camiye giriyor!” dedi. Hırsız hemen başına götürüp sildi. Süleyman Aleyhisselâm: “Tutun bunu, hırsızlık yapan işte bu.” dedi.

Sanma Ey Hace!

Resim
Sanma Ey Hace! Sanma ey hace ki senden zer ü sim isterler Yevme la yenfau da kalb-i selim isterler. Alem-i bi meh ü hurşid ü felekde her giz Ne muhendis ne müneccim ne hâkim isterler. Kible-i ma'niyi fehm eylemeyen kec revler Sehv ile secde edip ecr-i azim isterler. Berzah-ı havf ü recadan geçe gör nakam ol Dem-i ahirde ne ummid ü ne bim isterler. Unutup bildiğini arif isen nadan ol Bezm-i vahdette ne ilm ü ne alim isterler. Alem-i bi meh ü hurşid ü felekde her giz Ne muhendis ne müneccim ne hâkim isterler. Harem-i ma'niye biganeye yol vermezler Aşina yi ezeli yar-i kadim isterler. Sakin-i dergeh-i teslim-i riza ol daim Bermurad itmeğe hizmette mukim isterler. Dergeh-i fakra varıp dirliğini arz etme Anda her giz ne sipahi ne zaim isterler. Aşık ol serbet-i vasl ister isen kim aşık Çaresiz derd arayıp renc-i elim isterler. Ni'met-i zahire dilbeste olan gürsineler Muzd nan pareye cennat-i naim isterler.

İbrahim Aleyhisselâm Ve Nemrut

İbrahim Aleyhisselâm Ve Nemrut Çok eski zamanlarda, bir kasabada Azer isminde bir adam yaşıyordu. Adamın bütün işi taştan, tahtadan heykeller, putlar yapıp satmaktı. Bu kasabada putların saklandığı büyük bir ev vardı. Kasabada oturanlar buradaki putlara taparlar, önlerinde eğilirlerdi. Azer de bu putlara inanırdı. Azer'in çok akıllı bir oğlu vardı. Adı İbrahim Aleyhisselâm'di. İnsanların putların önünde eğilmesine çok şaşıyordu. Çünkü putlar taştan, tahtadan, konuşmayan cansız varlıklardı. Üstlerine konan sinekleri bile kovalamayan bu taş yığınlarından insanlara ne fayda, ne de zarar gelebilirdi. İbrahim Aleyhisselâm kendi kendine: - Neden insanlar bu cansız putlara taparlar ki? diyordu. İbrahim Aleyhisselâm bunları düşünürken babasının düşüncelerini de soruyordu: - Baba, neden bu putlara tapıyorsunuz? Onlar konuşmuyorlar ki, neden onlara yiyecek veriyorsunuz? Neden onları tanrı ediniyor sunuz? Oğlunun bu konuşmaları Azer'i kızdırmıştı. Bu kızgınlıkla on

İbrahim Aleyhisselâm ve İsmail Aleyhisselâm

İbrahim Aleyhisselâm ve İsmail Aleyhisselâm İbrahim Aleyhisselâm karısı Hacer'i de alarak Mekke'ye doğru yola çıkmıştı. Mekke o zamanlar hiçbir hayat izi olmayan, bir kuyu, bir dere bile bulunmayan çöl parçasıydı. Buraya geldiklerinde İbrahim Aleyhisselâm, karısı Hacer ve oğlu İsmail Aleyhisselâm'le beraber bu verimsiz topraklar üzerine yerleştiler. İbrahim Aleyhisselâm, çevrede daha iyi bir yerleşim alanı bulmak için oradan ayrıldı. Fakat kısa bir süre sonra Küçük İsmail Aleyhisselâm susamıştı. Annesi bütün Mekke etrafını dolaştı bir damla su yoktu. Kara kara düşünüyordu. Nasıl su bulabilirdi. Panik içinde su bulma ümidiyle oradan oraya koştu durdu. Merve'den Safa'ya, Safa tepesinden Merve tepesine su aradı. Ancak, Allah Hacer'in ve oğlunun yardımına koşmuştu. İsmail Aleyhisselâm'in yattığı yerden sular fışkırmaya başlamıştı. Hacer ve İsmail Aleyhisselâm bu çıkan sudan kana kana içtiler. Su hiç tükenmedi. İşte bu su o zamandan günümüze zemzem su

Gelin Tanış Olalım

Gelin Tanış Olalım Gelin tanış olalım, İşi kolay kılalım. Sevelim, sevilelim, Dünya kimseye kalmaz. Ben gelmedim dâvi için, Benim işim sevi için. Dostun evi gönüllerdir, Gönüller yapmaya geldim. Bir kez gönül yıktın ise, Bu kıldığın namaz değil. Yetmiş iki millet dâhi, Elin, yüzün yumaz değil. Söz ola, kese savaşı, Söz ola kestire başı. Söz ola, ağulu aşı, Yağ ile bal ede bir söz. İlim, ilim bilmektir, İlim, kendin bilmektir. Sen kendini bilmesin, Ya nice okumaktır. Okumaktan mânâ ne? Kişi Hakk’ı  bilmektir. Çün okudun bilmezsin, Ha bir kuru emektir. Mal sahibi, mülk sahibi, Hani bunun ilk sahibi? Mal da yalan, mülk de yalan, Var biraz da sen oyalan. Yunus EMRE Kuddise Sirrûh (Güldeste: Seçme Kıt’alar) Dâvi: Düşmanlık, kavga Sevi: Sevgi, sevmek Gönül yapmak: Sevindirmek, üzmemek Gönül yıkmak: Başkalarını üzmek, incitmek Yumaz değil: Yıkamaz değil Ağulu: Zehirli Kendini bilmek: 1. Kendin

Beddua Etmeyin

Beddua Etmeyin Hz. Câbir Radiyallahü Ahh Ali Radiyallahü Ahh’den rivayet etmiştir; dedi ki Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu. “Kendinize beddua etmeyin. Çocuklarınıza beddua etmeyin. Hizmetlilerinize beddua etmeyin. Mallarınıza beddua etmeyin. Allah Tebârake ve Teâlâ’nın ihsanına nâil olacağınız bir eşref saate rastlar da o bedduanız kabul görür.” (Ebû Dâvud, c.2, s.185, Kitabul-Vitr, h.1532) “Kendinize ancak hayır dua edin. Çünkü melekler dediklerinize “Âmin!” derler. Onlar âmin dedi mi, yapılan her ne ise kabul görür.” “Birbirinize, Allah’ın laneti, Allah’ın gazabı ve cehennem temennisiyle bedduada bulunmayın.” (Ebû Dâvud, c.5, Edeb 45, h.4906; Tirmizî, c.4, Birr 48, h.1976) Kaynak: Miftâhu’t-Tevhid ve’t-Takvâ 

Dile Benden, Ne Dilersen!

Dile Benden, Ne Dilersen! Birbirini seven iki genç evlenmişler. Yıllarca mutlu yaşamışlar. Bir gece efendisi hanımından su istemiş. Hanımı hemen fırlayıp suyu getirmiş. Bakmış ki beyi uyuyor. Uyandırmaya kıyamamış. Elindeki su maşrapası ile eşinin başında sabaha kadar beklemiş. Eşi sabaha karşı uyanıp da hanımını öylece başucunda bekler görünce çok duygulanmış. Öyle sevinmiş öyle sevinmiş ki… Dünyanın bütün altınlarını versen o kadar sevinmezmiş… Mutluluktan büyük bir şok yaşıyormuş. Bu memnuniyetin verdiği sevgiyle; “- Hanım dile benden ne dilersen! Ne istersen yapacağım!” Demiş. Hanımı da; “- Ne istersem isteyim, gerçekten yapar mısın?” Demiş. “- Evet, vallahi de billâhi de yaparım!” “- O zaman beni boşa!” Sevinci kursağında kalan adam, ikinci şoka uğramış. “- Gerçekten mi boşanmak istiyorsun?” “- Evet!” Demiş hanımı. Adam delirecek gibi olmuş. Renkten renge girip hüngür hüngür ağlamaya başlamış. “- Evet, sana söz verdim! Ama öyle bir şey istedin ki… Keşke

Göz hakkı

Göz hakkı (Yüzde yüz yaşanmış ibret dolu bir hikâyedir) Yazar:  Yaşar AKKAŞ Çok eskiden iki arkadaş yakın köylerden birine yürüyerek düğüne gitmişler. Yine yürüyerek sohbet ederek geri dönüyorlarmış. Arkadaşlardan birisinin adı İsmail iri yarı nüktedan eli açık birisi… Diğeri de tam tersi… Zayıf, cimri, çabuk darılan, mızmız birisi… Onun da adı Abdi. Yolda gelirken; cimri Abdi önceden cebine doldurduğu üzüm ve leblebileri yiyor arkadaşına hiç vermiyormuş. Çok akıllı ve kurnaz olan arkadaşı bir bakmış vermiyor, iki bakmış vermiyor… Canı sıkılmış. Cimri Abdi’ye bir oyun oynamaya karar vermiş. Cimri Abdi’ye; “Ben bir küçük abdest bozayım, sen ağır ağır git! Ben sana yetişirim!” demiş. Ufak abdest bozar gibi yapıp;  yerden nohut büyüklüğünde kurumuş koyun pislikleri toplamış. Arkadaşına yetişince hiç çaktırmadan Abdi’nin cebine koymuş. Her şeyden habersiz arkadaşı cebindeki çerezleri tekrar ağzına atmış. Ağzı koyun pislikleri içinde kalan cimri Abdi; -Ulan ne yaptın İs

Küçük Bîr Çamur Denizi Sulandırmaz

Küçük Bîr Çamur Denizi Sulandırmaz  Sultan Ahmed'le Aziz Mahmud Hüdayi birbir lerini o kadar sever sayarlar, birbirlerine o kadar bağlıdırlar ki, bu sevgi saygı ve bağlılıktan kaynaklanan bir çok olay ilgili kitaplarda yer almıştır Sultan Ahmed, Şeyhi Aziz Mahmud'a bir hediye sunmak istiyordu Mürşidinin kendisinden bu hediyeyi kabul etmesi onu çok mutlu edecekti Sultan Ahmed bir gün kendine uygun gördüğü birhediyeyi Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerine gönderdi Ama Şeyh Hazretleri kabul etmedi Şüphesiz bu kabul etmeyiş, sultana karşı bir tavır anlamına gelmiyordu Gerçek din büyüklerinden çoğu prensip olarak hediye kabul etmezdi Bu, büyük insanların dünya malına hangi gözle baktıklarını, başkaları için ulaşılmaz sayılan şeylerin nazarlarında hiçbir değer taşımadığını ifade etmenin bir yoluydu Sultan Ahmed şeyhi Hüdayi'nin kabul etmediği hediyeyi yine bu devrin maneviyat ulularından Abdülmecit Sivasî'ye gönderdi Sivasî kabul etti Kendisine, padişahın aynı hediyey

Ma’rûf-İ Kerhi Hazretleri

Ma’rûf-İ Kerhi Hazretleri Ma’ruf bin Firûz, İranlı bir ailenin çocuğudur. Annesi ve babası Hıristiyandır. Onun da kendileri gibi dindar bir Hıristiyan olmasını çok isterler. Kardeşleri ile birlikte kilise mektebine gönderirler. Ma’ruf farklı bir çocuktur. Mutidir ama öyle her anlatılana boyun eğmez ve gönlüne yatmayan şeyi kabullenemez. Nitekim “Baba, Oğul, Ruh-ül Kuds” üçlemesini içine sindiremez. Bu konu üzerinde çok düşünür ve sorduğu sorularla rahibi bunaltır. Aldığı cevaplar yeni izahlara muhtaçtır ve sadece sorularını çoğaltır. Rahip bu çocuğun karşısında izahlarının basit, mantığının sığ kaldığını hisseder. Disiplini sağlamak için onu konuşmaktan men eder. Ama zeki çocuk ne yapar yapar sözü mevzuya getirir. Rahibe göre tek çözüm kalır: Dayak. O da öyle yapar, Ma’ruf’u ibreti âlem için falakaya çeker, yoruluncaya kadar döver. Şimdi Ma’ruf’u evde yeni sıkıntılar bekler. Zira babası gibi saf insanlar bir rahibe kafa tutulabileceğini düşünemez ve böyle bir cürmü işleyeni a

Ehl-İ Beyt İle İçiçe

Ehl-İ Beyt İle İçiçe İşte tam o sırada İbn-i Semmak Hazretleri susar. Ortalıkta uzunca sayılacak bir sessizlik olur. Mübarek birden etrafına bakınır ve “İran’dan gelen genç de kim?” diye sorar. Cemaat dönüp Ma’ruf’a bakar. Ma’ruf ayağa kalkar. İbn-i Semmak “Merhaba” der, “Merhaba ey Rabbini arayan. Merhaba ey Allahın muhabbetine mazhar olan” kucaklaşmaları o kadar hislidir ki Ma’ruf da büyük veli de ağlar. İbn-i Semmak çocuğu bağrına basar ve sen “Rahibe ve babana aldırma” der, “dua et, onlar da kurtulsunlar!” Ma’ruf hayretler içindedir, çünkü başından geçenleri kimseye söylememiştir. İbn-i Semmak onu elinden tutar Ehl-i beytin büyüklerinden İmam-ı Ali Rıza’nın yanına götürür. Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) nurlu torununu görünce zerre kadar acabası kalmaz. Bütün tereddütleri eriyip gider, büyük bir teslimiyet ve tarifsiz bir aşkla kelimeyi şehadet söyler.   (Alıntı)

Ya Anası Babası

Ya Anası Babası Ma’ruf, Kûfe’de ciddi bir eğitimden geçer. İmam-ı Ali Rıza’nın çocuklarıyla birlikte büyüdüğü için aileden sayılır. İmam-ı Ali Rıza “O neseb bakımından değilse de huy ve muhabbet bakımından Ehl-i beyttendir. Nasıl ki ceddimiz Selmân-ı Farisi’yi ilhak edip Ehl-i beytten saydı Ma’rûf da bizdendir.” Allahü teâlâ bazı kullarını seçer ve sever. Onların üstüne nisan yağmuru gibi nimet yağdırır ki Ma’rûf bunlardan biridir. Nitekim bir zaman sonra Dâvûd-i Tâî gibi bir velinin dizi dibine oturur. Gökler duvak duvak açılır, hallere ve sırlara kavuşur. Ma’rûf-ı Kerhi yıllar sonra memleketine döner. Köyleri yine bakımsız, yolları yine tozludur. Evleri daha bir viranlamıştır. Annesi, babası onu hasretle kucaklar. Kardeşleri etrafına toplanırlar. Onu fazla üzmez topyekun Müslüman olurlar. Ma’ruf-i Kerhi rahibi de ziyaret eder. Yaşlı adam pişmandır, mahçuptur. Ma’ruf “özre ne gerek” buyurur “sen bana yaptığın iyiliğin büyüklüğünü bir bilsen?” Netice’de hepsi iman ederler

O Diyardan Gider Olur

O Diyardan Gider Olur Ma’ruf biran kendini çok yalnız hisseder, alır başını uzaklara gider. O devirde yokluk kıtlık vardır. Hayat herkes için zor ama evini terkeden bir çocuk için daha zordur. Niye öyle yapar bilinmez, Kûfe’ye yönelir. Hava sıcak, yollar dikenli ve taşlıdır. Elbiseleri ipliklenir, çarıkları parçalanır. O yıllarda yolcular mescidlerde mola verirler. Hem namaz kılar, hem de bir miktar dinlenirler. Müslümanlar yolcu duasının makbûl olduğuna inanır misafirlere ekmek, şerbet ya da meyve ikram ederler. Sofralarına oturanlara meşreplerini ve mezheplerini sormazlar. Kim olsa koluna girer, “Lütfen buyrun” derler. Bu karşılıksız hizmet Ma’ruf’u çok etkiler. Artık sadece mescidlere sokulur. Kah hasır üstünde uyur, kah sofralarına oturur. Küçük çocuk yorucu bir yolculuktan sonra Kûfe’ye varır. Yine gözüne kestirdiği bir mescide yaklaşır. Şadırvanda elini yüzünü yıkar. Artık bitmiştir, eğer içeride bir kuytu bulabilir ve azıcık kestirebilirse kendini iyi hissedecektir. Se

Peygamber’e Saygı

Peygamber’e Saygı Hz. Ömer Radiyallahü Anh Efendimiz, bir gün Cuma namazına giderken yanından geçtiği bir evin damından üzerine kan damlar. O da üzerine kan damlayan oluğu söker, atar. Evine gider. Elbisesini değiştirip, tekrar yetişir. Namaz kıldırıp, hutbesini irad ettikten sonra, "Cemaat, mü'minlere eziyet ediyorsunuz!" diyerek hadiseyi anlatır ve "Ben de o oluğu söküp attım!" der. O, sözünü bitirir bitirmez, caminin içerisinde, "Ya Ömer Radiyallahü Anh, sen ne yaptın?" diye feryat eden bir ses duyulur. Bu sözü söyleyen, Hz. Ömer Radiyallahü Anh’in çok sevdiği arkadaşı, "Allah'ım! Bu peygamberin amcasının elidir, o el hürmetine bize yağmur ver!" dediği Hz. Abbas'tır. Ayağa kalkmıştır. "Ya Ömer Radiyallahü Anh ! O dam benim damımdı. O oluğu da oraya Hz. Muhammed Sallallahü Aleyhi Vesellem kendi elleri ile yerleştirmişti. Sen ne yaptın?" demektedir. Ömer Radiyallahü Anh Efendimiz'in de, "O