Kayıtlar

Bir adam ölürken Azrail Aleyhisselâm’a sormuş...

  Bir adam ölürken Azrail Aleyhisselâm’a sormuş: “- Ölüm anında melek olarak sen geliyorsun da doğum anında neden melek yok?” Azrail Aleyhisselâm: “- Annen var ya…” Demiş. Annesi ve babası sağ olan kardeşlerimiz kıymetini bilsin! Dualarını alsın! Anne ve babaları ahirete göçenler de onlar için dua etsin, hayır hasenat yapsın! Rabbimiz ölen anne ve babalarımıza gani gani rahmet eylesin, mekânları Cennet, makamları âlî olsun!

Bize Bir Nazar Oldu

Bize Bir Nazar Oldu   Bize bir nazar oldu Cumamız Pazar oldu. Ne olduysa hep bize azar, azar oldu. Ne şöhretten hastayız, ne de candan hastayız. Ne ruhça ne vücutça ne de kandan hastayız. Avrupa’ya bir değil iki pencere açtık. Uzun yıllardan beri cereyandan hastayız. Batı, batı diyerek eyvah hep batıyoruz…   Yaklaştıkça her sene öz yurdumda yılbaşı. Yapılır milletime Frenkçe sahte aşı. Buna ağlar ağacı hem toprağı, taşı. Batı, batı diyerek eyvah hep batıyoruz…   Sen Hıristiyan mısın? Diye sorsan darılır. Yılbaşında hindi kaz yemesine bayılır. Çam deviren hindi ki nasıl mümin sayılır. Bilmiyoruz çoğumuz ne edip yapıyoruz. Batı, batı diyerek eyvah hep batıyoruz…   (Arif Nihat Asya Rahmetullahi Aleyh)

Hâtim-i Esam Rahmetullahi Aleyh

  Evliyânın büyüklerinden. Adı Hâtim bin Anvân bin Yûsuf el-Esam, künyesi Ebû Abdurrahmân'dır. Belh'te doğmuştur. Doğum târihi belli değildir. Hâtim-i Esam, Şakîk-i Belhî'nin talebesi, Ahmed-i Hadraveyh'in hocasıdır. 852 (H.237) senesinde Belh'in bir nahiyesi olan Mâhcer'de vefât etmiştir.             Kendisine "Esam" (sağır) denilmesinin sebebi şudur: "Birisi onunla konuşurken kazayla yellendi. Hâtim-i Esam o şahıs utanmasın diye;"Yüksek sesle konuş, ancak yüksek sesle konuşulanları duyabiliyorum" dedi ve bu hâlini o kişinin ölümüne kadar kırk yıl sürdürdü. Bu yüzden ona Esam denilmiştir.             Âkıl bâliğ olduğu andan îtibâren, Şakîk-i Belhî'nin sohbetlerine devâm etti. Onun talebesi oldu. Şakîk-i Belhî'den İslâm ilimlerini öğrenerek âlim oldu.             Bir gün Şakîk-i Belhî, Hâtim-i Esam'a sordu: "Ne kadar zamandır buraya geliyor, beni dinliyorsun?" "Otuz üç sene." "Bu kadar zaman i

Ne Çare...

Hakikat şehrinde bir güzel gördüm, Bir göreni göremedim ne çare... Sevdayı aşkından yanıp kül oldum, Bir bilen yok soramadım ne çare... Bir zaman bekledim Leyla dağını, Bir zaman bekledim gül budağını, Bir zaman bekledim yâr otağını, Vasılı yâr olamadım ne çare... Andelibin işi ahu zar olur, O nasıl güldür ki tezce har olur, Bir gönül kul olur gah hünkar olur, Ben bu sırra eremedim ne çare... Bir gülün ki harı vardır yâr demem, Kansız didelere ahu zar demem, Yüzünü görmeden yârim var demem, Ben bu yâri bulamadım ne çare... Niceleri yâr der gönlü binada, Niceleri yâr der gönlü zinada, Nicesinin gönlü bey-ü şirada, Bu yâr kimdir bilemedim ne çare... Duydum ki yârimin yeri Kaf imiş, Dillerde söylenen kuru laf imiş, Aslını sorarsan nun-u kaf imiş Pâyine yüz süremedim ne çare... Meded Pir-i Sanî bir gör halimi, Bu Salih’e çok ettiler zulümü, Aç vuslat perdesin göster yüzünü, Çok ağladım gülemedim ne çare...   Salih Baba Divânı’ndan

Bir Karaborsacının Akıbeti

            Halife Hz. Ömer Radiyallahü Anh bir gün mescide gitmek üzere dışarı çıkmıştı. Yürürken yol kenarına yayılmış duran bol miktarda yiyecek maddesi gördü. “- Bunlar nedir?” diye çevresindeki insanlara sordu. Onlar da: “- Satılmak üzere dışarıdan getirildiğini” söylediler. Bunun üzerine Hz. Ömer Radiyallahü Anh: “- Allah’ü Teâlâ bu yiyeceklere ve bunları getirenlere bereket ihsan etsin.” diye dua etti. Orada bulunanlar, “- Ey müminlerin emîri, (sen bunlara dua ediyorsun ama) sahipleri bu malları karaborsaya düşürdüler.” diyerek Hz. Ömer"e şikâyette bulundular. Hz. Ömer Radiyallahü Anh: “Bunları karaborsaya düşürenler kim?” diye sordu. “- Osman Radiyallahü Anh’ın azatlı kölesi Ferruh Radiyallahü Anh ile senin azatlı kölen falanca kişi.” cevabını verdiler. Bunun üzerine Halife Ömer Radiyallahü Anh haber gönderip ikisini de çağırttı ve onlara Müslümanların yiyeceklerini stok etmelerinin sebebini sordu. “- Ey müminlerin emîri, kendi mallarımızı alıp satı

Dedeciğim, Bir İnsanın Ömrü Ne Kadar Olur?

  Torunu, dedesine sorar: “- Dedeciğim, bir insanın ömrü ne kadar olur?” Dede gülerek: “- Ezanla namaz arası kadardır, yavrucuğum!” deyince; Torun: “- Nasıl yani, ömür bu kadar kısa mı?” der. Dede: “- Evet yavrum. Ömür, namazsız ezanla, ezansız namaz arası kadardır!” diye cevap verir. Torun: “- Dedeciğim, ben anlayamadım, açıklar mısın?” Dede şefkatle: “- Bak yavrum, geçenlerde komşumuzun çocuğu doğdu. O çocuğun kulağına ezan okundu değil mi? İşte o ezanın namazı kılındı mı? Torun: “- Kılınmadı!” Dede: “- O ezan, namazsız Ezan”dı. İnsan öldüğü zaman kılınan cenaze namazının da ezanı yoktur. O da ‘Ezansız Namaz’dır. Aslında o namazın ezanı, insan doğunca okunmuştu kulağına. İşte yavrum, ömür dediğin Ezanla Namaz arası kadardır.”

İpucu

Genç adam, evinin alt katında marangozluk yapıyordu. Kapı ve pencere konusunda uzmandı. Fakat plâstik pencereler yaygınlaşınca, ahşap olanlara rağbet azaldı. Bu yüzden işler iyi gitmiyordu. Üstelik de çocukları büyümüş, biri hariç okula başlamıştı. Masrafları artınca, yanındaki kalfasına yol verdi. İşe biraz daha erken koyulur, yardımcıya ayırdığı parayı, çocukların harçlığına katardı.            Adam, bir gün çalışırken, elektrik kesildi. Ve uzun süre beklediği halde gelmedi. Aksi gibi, o akşamüzeri teslim etmesi gereken birkaç pencere vardı. Boş kalmayı sevmezdi. Planyayı yağladı, talaşları süpürdü. Biraz dinlenmek için eve çıkarken, sigortaya göz attı. Eğer yanılmıyorsa, bu iş normal değildi. Biri gelip sigortayı kapatmış olmalıydı. Şalteri kaldırınca, atölye aydınlandı. Tahminleri doğru çıkmıştı ama bu işe bir anlam veremiyordu. Şaka dese, böyle bir şaka yapılmazdı. Kendisini kıskanacak bir düşmanı da yoktu. İşe koyulduğunda, yine aynı şey oldu. Ama bu sefer suçluyu görmüştü. O

Ben Neyim, Hem Neyim Var?

  Bu bahçede benim için, ne gül, ne lâle var, Bu pazarda ne alış veriş, ne de para var, Ne kudret ve tasarruf ve ne mal, ne de mülk var, Ne dert, ne zevk ve ne de merhem ve ne yara var, Bu dünyada bilseydim, ben neyim, hem neyim var?   Vücut, lutf-i ilâhî, hayat, rahmet-i kerim! Ağız, atiyye-i Rahman, kelâm fadl-ı kadîm! Beden, binâ-yı hudâ, rûh, nefha-i tekrîm, Kuvvet, ihsân-ı kudret, duygular, vaz’ı hakîm, Bu dünyada bilseydim, ben neyim, hem neyim var?   Bu dünyada gerçekten, benim hiçbir şeyim yok, Ne varsa hep onundur, mülkünde şeriki yok. Cihana gelip gitme, benim de elimde yok, Bu benimdir demeğe, güvenecek senet yok, Bu dünyada bilseydim, ben neyim, hem neyim var?   Varlığım bir görünüş, ruhum bir emanettir, “Ben!” demek bile, ona, pek çirkin bir şirkettir, Kula düşen vazife, sâhibe itaattir, Bana “Kulum!” Demesi, lütuftur, inayettir, Bu dünyada bilseydim, ben neyim, hem neyim var?   Benim fakir ve muhtaç, gınâ, ihsan Hakk’ınd

Niçin Lâ ilâhe illallah demiyorsun?

  Niçin Lâ ilâhe illallah demiyorsun?   Bir gün, Ebû Bekr-i Şiblî; "- Allah Allah!" deyip duruyordu. O sırada bir genç; "- Niçin Lâ ilâhe illallah demiyorsun?" diye sordu. Bunun üzerine Şiblî hazretleri derin bir ah çekerek: "- ‘Lâ ilâhe’ der de ‘illallah’ diyemeden vefat ederim diye korkuyorum." dedi. Bu sözler gence çok dokundu ve orada bir ah çekerek vefat etti. Bunun üzerine gencin yakınları ve vârisleri Ebû Bekr-i Şiblî'yi Halîfeye şikâyet ettiler. Halîfe; "- Yâ Şiblî! Bunların dediklerine ne dersin?" deyince, Şiblî hazretleri; "- Yâ Emîr-el-müminîn! O gencin ruhu, mukaddes olan Allahü Teâlâ’nın cemâline kavuşmayı beklerken, aşk ateşinin bir kıvılcımıyla yanmış, her şeyden alâkasını kesmiş, tâkâtı son dereceye varmış, bu sözün neticesindeki güzellikte sıçrayan bir şimşek, onun canını çarpmış ve sonunda onun rûhu bir kuş gibi kafesinden uçup gitmiştir. Şiblî'nin bunda ne günahı var?" dedi. Bunun ü

Kaybettik…

Dünya malına çok sevdalandık, taktı bizi peşine, Kadın erkek çalışıyoruz, düştük servet derdine… İki yaka bir araya gelmiyor, acep eksik olan ne? Servete Servet kattık ta, bereketimizi kaybettik…   Güzel güzel evler bomboş, herkes iş sahasında, İkinci evi arabayı, nasıl alırım sevdasında, Anne işte olduğu için, çocuklar kreş yuvasında, Evi arabayı kazandık ta, yavrularımızı kaybettik…   Para kazandık lâkin bir sofrada toplanamadık, Ailemizle oturup ta, hoşça sohbet yapamadık, Ne kadar çok kazansak ta, huzuru bulamadık, İşlerimiz genişledi ama ailelerimizi kaybettik…   Anne baba, eş dost akraba, hepsi geride kaldı, Onların yerini şimdi, maalesef para hırsı aldı, Aç kalabilirim korkusu, tüm benliğimizi sardı, Açlığa çare bulduk ta, ana baba duasını kaybettik…   Tarihe şöyle bir bak, bu malın sahibi olmamış, Peygamberimiz, bir vadi dolusu altını almamış, Bu dünya Sultan Süleyman'a bile kalmamış, Bu mal uğruna yeter, kendini heder etme!

Nakşibendi (Hacegan) Yolunun 11 Esası Kelimât-ı Kudsiyye (Kısa)

1 - Hûş Der – Dem: Alınan her nefeste uyanık bulunmak; gaflette olmamak, her nefeste ş uurlu olmak. 2 - Nazar Ber Kadem: Yürürken bakışlarını ayağından ayırmamak, dikkatini dağıtacak hiçbir şeye bakmamak. 3 - Sefer Der Vaten: Kişi her nefesinde Rabbine gittiğinin şuurunda olmak, Halktan ayrılıp Hakk’a gitmek. 4- Halvet Der Encümen: Dışı halkla, içi Hak Teâlâ ile beraber olmak. 5- Yâd Kerd: Hem kalp, hem dil ile zikre devam etmek. 6- Bâz Geşt: Maksadın Allah’ü Teâlâ ve Allah’ü Teâlâ rızası olmasıdır. Bütün dünyevi istekleri terk edip, Allah’ü Teâlâ’ya dönüş. Mürid, “Ya Rabbi, benim muradım, maksadım sensin. Ben senin rızanı talep ediyorum. Hedefim sensin, yaptığım işi senin rızan için yapıyorum!” diyecek. 7- Nigâh Daşt: Kalbi zararlı ve lüzumsuz düşüncelerden korumak. 8- Yâd-ı Daşt: Allah’ü Teâlâ’yı sürekli hatırlamak, asla unutmamak. 9- Vukûfi Zamâni : Vaktin kıymetini bilmek; zamana vâkıf olmak ve zamanı yönetebilmektir. 10- Vukûfi Adedi: Zikir say

Seyyid Abdülhâkim Arvasi Kuddise Sirrûh'tan Hikmetli Sözler -2-

001- Edeb hududa, sınırlara riayet etmek onu taşmamaktır. En büyük edeb ise ilahi hududu muhafazadır, gözetmektir. 002- Allah’ü Teâlâ bir kuluna iman vermişse ona daha ne vermemiştir. İman vermemişse ona daha ne vermiştir! 003- Bizim meclisimizde bulunanlar, sükût içinde otursalar ve sükûttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar. 004- Kur’an-ı kerim şifadır. Fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifa gelmez. 005- Gerçek keramet, kerametin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velinin irade ve ihtiyarı ile değildir. İlahi hikmet öyle gerektiriyor demektir. 006- İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil. 007- Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, iman eksikliğidir. 008- Dünyada haram işleyen kimse, ahirette ondan mahrum kalır. Burada helal şeyleri kullananlar, orada, o şeylerin hakikatine kavuşur. Meselâ, bir erkek, dünyada haram olan ipeği giyerse, ahirette ipek giymekte