Kayıtlar

Peygamberimiz Kur’ân’ı Kerim’i Nasıl Okurdu?

Peygamberimiz Kur’ân’ı Kerim’i Nasıl Okurdu? Yrd. Doç. Dr. Fatih Çollak, Peygamberimizin Kur’ân’ı nasıl okuduğunu ve Kur’an tilâvetlerinde öne çıkan vasıfları anlattı. İşte rivâyetler ışığında nebevî tilâvetin vasıfları… Resûl-i Ekrem Sallallahü Aleyhi Vesellem âlemlere rahmet olarak gönderilmiş [1] ve O’na en büyük mûcize olarak Kur’ân-ı Kerîm verilmiştir [2]. Karanlıklara ışık [3], doğru yola rehber [4] ve müminlere rahmet [5] olan Kur’ân-ı Kerîm, doğruyu eğriden ayıran bir kelâm olarak [6] sözlerin en güzeli [7] ve en doğru yola iletenidir [8]. O Kur’an ki hakîkatin kesin bilgisi [9], mübârek bir zikir [10]ve büyük bir haberdir [11]. Bütün bir âleme ve özellikle doğru varmak isteyene öğüt [12], apaçık bir nûr [13] ve gönüllere şifadır [14]. Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok vasfı içinde ön çıkan bir hususiyeti de “el-Kur’ân” ismiyle ‘okunan kitap’ olması ve daha da ötesi okunması ibâdet telakki edilmesidir. Onu ilk olarak Allah Celle Celâlüh meleklere okumuş ve ta’lim etmiştir

Halime Çavuş

Resim
Halime Çavuş Kastamonu’da doğan, anne-babasının “kızım gitme” şeklinde yalvarışlarını dinlemeden mücadeleye katılan Halime Çavuş, uzun yıllar Halim Çavuş zannedildi. Kurtuluş Savaşı’na giderken erkek kılığına girdi, erkek gibi traş oldu, saçını kazıttı ve kimseye kadın olduğunu söylemeden Türk askerinin arasına karıştı. Mühimmat taşımada birçok görev yaptı. Düşmanın açtığı ateş sonucu bir ayağı sakat kaldı. Bir keresinde İnebolu’dan cepheye cephane taşırken Mustafa Kemal Paşa’ya rastladı. Ancak rastladığı kişinin O olduğunu bilmiyordu Mustafa Kemal Paşa “Sen üşüyor musun böyle?” diye sordu. “Bey, 100 bin kişi kurtulacak. Ben öleceğim de ne olacak?” dedi. (Alıntı)

Hafız Selman İzbeli

Resim
Hafız Selman İzbeli Kastamonu müdafa-i hukuk cemiyeti, kadınlar kolu kurucularından ve Kastamonu'daki İLK KADIN MECLİS ÜYESİ, sıkı bir Atatürk hayranı ve kendi deyimiyle "Cumhuriyet kadını" idi. Kurtuluş Savaşı sonrasında kastamonu'daki kadınları toplamış, asker için çorap, fanila ördürüp cepheye göndermişti. Varlıklı bir aileden geliyordu.Asker kastamonuya geldiğinde hepsini yolda karşılayıp doyurmuştu. Hep ben Cumhuriyetçiyim demiş, savaştan sonra yeni baştan herkes gibi Türkce harflerle okuma yazmayı öğrenmişti. Hafız Selman hanıma milletvekilliği de önerilmişti. "Hafız olduğum için başımı açmam, başımı açamayacağım için de Milletvekili olamam" diyerek kabul etmemişti. (Alıntı)

Sabır Timsali Hanımlar

Sabır Timsali Hanımlar Seminerlerimden birinde; hanımlar eşlerinden şikâyet ediyorlardı. Bir hanımefendi, şikâyet eden hanımları dinledikten sonra hiçbirine hak vermedi ve dedi ki: "10 senedir felçli ve yatalak hâlde bulunan eşime bakıyorum. Sabrediyorum, hiç şikâyet etmiyorum. Bu hanımlar, nelerden dertleniyorlar, doğrusu çok şaşırdım. Lütfen, bu hanımlar, minicik dertlerini dev bilmesinler; bir damla yağmuru sel sanmasınlar." O hanımı dinleyince sabır kahramanlarından birkaç örneği kaleme almak istedim. Çünkü aileyi, dolayısıyla toplumu ayakta tutan sevgi ve şefkat kahramanı hanımlar arasında, çok sabırlı olanlar var. Çok şükür ki hâlâ varlar. Rabb'im sayılarını çoğaltsın... Vehbi Vakkasoğlu 

Sabır ve Şefkat Kahramanı Bir Hanımefendi

Sabır ve Şefkat Kahramanı Bir Hanımefendi Üç çocuk anası bir hanımefendi, Ahmet Şahin Hoca'mızın yanına geliyor ve "Hocam, derdim derindir, bana bir yol gösterin!" diyerek yardım istiyor ve yaşadıklarını şöyle anlatıyor: "Kocam, içki bağımlısı; gece yarılarına kadar meyhanede içiyor. Sonra da geliyor, kapıyı yumruklamaya başlıyor. Çocuklar duyup da huzursuz olmasınlar diye, hemen kalkıp ka­pıyı açıyorum. "Buyur, deyip saygıyla karşılıyorum. Bazen, gecenin o saatinde yemek istiyor. Akşamdan hazırladığım yemekle sofra kuruyorum. Bu defa beğenmiyor, bunlar beklemiş, bana yeniden yemek yap, diyor. "Çocuklar okula gidecekler, uyanıp da rahatsız olmasınlar diye, yine mutfağa giriyor, yeniden yemek yapmaya başlıyorum. Arkamdan geliyor, hazırladığım yemeğe bakıyor, 'Ben bunları yemem, başka yemek yok mu?' diye bağırıp çağırmaya başlıyor. Ben de 'Kazanabildiğim parayla, ancak böyle yemek yapabiliyorum; sen yardımcı olursan istediğini ya

Hacı Bayram-ı Veli

Hacı Bayram-ı Veli Yıl: 1433, Yer: Edirne. İhtiyar subaşı nefes nefese huzura çıkar, Padişahı selâmlar. “Engürü’deki şeyhi getirdik efendim!” der, “Ama ...” -Aması ne? -Bu zat söylendiği gibi etrafına çapulcu toplayan bir fitneci değil. Aksine büyük bir âlim ve gönül ehli. -Nereden biliyorsun peki? İhtiyar subaşı bunları değirmende ağartmadık gibilerden sakalını sıvazlar. “Şu kadarını söyliyeyim” der, “kendisi Şeyh Hamideddin-i Veli Hazretleri’nin halifesi!” -Sen ne diyorsun! -Geleceğimizi biliyordu. Bizi yolda karşıladı. Boynunu büküp bileklerini uzattı, “Haydi evladım” dedi, “zincirleyin beni!” -N’aptık biz. Bir Allah dostunu zincire vurduk desene. -Vurmadık efendim. Aksine yol boyu hizmet ettik. -Gönlünü hoşça tutaydınız. -Tutmaz mıyız? Buruk Tanışma II. Murat ilim meclislerinin yabancısı değildir. Molla Yegân, Molla Gürâni, Molla Hüsrev gibi büyüklerden çok şey kapar. Hani altının değerini sarraf bilir derler ya, Hacı Bayram Veli hazretlerinin kıra

Güvene Lâyık Olmak

Güvene Lâyık Olmak  Tasavvuf tarihinin önemli simalarından Zünnun Mısri (IX. y.yıl) kendisine bir yıl mürid olup hizmet ettikten sonra İsm-i Azam'ı (Allah'ın bütün vasıflarını ifade eden en yüce adı) öğrenmek isteyen Yusuf bin Hüseyin'in arzusunu yerine getirmedi. Bu isteğe gülüp geçti. Aradan tam altı ay daha geçti. Yusuf bin Hüseyin sabırla hizmete devam etti. Bir fırsatını bulup isteğini yine tekrarladı. Zünnun Mısri bu defa Yusuf bin Hüseyin'e ağzı bir bezle bağlanmış bir testi vererek, "Bunun içindeki hediyeyi falan yerdeki filan zata götür" dedi. Dikkatle götürmesini, içindekine bir zarar gelmemesini de ayrıca hatırlattı. Yusuf, hediyeyi aldı ve yola koyuldu. Yolda kendi kendine söyleniyordu: "Bir buçuk yıldır hizmetindeyim, benim bir dileğimi yerine getirmeyen şeyhim, hizmetinde bulunduğum bir buçuk yıldır bir defa ziyaretine bile gelmemiş olan bir dostunu hediye ile taltif ediyor..." Yolculuğu sırasında bir yerde dinlenirken, içini,

Salavatın Kefareti

Salavatın Kefareti Râbia-tül Adeviyye, babası İsmâil'in üç kızı vardı. Bir tane daha doğunca adını Râbia (dördüncü) koydu. Babası çok fakir olduğundan Râbia doğduğu gece evde ihtiyaç olan şeylerden hiçbiri yoktu. Bu duruma annesi çok ağlayıp mahzûn oldu. Efendisine; -Filân komşuya gidip, bir mikdar kandil yağı isteyebilir misin? Dedi. Hazret-i Râbia'nın babası, Allah’ü Teâlâ’dan başka kimseden bir şey istememeğe söz vermişti. Bununla beraber hanımını üzmemek için komşuya gitti. Kapıya elini sürdü ve geri gelip; -Kapı açılmadı, deyince hanımı ağladı. O da çok üzüldü. Babası, başını dizine dayadı ve öylece uyuya kaldı. Rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz, kendisine buyurdu ki: -Hiç üzülme! Bu kızın, öyle bir hanım olacak ki, ümmetimden yetmiş bin kişiye şefâat edecek. Yârın bir kâğıda şöyle yaz: "Sen her gece Peygamber efendimize yüz salevât-ı şerîfe, Cumâ geceleri de dört yüz salevât gönderirdin. Bu Cumâ gecesi unuttun. Bunun ke

Rasulullah'ın Sultan Selim'e Emridir!

Resim
Rasulullah'ın Sultan Selim'e Emridir! Yavuz’un en büyük gururu Osmanlı topraklarını iki katına çıkartması ya da Avrupa’da nüfuzunu artırması değildir. Onu asıl sevindiren Rasulullah’ın beldesinin hizmetkârı seçilmesidir.  Yavuz Sultan Selim Osmanlı’nın en kısa süreli padişahları arasında sayılıyor. Ancak tarihçiler onun bu 8 yıl süren saltanatında 80 yıla sığacak hizmetler yaptığında birleşiyor. Gerçekten de Osmanlı, onun döneminde hazinesini doldurmakla kalmıyor, topraklarını genişletip, siyasi nüfuzunu; Avrupa, Asya, Ortadoğu ve Balkanlarda artırıyor. Babasından devraldığı tatminkâr hazineyi ağzına kadar doldurdu. Hazinenin kapısını mühürledikten sonra, söyle vasiyet etmişti: "Benim altınla doldurduğum hazineyi, torunlarımdan her kim doldurabilirse kendi mührü ile mühürlesin, aksi halde Hazine-i Hümayun benim mührümle mühürlensin." Bu vasiyet tutuldu. O tarihten sonra gelen padişahların hiçbiri hazineyi dolduramadığından, hazinenin kapısı daima

Geçek Zenginlik

Geçek Zenginlik  Başlangıçta Türkistan taraflarında bir bölgenin hükümdarı yani dünya sultanı iken vâkî olan bazı ikazlarla hükümdarlığını bırakıp maneviyat sultanı olmaya azmeden, bunu da gerçekten başaran İbrahim Edhem (VIII. y.yıl) dünya malına karşı o kadar tenezzülsüzdü ki kimseden bir şey istemez ve beklemezdi. Nefsini yokluğa ve mahrumiyete o derece alıştırmıştı ki bir benzerine rastlanamazdı. Birgün büyük velilerden çağdaşı ve hemşehrisi Şakik Belhi ile karşılaştı ve ona sordu: - Ey Şakik nasıl geçiniyorsun? Şakik Belhi cevap verdi: - Bulunca yiyoruz, bulmayınca sabrediyoruz. İbrahim Edhem: - Horasan'ın köpekleri de aynı şeyi yapıyorlar, bulunca yiyorlar, bulmayınca sabrediyorlar, diye karşılık verdi. Belhi sordu: - Peki siz ne yapıyorsunuz? - Biz bulunca dağıtıyoruz, bulmayınca sabrediyoruz. Bizim İbrahim Edhem Hazretleri hakkında söylemek istediğimiz bu değil. İbrahim Edhem'in, amaç edindiği ve ulaşmayı başardığı yokluk ve mahrumi

Er Çilesi

Er Çilesi  Büyük mutasavvıf Hacı Bektaş Veli'ye müridleri bir gün "Sizinle beraber biz de erbaine (çileye, kırk günlük nefsi terbiye edici perhiz) girelim" dediler Hacı Bektaş kendilerine sordu: - Er çilesine mi, kadın çilesine mi? Müridler bundan bir şey anlamayınca açıkladı: - İsterseniz 40 gün bir şey yemeden riyazet (perhiz) yapalım, bu kadın çilesidir İsterseniz 40 gün tuzlu et yiyip su içmeyelim, bu da er çilesidir Müridler bağış dilediler: - Efendimiz biz bu ikincisine dayanamayız! (Alıntı)

En Güzel Kubbe

En Güzel Kubbe  Mevlânâ'nın dostlarından Muiniddin Pervane bir gün Mevlânâ'ya gelerek "Sultanü'l-ulema" diye anılan babası Sultan Veled'in mezarı üstüne eşsiz bir kubbe yapmak istediğini, buna izin verip veremeyeceğini sordu Mevlana şöyle dedi: "Gerçekten çok güzel, benzeri bulunmayan bir kubbe yapabilirsin Bir eşi dünyanın başka bir yerinde bulunmayabilir Ama hiç bir kubbe ilahi şaheser gökkubeden güzel ve üstün olamaz O halde mezar yine Allah eseri kubbe altında kalsın! (Alıntı)

Tevazu

Tevazu Ahmed Rufai Hazretleri, bir gün talebelerine: - İçinizde kim bende bir ayıp görüyorsa bildirsin, dedi. Müritlerinden biri: - Efendim, sizde büyük bir ayıp var, diye cevap verdi. Ayıbını talebesine soracak kadar kendini aşmış bu mütavazi insan hiç kızmadı, talebesi böyle söylüyor diye üzülmedi, belki sadece ayıbından kurtulabilmek ümidiyle sordu: - Söyle dedi, kardeşim, o ayıbım nedir?  Talebe gözleri dolu dolu: - Bizim gibilerin size talebe olması, dedi.  Bu söz gönüllere çok tesir etmiş, sohbette bulunan herkes ağlamaya başlamıştı. Ahmed Rufai Hazretleri de ağlıyordu. Bir ara sadece;  - Ben sizin hizmetçinizim, ben hepinizden aşağıyım diyebildi.  Evet, keşke insanlar tabi olanlara bakıp, tabi olanlarda, tabi olunanı aramasalardı... Zira hem dün, hem bu gün o altın halkayı temsil eden büyüklerin etrafındaki insanlar, ne denli nezih olurlarsa olsunlar, onları gösterebilmekte çok acizdirler. Bugün dahi, bir büyük gönül erinin yanına gelip giden insanlar

Sözün Yalanına

Sözün Yalanına Bir gün Tebriz'de bir Yahudi, Şems'e gelerek: - Müjde ya Şems, Mevlana geliyor! Şems, bu müjde üzerine elinde ne v ar ne yoksa bu Yahudi’ye hediye eder. Biraz sonra başka biri Şems'e gelerek: - Yahudi seni aldattı ve bütün malını aldı. Ortada ne Mevlana var, ne bir şey... Gelen giden yok... Yahudi seni aldattı. Şems: - Biliyorum, ben malımı ve mülkümü bu sözün yalanına verdim, doğrusuna canımı vermek lazımdı. Dostluk... Büyüklerin dostluğu... (Alıntı)