Bişr bin Hâris el-Hâfi Kuddise Sirruh
Bişr bin Hâris
el-Hâfi Kuddise Sirruh
Prof. Dr. Hasan
Kâmil Yılmaz
1987 - Temmuz,
Sayı: 017, Sayfa: 010
Adı Bişr bin
Haris, künyesi Ebü Nasr, lakabı el-Hafî. İtibarlı bir aileden. Merv
reislerinden birinin oğlu. Çocukluğu bolluk ve refah içinde geçti, gençliğinde
kendini oyun ve eğlenceye verdi. Tevbesine sebep şu olaydır: Bir gün yolda
yürürken bir kağıt parçası buldu, onu aldı ve gördü ki üzerinde
"Besmele" yazılıdır. Derhal cebindeki dirhemle güzel koku alarak onu
iyice silip kokuladı ve bir yere kaldırıp koydu. O gece rü'yasında kendisine
şöyle seslenildiğini duydu:
Ey Bişr! Sen
bizim adımızı ayak altından kaldırıp kokuladın, biz de senin adını dünyada ve
ahirette yücelteceğiz.
Hâfi lakabı ile
meşhurdu. Çünkü yalın ayak gezerdi. Hatta yalınayak gezmekten ayaklarının
altının simsiyah olduğu rivayet edilir. Hafi lakabını alması ile ilgili rivayet
şöyledir: Bir gün kapısı çalındı. Cariyesi çıktı ve gelene "kimi
aradığını" sordu. Kapıdaki adam:
Bu evin sahibi
hür mü, kul mu? Diye sordu. Cariye:
Hürdür, diye
karşılık verdi. Adam:
Belli, dedi.
Eğer kul olsaydı kulluğun edebine riayet edecek, oyun ve eğlence ile
uğraşmayacaktı; diye ilâve etti ve çıkıp gitti.
Cariye içeri
girip kapıda olanları Bişr'e haber verince o; yalın ayak adamın peşinden koştu
ve ona yetişerek söylediklerini tekrarlattı. Bişr, bu sözlerden son derece
etkilenerek yalınayak başını alıp gitti. Bir daha ayağına nalin giymedi.
Sordular:
Niçin ayağına
nalin giymiyorsun? Şöyle karşılık verdi:
Mevlam ile olan
sulh ve ahdim yalınayak gerçekleşti, bu yüzden bu halimi değiştirmek istemem.
Memleketi
Merv'de bir süre ilim tahsiliyle meşgul oldu. İlim yolunda seyahatlere çıktı.
Bağdad'a yerleşinceye kadar, Şam ve Lübnan dolaylarında dolaştı. Bu yüzden o,
"seyyah süfiler"den sayılır. Bağdad'a geldiği yıllarda Bağdad, dünya
meraklılarının da, ahiret sevdalılarının da merkezi durumunda idi. O yıllarda
Bağdad'da ilim de, irfan da, ikbal ve makam da mevcutlu.
Bişr, Ahmed b.
Hanbel'le görüştü. Süfyan Sevrî, Fudayl b. İyad, Muafa b. İmran ve İmam
Malik'ten feyz aldı. Hadis ilminde muteber bir ravi idi. Ali b. Haşrem'in
amcazadesi ve mürididir.
Takva ve
vera'sı sayesinde halk arasında muteber bir şeyh, nüfuzlu ve müessir bir mürşid
oldu. Manevi derecesi öylesine yükselmişti ki, halife Me'mün, Onu ziyaret etmek
için Ahmed b. Hanbel'in tavassutunu istemişti. Hatta Halife Me'mun'un onun
hakkında "Bişr Hafî'den başka,bu belde (Bağdat)'de kendisinden haya edilip
çekinilecek bir kimse kalmadı dediği nakledilir. O, kimseden bir şey almaz,
emirlerin ve zenginlerin hediyelerini kabul etmezdi.
Bir gece
Hazret-i Peygamber (s.a.)'i rüyasında gördü. Peygamberimiz sordu:
"Allah'ın seni neden üstün kıldığını biliyor musun?" O: "Hayır
bilmiyorum ey Allah'ın Resulü!" diye karşılık verdi. Hazret-i Peygamber
(s.a.) şöyle buyurdu: "Sünnetime tabi olman, salihlere hizmet, din
kardeşlerine nasihat etmen, ashabımı ve ehl-i beytimi sevmen sebebiyle bu
dereceye nail oldun".
Bişr'in vefatı
227/832'de yetmiş yaşlarında iken Bağdad'dadır.
Şöyle derdi:
"Dünyada
aziz olmak, ahirette selamette kalmak isteyen diline sahip olsun, şahitlik
yapmasın, halka imam olmasın, hiç kimsenin yemeğini yemesin."
"İki şey
kalbe kasvet verir: Çok konuşmak ve çok yemek."
Riya'dan çok
korkar ve insanları şöyle sakındırırdı: "İnsanlarca maruf olmaktan
hoşlanan kimse, imanın lezzetine eremez."
Zaman ve vakit
hakkında şunları söylerdi: "Dün öldü, bugün can çekişiyor, yarın doğmadı.
Öyle ise şu anı değerlendirmek için amele sarıl."
Sordular:
Niye camide
vaaz vermiyorsun? Şöyle cevap verdi:
Camide vaaz
vermek için cami hüviyetli olmak, o işin ehli bulunmak lazımdır.
Ona göre
sofiler üç kısımdı:
Birincisi
istemeyen, verilse de almayanlar. Bunlar, hal sahibi, ruh niyet ehli kimselerdir.
İstediklerinde Allah onlara verir, Allah'a and ettikleri zaman, Allah onları
yalancı çıkarmaz.
İkincisi
istemeyen fakat verildiğinde kabul edenler. Bunlar sufilerin orta tabakasıdır,
tevekkül ve sükun erbabıdır.
Üçüncü ve
sonuncu tabaka, sabrına güvenen ve vaktin gereğine uyanlar. Böylelerini zarurî
ihtiyaçları mecbur bırakırsa, kalbleri Allah'a merbut olduğu halde, çıkıp
halktan isterler.
Onun ilim ve
irfana olan tutkusu, şöhret ve riyaset sevdasıyla değil, sünnete uyma arzusuyla
idi. Nitekim şöyle derdi: "Riyaset arzusuyla ilim yapan, Allah'ı
kızdıracak bir işle O'na yaklaşmaya çalışıyor, demektir. Çünkü ilim sebebiyle
liderlik istemek gökte ve yerde, öfkeyi gerektirir."
Hikmete ermenin
yolunun "Allah'a isyanı terkte" olduğunu söylerdi. O, ibadetin
lezzetine erenlerdendi. Bu lezzete ermenin yolunu şöyle anlatırdı:
"Kendinle arzu ve isteklerin arasına demirden bir perde çekmedikçe
ibadetten lezzet duyamazsın."
Müridlerini
ellerini açmış dua ederken görünce "Dua günahları terktir" diye
uyarırdı. Rızık konusunda halkı vera'ya teşvik eder, özellikle ticaret erbabını
helal ve temiz kazanca yönlendirmeye çalışır, bu konuda varid olan ayet ve
hadisleri sık sık tekrarlayarak "ekmeğini nereden kazandığına iyi bak,
kendini Cehenneme atma" diye öğüt verirdi.
Amellerin şahı
üçtür, derdi.
1. Mal az
olduğunda da cömert olabilmek,
2. Tenhada da
vera' sahibi olabilmek; yani haramdan sakınmak.
3. Kendisinden
korkulan ve birşeyler umulan kimsenin huzurunda da hakkı söyleyebilmek.
Dünya
taliblilerine şöyle çıkışırdı: "Dünyaya talib olan (insan)'dan dünyalık
istemeye utanmıyor musun? Sen dünyalığı, dünyayı elinde tutan (Allah)'dan
istesene!"
Sordular:
-Yediğin
nereden? Şöyle cevap verdi:
Siz benim
nereden yediğimi ne yapacaksınız? Kendinizin ne suretle yediğinize bakınız.
Çünkü gülerek yiyenle ağlayarak yiyen bir olmaz. Az yiyen el, çok yiyene denk
olmaz. Lokma lokmaya eşit değildir.
Vera
ehlindendi. Bu yüzden "Yediğin ekmeğin nereden olduğuna, çoluk çocuğunun
oturduğu evin hangi yoldan kazanıldığına dikkat et!" derdi.
Aza kanaat
etmeyi atâ ve ihsana tercih ederdi.
Sevgilini
kızdırana muhabbet beslemen, sana yakışmaz, derdi. Ona göre sabır, süküttu.
Sükut da sabırdan bir cüzdü, çünkü konuşmaya düşkün kimse, sükutu ihtiyar
edenden daha müttaki olamazdı. Ancak yerinde konuşan ve yerinde susmasını bilen
alimin durumu bundan farklıydı.
"Düşmanın
senden emin olmadıkça kemal ehlinden olamazsın. Dostu kendisinden emin olmayan,
nasıl hayırlı ve kemal ehli olabilir?"
-Rahmetullahi
aleyh-
Kaynaklar:
Sülemî, Tabakatu's-Sufiyye, s. 39-47, Ebu Nuaym, Hilyetu'l-Evliya, VIII,
336-360; Kuşeyri, Risale, l, 73-77; İbn Cevzi, Sıfatu's-Safve, II, 183-190; İbn
Hallikan, Vefeyatu'l-A'yan, l, 112; Şaranî, et-Tabakatu'l-Kübra, l, 84-86;
İbnu'l-İmad, Şezeratu'z-Zeheb, II, 60; İbn Kesir el-Bidaye ve'n Nihaye, l, 297;
İbnu'1-Mulakkın, Tabakatu'l-Evliya, s.109-118; Münavi, el-kevakibü'd,Dürriyye',
l. 208; el-Hücviri, Keşfu'l-mahcub, l, 216-217; Camî, Nefehatu'l-Üns, Terc.
102; Abdulhalim Mahmud Bişr bin Hâris el-Hafi, Kahire 1974.
Yorumlar
Yorum Gönder