Asla ve Asla Kalp Kırmayalım!
Asla ve Asla Kalp Kırmayalım!
En çok sevdiğim
arkadaşım İlhami’yle şakalaşmayı çok severdim. İkimiz de aynı köylüydük, aynı
yatılı öğretmen okulunda okuyorduk. Hatta sıramız bile aynıydı. Onun dersleri
her zaman benden iyiydi. Yazılılarda bana çok yardım ederdi.
O zamanlar sınavlar
test tekniği ile değil klasik yazılı ile yapılırdı. Çok zaman sınavlar; A’lı,
B’li olurdu. Sıranın sağındakiler A solundakiler B iken bazen de tersi olurdu.
A ve B gruplarının
soruları ayrıydı. Bilemediğim soruyu hemen kurşun kalemle kâğıdıma hafifçe
yazardım. İlhami de hemen cevabını hafif şekilde kendi kâğıdına yazardı.
Sorular farklı olduğundan öğretmen de birbirine bakanlara ses çıkarmazdı.
İlhami sayesinde;
hakkım olmadığı halde tüm sınavlardan en yüksek notları alırdım. Ama arkadaşlık
yaparken en ufak şeylerde onu kırar ona küserdim. Çünkü onun notları her zaman
benden daha iyiydi. Bir de benim babam zengin, onun babası fakirdi. O yüzden onu
her zaman küçük görürdüm. Ben ne kadar küsersem küseyim o bana hiç küsmez,
benim sudan bahanelerime darılmaz barışmak için sürekli bana yaklaşırdı. O her
şakayı kaldırırdı ama bana en ufak şaka yapsa ben ona kızar; bağırır,
çağırırdım.
Bir yaz tatilinde ikimiz
de köye gelmiştik. Tam da mantar mevsimiydi. İki arkadaş sözleşerek ertesi gün
mantara gitmeye karar verdik. Elimizde tahta sepetler vardı. Mis gibi kokan
ormanları, buz gibi soğuk kaynak sularını çok özlemiştik.
Ertesi sabah
buluşarak hızlıca ormana gittik. İlhami daha varır varmaz en güzel “kuzugöbeği”
dediğimiz mantarları toplamaya başladı. Ben de tek tük buluyordum. Mantar
toplamada şöyle bir kural vardır. Mantar toplayan kişiler birbirlerine fazla
yaklaşmazlar. Mantarın bol olduğu yerlere “mantar ocakları” denir. Kimse
kimsenin ocağına gitmez. Çok ayıptır. Hatta hırsızlıktan bile kötüdür.
Öğlen olmuş, İlhami
sepetini doldurmuştu. Benim sepet ise yarıya bile gelmemişti.
Hırsımdan,
kıskançlığımdan çatlıyordum. İlhami gözümde dünyanın en kötü en adi birisiydi.
Tabancam olsaydı gözümü kırpmadan vurabilirdim.
Bir soğuk subaşında azıklarımızı yedik. Aramızda
soğuk rüzgârlar esiyordu. O yine benim heyheylerimin başımda olduğunu biliyor;
ne dersem alttan alıyor, ses çıkarmıyordu.
Benim daha fazla
üzülmemi istemeyen arkadaşım bana bir teklif yaptı.
“- İstersen
mantarları yarı yarıya bölüşelim!” Dedi. Ben daha da kızmıştım.
“- Ulan senin
mantarına ne ihtiyacım var! Sen beni dilenci mi zannettin!”
Diye öyle bir
bağırdım ki…
Zavallı arkadaşım
neye uğradığını şaşırdı. Hâlbuki benden güçlü kuvvetliydi. İstese, beni bir
tokatta yere yapıştırabilirdi. Hızlıca toparlanarak çekti gitti. Bu sefer çok
kızgın ve dargın olduğu anlaşılıyordu. Ben hiç acele etmiyordum. Akşama kadar
mantar toplamaya devam edecek sepetimi ve azık sargımı doldurup ertesi gün
İlhami’nin karşısında övünecektim. O üzgün üzgün giderken çok sevinmiştim.
Artık mantar ocakları bana kalmıştı.
O gittikten sonra
içimi bir üzüntü kapladı. Hızlıca yetişerek özür dilemek geldi içimden… “Yok,
canım!” Dedim… “Ben bir şey yapmadım ki…” Peki, ne diye bağırmış ne diye
kalbini kırmıştım.
Mantar toplamaya
başladım. Ne kadar aradımsa, çok az mantar buldum. Ama içim içimi yiyordu. Ya
İlhami okulda gelecek sene başkasıyla oturursa, ya artık bana sınavlarda yardım
etmezse…
“- Aman!!!...” dedim…
“- Kantinde bir
şeyler ısmarlarım olur biter… Nasıl olsa fakirin biri…” “Bir bardak çay parası
bile yok! Üstelik enayinin teki… Ben ne yaparsam yapayım, zaten bana darılmıyor
ki…”
Benliğim öyle
kabarmıştı ki… Kötü huylu, kıskanç, kaprisli olan kendimi akıllı görürken; her
türlü güzel huylu ve mütevazılıği kendinde toplayan İlhami’yi ‘enayi’
görüyordum.
Bu düşüncelerle köye
döndüm. Annem beni göremeyince İlhami’ye sormuş.
O da:
“Biraz sonra
gelecek!” demiş.
Eve gelir gelmez
annem:
“- Oğlum neden
İlhami’yle gelmedin? Çok merak ettim!” dedi.
Ben de;
“- Mantar bulamadım,
sepetimi doldurmak için gelmedim!” dedim.
Annem;
“- Yoksa aranızda
bir şeyler mi geçti. İlhami çok kırgın görünüyordu!” dedi.
Birden içim cız
etti.
“- Evet, anne, biraz
atıştık!” dedim.
Benim kaprislerimi
ve huysuzluklarımı iyi bilen annem:
“- Oğlum git hemen
özür dile! İnsan basit şeyler yüzünden arkadaşını kırar mı? O senin en iyi
arkadaşın! Yalan dünyada kalp kırılmaz. Ya ahirette hakkını helâl etmezse halin
ne olur? Sen hep böyle yapıyorsun…” Demesin mi?
“- Anne! Sen beni
değil de elin oğlunu savunuyorsun! Sen nasıl annesin?” diye anneme de bağırıp
ağlamaya başladım. Annem daha da kızarak;
“- Tüm haksızlıklar
sende! Senin gibi evlât olmaz olsun! Nasıl bu kadar kötü olabiliyorsun! Allah’ü
Teâlâ buyuruyor ki ‘Yere ve göğe sığmam, fakat mü'min kulumun kalbine sığarım!’
Sonra annem de ağlamaya başladı…
Nedense insafa
geldim. Beni o kadar çok seven annemin o hali yumuşamamı sağlamıştı. İlhami’den
gördüğüm bunca iyilikten sonra ona yaptıklarımdan da utanıyordum. Hemen annemin
boynuna sarılarak:
“- Anneciğim sakın
üzülme! Yarın gidip, özür dileyeceğim!” dedim.
Bana o kadar kızan annem birden yumuşamış, yüzüne
gülümseme gelmişti.
“- Öyleyse hemen
şimdi git özür dile!” demesin mi?
“- Ama anneciğim
artık geç oldu! Yarını kurt mu yedi? Yarın gider, özür dilerim!” dedim.
“- Yarının sahibi
Allah’ü Teâlâ’dır. Yarının geleceğini nereden biliyorsun?” deyince…
“- Aman anne çok
büyüttün!” Diyerek konuyu kapattım.
Yatağıma yattığımda
hiç huzurlu değildim. Gerçekten İlhami benim en iyi arkadaşımdı… Bana yapmadığı
iyilik yoktu… Ama ben sürekli onun; saf, temiz yumuşak huylu oluşunu istismar
ediyordum. O beni bir kere bile kırmamıştı. Ben ise onu sürekli kırıyordum. Bir
ara gidip özür dileyim dedimse de içimdeki acımasız ses;
“- Yarın diye bir
şey var? Hem sen şimdi özür dilemeye gidersen annesi babası herkes seni
ayıplar! Ne gerek var?” Diyordu.
Ne kadar uğraştımsa
da kendime laf anlatamadım. Ertesi gün güneş doğar doğmaz özür dilemeye karar
verince uyumuşum. Kâbus gibi karışık karışık rüyalar gördüm.
Kahvaltı başlayınca
annemin hıçkıra hıçkıra ağladığını gördüm. Babam da kahvaltıda yoktu. Galiba
bağırdığım için bana darılmış diye düşündüm.
“- Anne niçin
ağlıyorsun? Dün sana bağırdığım için özür diliyorum! Ne olur beni affet! Babam
nerede?” Dedim.
“- Hayır, onun için
ağlamıyorum!” dedi annem.
“- Dün gece ansızın
İlhami hastalanmış. Gece babası bize geldi. Bizim traktörün önü ile kasabaya
hastaneye götürdüler.”
Beynimden vurulmuşa
döndüm.
“- Allah’ım İlhami
biran önce iyileşip dönsün! Allah’ım İlhami’ye bir şey olmasın! Yolda
karşılayacağım, daha görür görmez, özür dileyeceğim!” dedim.
Saatler geçmek
bilmiyordu. Sürekli arkadaşım İlhami’ye yaptığım kötülükleri, onun bana yaptığı
iyilikleri düşünüyordum. Bütün köylünün gözü yollardaydı. Öğlene doğru bizim
traktör göründü. Öyle sevinmiştim ki… Bir de baktım İlhami ve babası yoktu.
Sadece benim babam vardı.
Daha gelir gelmez
babam:
“- İlhami, “Beyin
kanaması” geçirmiş. Hemen ameliyata aldılar. Yarın haber alırız!” dedi.
Öyle üzülmüştüm ki…
Ağlamaya başladım. Eğer İlhami’ye bir şey olursa kendimi affetmeyeceğim diye
yemin ettim.
Ertesi gün
İlhami’nin cenazesini getirdiler. Bütün köylü ağlıyordu. Çünkü İlhami herkes
tarafından çok seviliyordu.
Doktor eğer
traktörle değil de taksi veya jiple getirseydiniz; belki kurtarabilirdik demiş.
O zaman köyde kimsede taksi ve jip yoktu. Sadece bizim traktör vardı.
Artık; “Yarın diye
bir şey olmadığını” anladım! Ama geç kalmıştım.
“- Kalp kırmanın ne
kötü bir şey” olduğunu belki de İlhami’nin benim yüzümden hastalandığını…”
düşünüyor kahroluyordum.
Sürekli kendime:
“- Ben hiçbir işe
yaramayan bencilin tekiyim! Ben katilim! En yakın arkadaşımı anlamsız
kıskançlığım yüzünden öldürdüm!” diyordum.
Üzüntüden günlerce
hastanede yattım. Ertesi sene sınıfta kaldım. Tüm köylü ve okuldaki
öğretmenlerim şaşırmıştı.
“- Bu kadar başarılı
bir öğrenci nasıl sınıfta kalır? Arkadaşının ani ölümü onu çok sarstı”
diyorlardı.
Allah’ü Teâlâ’dan
başka kimse bilmiyordu ki ben İlhami sayesinde başarı kazanıyordum. Bindiğim
dalı kendi ellerimle kesmiştim. Bir türlü kendimi affedemiyordum.
“- Ne olurdu
arkadaşımın kalbini kırmasaydım, Ne olurdu; ertesi günü beklemeyip o akşam
gidip özür dilesem, boynundan sarılsam, ‘Affet beni canım arkadaşım!’ desem…”
Tek tesellim ise;
Her namazımın ardından ve sürekli olarak İlhami’ye dualar ediyor, Kur’an-ı
Kerim’den Yasin ve Fatihalar okuyorum.
Tabi ki esas sorun
kıyamet günü ortaya çıkacak… Boynuzsuz koyun, boynuzlu koyundan hakkını alacak…
Rabbimiz “Kul
hakkıyla gelmeyin!” Buyuruyor… İlhami benden hakkını isteyince ben ne cevap
vereceğim… Bende o kadar hakkı var ki… Ama benim onda hiç hakkım yok… Hatta ona
çok zulüm ettim. Üstelik altın kalpli canım annemi de kırmış, haklı öğüdünü
dinlememiştim. Annem de benden hakkını isterse… Çünkü dehşetli kıyamet gününde
herkes birbirinden kaçacak… Anne oğlundan, baba kızından kaçacak…
Artık her şey için
çok geç kaldım… Kahroluyordum ama iş işten geçmişti… Kendimi kayalıklardan
atarak intihar etmeyi çok düşündüm. Ama bir vaazda dinlemiştim. Kişinin intihar
etmesi çok günahmış. İnsanın kendini öldürmesi başkalarını öldürmek gibiymiş.
Allah’ü Teâlâ’nın verdiği canı ancak Allah’ü Teâlâ kendisi alırmış. Ama ben
İlhami’nin ölümüne sebep olmuştum. Rabbimiz beni ve benim gibi bencilleri,
haksız yere kalp kıranları önce ıslah edip sonra affetsin!
Hayat yaşadığımız andır.
‘Sonra” diye bir şey
yoktur. Sonra”nın sahibi Allah’ü Teâlâ’dır. Sonra’yı bize ya gösterir ya
göstermez.’
O halde yaşadığımız
anın kıymetini çok iyi bilmeli, zamanımızı faydalı işlerle değerlendirmeli,
asla ve asla kalp kırmamalıyız.
Yaşar Akkaş
28 Haziran 2016
Yorumlar
Yorum Gönder