Mürşidin Huzurundaki Edepler
Mürşidin Huzurundaki Edepler
Herkesin
terbiye seviyesi edebiyle anlaşılır. Özellikle kalbi Allah’ü Teâlâ’nın nazar
yeri ve “Manevi Kâbe” hükmünde olan kâmil mürşidi ziyaret anında edebe
çok dikkat etmelidir. Bu şerefli makamda ve yüksek huzurda gerekli edebleri iyi
bilmeliyiz. Bunları kısaca açıklıyoruz:
·
Abdestli Olmak ve Temiz Giyinmek
·
Kâmil insanı ziyaret ederken, taşıdıklar
ilahi şerefe hürmeten abdest almak gereklidir. Mümkünse gusül abdesti
almalıdır.
·
Bir mürşidin eli zaruret anında
abdestsiz olarak öpülebilir, Yoksa abdest için imkân ve zaman varken lakayt bir
şekilde mürşidin elini öpüp geçmek edebe uygun değildir. İhmale dayanan bütün
davranışlar müridi ve talebeyi zarara sokar. Edebi hafife almak kalbi dağıtır,
faydayı azaltır, feyzi keser. Hâlbuki muhabbet gevşeklik değil, edep ister.
Edep zillet değil, izzettir. Müminleri seven sevilir, onlara hürmet eden hürmet
görür, tevazu gösteren yücelir, hizmet eden şereflenir.
·
Bu yolun büyükleri, mürşid ve
üstatlarını ziyaret anındaki edeplere çok dikkat ederlerdi. Onları büyük eden
de zaten bu edepleriydi.
·
Büyük veli İmam Kuşeyri Kuddise Sirrûh şöyle
der:
·
“İlk günlerimde, mürşidim Ebu Ali
ed-Dakkak’ın Rahmetullahi Aleyh yanına gittiğimde muhakkak oruçlu olurdum ve
gusül abdesti alırdım. Çoğu zaman medresesinin kapısına gelir, Hazretin haşmet
ve heybetinden dolayı “Benim gibi birisi onun yanına giremez!” düşüncesiyle
kapıdan geri dönerdim. Cesaret edip de içeriye girerek medresenin ortasına
geldiğimde beni mürşidimin heybeti kaplar ve bundan dolayı irkilirdim. Çoğu
zaman vücudum heyecan ve heybetten donuklaşırdı. Öyle ki birisi iğne ile bana
dürtecek olsa hissetmezdim. Huzuruna oturunca, derdimi dille ifade etmek zorunda
kalmazdım. O, aklımdan geçen konulara tek tek cevap verirdi. Buna çok defa
şahit oldum. Ona karşı öyle hürmet hisleriyle doluydum ki, bazen bu zamanda bir
peygamber gönderilse idi acaba ona karşı bundan daha fazla hürmet etmeye güç
yetirebilir miydim diye düşünürdüm. Mürşidime karşı hep bu hisler içinde
kaldım; kendisi vefat edene kadar içimle ve dışımla hiç bir hâline itiraz
etmedim.
·
Kendisine karşı bu derece hürmet
gösterilen büyük veli Ebu Ali ed-Dakkak ise Rahmetullahi Aleyh şöyle demiştir:
·
“Ben, mürşidim Nasrabâdî’nin huzuruna
her girdiğimde muhakkak bir gusül abdesti alırdım.”
·
Büyük veli Şeyh Ebu Medyen el-Mağribi Kuddise
Sirrûh demiştir ki:
·
“Manevi terbiyeye girdiğim ilk günlerde,
yıkanıp gusül almadan, elbisemi, asâmı ve üzerimde bulunan bütün eşyamı
temizlemeden mürşidimin huzuruna girmezdim. Ayrıca, kalbimdeki bütün ilimleri
ve zanna dayalı bilgileri bir kenara bırakıp bomboş ve mahzun bir kalple yanına
varırdım. Beni kabul ettiğinde ve bana yöneldiğinde, bunu saadet sebebi bildim.
Benden yüz çevirdiğinde ve beni kendi hâlime terk ettiğinde, kusuru kendimde
gördüm ve nefsimi suçladım.”
·
Mürşidin huzuruna temiz bir kıyafetle
çıkmalıdır. Zira Resûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz şöyle buyurur:
·
“Allahu Teâlâ temizdir; ancak temiz
olanları kabul eder.”
·
“Allah
güzeldir; güzelliği sever.”
·
Kirli, paslı, yırtık, dağınık bir
kıyafet ile mürşid huzuruna çıkmak edebe uygun değildir. Giyilen elbise eski
olabilir, fakat kirli ve pis kokulu olmamalıdır. Mümkünse beyaz elbise tercih
edilmelidir. Kaba desenli ve karışık renkli elbiselerden sakınmalıdır. Vücut,
saç ve sakal temizliğine özen göstermelidir. Varsa hafif ve güzel koku
sürünmelidir. Ağızda soğan, sarımsak ve aşırı sigara kokusu bulunmamalıdır. Bu
tür kokusu rahatsız edici maddeleri kullananlar, ibadet ve ziyaret sırsında
ağızlarını temizlemeli, mürşidini ve müminleri rahatsız etmemelidir.
·
Sofi sadeliği sevmeli, içini de dışı
gibi temiz, sade ve düzenli yapmalıdır.
·
Sadat-ı Kiram, müridlerin dışından çok
içlerinin ve kalblerinin temiz olmasını isterler. Kalbi kin, haset, gösteriş,
kendini beğenme, aşırı dünya muhabbeti ile kirlenmiş kimselerin, dış
giysilerini tertemiz etmesini ve görüntü ile yetinmesini ihlas ve mertliğe
uygun görmezler. Dışı temiz, içi kirli olmak ikiyüzlülüktür ki, mürşidlerin
gönlü en fazla bu durumdan rahatsız olur.
·
Büyük arif Abdulvehhab Şarânî Kuddise
Sirrûh, bu hususta şu uyarıyı yapıyor:
·
“Mürşidin huzuruna pejmürde, kirli
paslı, dağınık elbise ile girmemelidir. Temiz olmalı ve namaza giriyormuş gibi
özen göstermelidir. Bunun için en güzel elbiselerini giyinmeli, bunun yanında
iç âlemindeki günah kirleri için de istiğfarla meşgul olmalıdır.”
·
Ayağa Kalkmak ve El Öpmek
·
“Ashab-ı Kiram yaş ve faziletçe büyük
olanların elini öpmeyi sünnet olarak görüyorlardı.”
·
Anne-babaya, alime, mürşide, salih
insanlara ve adil idarecilere hürmet edip ayağa kalkmak müstehaptır.
·
Özellikle kâmil mürşide son derece
hürmet göstermelidir. Aslında hürmet edilen şahıs değil ondaki takvadır. Gönül
verilen et-kemik değil manadır. Bütün bunların sahibi Yüce Mevla’dır. Cenab-ı Hakk
kimi takva ile şereflendirmiş, kendisine izzet vermiş ve muhabbet elbisesini
giydirmiş ise o, kâmil bir insandır. Kâmil insan, tam hürriyyetine kavuşmuş
gerçek bir sultandır. Ondaki bu muhabbet insanın kalbini çekmekte, ilahi heybet
herkesin boynunu bükmektedir. Bu hâl veliliğin işaretidir, ona karşı gösterilen
hürmet de müminliğin alametidir, kesinlikle zillet değildir.
·
Resûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimizin
büyüklere karşı tavrımızı şöyle belirlemiştir:
·
“Büyüğümüzü (hürmetle) yüceltmeyen,
küçüğümüze merhamet göstermeyen, âlimimizin hakkını bilmeyen bizden değildir.”
·
Kâmil mürşid, her yönden hürmet ve
saygıya layıktır. Çünkü o takvaya ulaşmış bir Allah dostudur ve edep yolunda
bir imamdır. Ayrıca müridin terbiyesini üstlenmiş manevi bir babadır. O aynı
zamanda helali haramı öğreten bir alimdir. Gece gündüz Allahu Teâlâ’ya ihlasla
kulluk eden bir salih insandır. Allah sevgisinde kaybolmuş bir Hakk adamıdır.
Resûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimizin varisidir.
·
Mürşid içeri girince veya yanımıza
gelince ayağa kalkılır. Elini öpmek için durum uygunsa bir izdiham yapmadan
edeple yanına yaklaşılır. Oturuyorsa diz çökerek, ayakta ise hafifçe boyun
bükerek eli nezaket ve sükunetle bir defa öpülür. Kendisine sırt dönmeden geri
geri giderek huzurdan çıkılır.
·
Mürşid ziyaret edilirken veya kendisiyle
konuşulurken, edeb ve heybetten dolay karşısında hafifçe boyun eğilse de, beli
kırıp iki büklüm olmaya gerek yoktur. Hele ayağa kapanmak, etek öpmek, cübbeye
asılmak, mürşidi yüzüne karşı övmeye kalkmak, yağcılık yapmak gibi hareketlerden
kesinlikle sakınmak gerekir.
·
Kâmil mürşidin derdi müridlerine el
öptürmek değil edep öğretmektir. Eğer insandaki kibri ve benliği yok etmek için
edepten daha güzel bir şey olsaydı, mürşidler muhakkak onu tercih ederlerdi.
·
El öperken, bağırıp çağırmaya, yapmacık
sevgi gösterisinde bulunmaya gerek yoktur. Ziyaret esnasında Allah dostlarına
karşı hasret ve samimi sevgiden dolayı gözden sevinç yaşları gelebilir. Bu
durumda hemen sükunetle bir kenara çekilip dua ve istiğfar içinde Allahu Teâlâ’ya
şükredilmelidir. Çünkü kalbe atılan bu muhabbet Allahu Teâlâ’nın bir
hediyesidir, buna şükür gerekir.
·
Mürşidlerin en rahatsız olduğu şey,
birilerinin yapmacık hareketler ile kendilerine yakınlık göstermesi, hürmet
etmesi ve etrafındakilerin dikkatini çekmesidir. Hele mürşide yakın gözüküp
hâlkın gözüne girmeye, ona gösterdiği hürmetle milletin rağbetini çekmeye
çalışanlar, kâmil mürşidlerin en nefret ettiği kimselerdir.
·
Bu yol tamamen samimiyet üzere
kurulmuştur. Mürid, ibadetlerinde olduğu gibi normal davranışlarında da
gösterişten uzak olmalıdır.
·
Sükûnet ve Tevazu
·
Kâmil mürşidi ziyaret anında gereken en
önemli edeplerden birisi de, sükunet, sessizlik ve kalp uyanıklığıdır. Mürşidin
bulunduğu meclise giren kimse, onun nazarları altına girmiş durumdadır. Bundan
sonra var gücüyle edebe sarılıp mürşidin kalbindeki nur ve muhabbete
yönelmelidir. Mürşidin huzurundaki bu mühim edepleri, Seyyid İbrahim Fasih Kuddise
Sirrûh, şöyle açıklamaktadır:
·
“İlahi feyzin gelişi, mürşidin
huzurundaki edepleri korumaya bağlıdır. Bu edepler zahiri ve batıni olmak üzere
iki kısımdır. Zahiri edep, müridin vücut azaları ile koruyacağı edeplerdir. Bu
edepler şunlardır:
·
Mürid, mürşidinin huzurunda otururken
devamlı onun yüzüne bakmamalıdır. Boynunu bükerek oturmalı, tıpkı sultandan
kaçan ve daha sonra yakalanıp huzura getirilen bir kölenin teslim olup ve boyun
büktüğü gibi bulunmalıdır. O huzurda daima, huzur, saygı ve hürmet içinde
olmaya çalışmalıdır.
·
Mürid, mürşidin izni olmadan oturmamalı,
müsaade edilmeden konuşmaya, kendiliğinden soru sormaya başlamamalıdır. Ancak
hatme sırasında içeri giren kime izin almadan oturur.
·
Mürşidin huzurunda başkalarına iltifat
etmemeli, konuşmayı gerektirecek bir zaruret yokken yanındakilerle konuşmaya,
hâl-hatır sormaya yönelmemelidir. Mürşidin yanındaki kimseler, ileri seviyedeki
kimseler olsa bile, rağbetini sadece mürşide yöneltmelidir.
·
Mürid mürşide yapılacak bütün hürmet ve
saygının aslında Allahu Teâlâ için yapılmış bir sevgi ve tazim olduğunu
bilmelidir.
·
Mürid, mürşidin huzurunda sessiz ve
sakin olarak oturmalı, gözlerini kapamalı, feyiz elde edebilmek için kalben
Allah’a yalvarmalıdır. Bu esnada istediği feyzin kendisine gelmesi için bir
merkez konumunda olan mürşidinin kalbine yönelmelidir.
·
Mürşidin huzurunda bulunurken dikkat
edilecek batınî edeplerin en önemlileri şunlardır:
·
Mürid, mürşidinin huzurunda bulunurken
kalp uyanıklığına çok dikkat etmelidir. Kalbinde yersiz düşünceler ve
vesveseler olmamalı, gelirse onlara iltifat etmemelidir. Mürşidini imtihan
etme, içinden ona karşı gelme ve itiraz etme gibi düşünceler taşımamalıdır.
Bunlar onun mürşidin kalbinden ve gözünden düşmesine sebep olur. Böylece
mürşidin teveccüh ve sevgisinden mahrum kalır. Allah’ın veli kullarının
nefretini çekecek şeylerden şiddetle sakınmalıdır. Allahu Teâlâ’nın nazar
mahalli olan bir gönülden düşmek, gök yüzünden yere düşmekten daha
tehlikelidir, denmiştir.
·
Mürid huzurda kalbini toplayarak feyiz
talep etmeli, kalbini mürşidinin kalbine bağlayarak onun yüksek teveccüh ve
iltifatını beklemelidir. Güneşin her tarafı kapladığı gibi, mürşidin feyzinin
de herkesi içine alacağını bilmelidir.
·
Mürşid, kendisinden feyiz talep
edilmesini bekler. Mürid kendi eksikliğinden dolay mürşidinden bizzat feyiz
alamasa da, güzel zannını bozmamalı, itikadını güzel tutmalı, kusurun kendinden
kaynaklandığını bilmeli ve sabırla beklemelidir. Bu kadarı bile yeterlidir.
·
Mürid, mürşidinin başkalarıyla meşgul
olmasına bakarak “o şu anda benden habersizdir, benimle ilgilenmiyor, bu
durumda ben kendisinden nasıl istifade ederim ve feyiz alabilirim” diye
düşünmemelidir. Çünkü, mürşidin zahirde insanlar ile meşgul olması onu Hak’tan
uzaklaştırmadığı gibi, aynı anda kalbiyle müridleriyle ilgilenmesine de mani
değildir. Kâmil mürşidin ilahi tecellilere ayna olan kalbi yeri ve göğü aynı
anda seyredecek bir genişliğe sahiptir.
·
Kalbiyle Mürşide Yönelmek
·
Mürid, kendisini ölümcül bir hastalığa
yakalanmış kabul etmeli ve ilacının mürşidinde olduğunu bilmelidir. Öyle olunca
bütün kalp ve ümidiyle yönelmesi gereken tek makam mürşidi olacaktır. Çünkü
takdir edilen şifa müride onun vasıtasıyla gelecektir.
·
Gönlünü bir noktada toplayamayan kimse
gerçek manada hiçbir mürşidden istifade edemez
·
Merhum Seyyid Muhammed Raşid Rahmetullahi
Aleyh Hazretleri, bir sohbetlerinde kalbi kendi mürşidinde toplamakla ilgili şu
olayı nakletmişti:
·
Gavs-i Hizanî Hazretleri Kuddise Sirrûh
bir sofisin yanına alarak mürşidi Seyyid Taha’nın Kuddise Sirrûh ziyaretine
gittiler. O zaman Seyyid Taha Kuddise Sirrûh hayatta idi. Hakkari’nin Nehri
köyünde ikamet ediyordu. Köye yaklaştıklarında, o gün Seyyid Taha’nın Kuddise
Sirrûh teveccüh yapacağını öğrendiler. Gavs-i Hizani Kuddise Sirrûh buna çok
sevindi. Seyyid Taha gibi bir zatın teveccühüne gireceğiz ne mutlu bize dedi ve
yanındaki sofiye teveccühle ilgili bilgiler verdi, nasıl hareket edileceğini
anlattı, peşinden de:
·
“Sabah bir şey yiyip içme, çünkü
teveccühe aç karınla girilir.” dedi. Köye vardılar. Herkes teveccüh için
hazırlık yapmaya başlamıştı Gavs-i Hizani’nin sofisi ise heybesinden bir şeyler
çıkarıp yemeye başladı. Bunu gören Gavs-i Hizani Kuddise Sirrûh sofisine:
·
“Ben sana teveccühe girerken bir şey
yenmeyecek demedim mi, sen ne yapıyorsun, sanki inadına yiyorsun!” deyince,
sofi:
·
“Kurban siz teveccühe girenler bir şey
yemezler buyurdunuz. Ben teveccühe girmeyeceğim ki bir şey yemeyeyim. Seyyid
Taha Hazretleri sizin şeyhinizdir, siz onun teveccühüne girebilirsiniz. Benim
şeyhim ise sizsiniz, ben ancak sizin teveccühünüze girerim!” diye cevap verdi.
Gavs-i Hizani Kuddise Sirrûh sofisinin bu edep ve ince anlayışından çok memnun
kaldı. Daha sonra ben, bu sofisinin isminin Ali Can olduğunu öğrendim.”
·
Büyük veli İmam Sühreverdi Kuddise
Sirrûh, mürşid huzurundaki en kazançlı işi şöyle tarif ediyor:
·
“Mürid, mürşidinin huzurunda ona nazar
ederek ondaki nûraniyet içinde kaybolmaya çalışmalı ve Cenab-ı Hakk’ın ona
ikram ettiği ilahi ihsanlara gönlünü açmalıdır. Bu onun için her şeyden daha
kazançlıdır.”
·
Şu ayet-i kerimeler, her mümine, alim ve
salihlerin meclisinde nasıl hareket edeceklerini öğretmektedir:
·
“Ey iman edenler! (Sözünüz ve işinizle)
Allah ve Resûlünün önüne geçmeyin. (Size verilen emrin ve öğretilen edebin
dışına taşmayın). Allahtan korkun. O, herş eyi işiten ve bilendir.”
·
“Ey iman edenler! Seslerinizi
Peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın. Onu, birbirinizi çağırır gibi
çağırmayın; yoksa hiç haberiniz olmadan hayır amelleriniz boşa gider. Şayet
onlar, sen yanlarına çıkana kadar sabretselerdi, kendileri için daha hayırlı
olurdu.”
·
Arifler bu ayetlerden müridin dikkat
edeceği pek çok edep ortaya çıkarmışlardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
·
Mürid, mürşidi konuşurken ve yürürken
izinsiz veya emirsiz önüne geçmemelidir.
·
Mürid, mürşidinden izinsiz veya
işaretsiz söze başlamamalı, mürşidinin tavrına dikkat etmeli, onu konuşmaya
zorlamamalıdır.
·
Mürid, dini ve dünyası ile ilgili ciddi
bir iş yaparken mürşidine danışmalıdır. Mürşidle bir konuyu istişare ettikten
sonra onun açıkça yapılmasını istediği şeyleri yerine getirmelidir. Çok soru
sormanın çok yük getireceğini unutmamalıdır.
·
Mürşide gerekli gereksiz sık sık soru
sormak sakıncalıdır. Verilecek her cevap müridin istediği gibi olmayabilir. Bu
durumda soru sorup da aksine gitme ve yanlış yapma tehlikesine girmemelidir.
Çok soru sormak her zaman güzel sonuç vermez. Her sorunun bir cevap hakkı
olduğu gibi, her cevabın da gereğini yapma görevi vardır. Mürşidine danıştıktan
sonra onun verdiği emrin tersine gidenlerin yüzü gülmemiştir. Şu hadis-i
şerifin uyarsına dikkat edilmelidir:
·
“Ben sizi terk ettiğim (size bir şey
söylemediğim) müddetçe beni kendi hâlime bırakınız. Size bir şey söylediğim
zaman da onu yapınız. Sizden öncekiler ancak peygamberlerine çokça soru sorup
verilen cevaba ters hareket etmeleri sebebiyle helak oldular.”
·
Mürşidle konuşurken onun duyacağı kadar
alçak bir sesle, hürmet ifade eden güzel kelimelerle az ve öz konuşmalıdır.
·
Mürşide ismi ile değil, güzel bir sıfatı
veya meşhur olduğu lakabı ile hitap etmelidir. Efendim, Kurbanım, Gavsım,
Seydam, gibi…
·
Ziyaret veya istişare için en uygun
vakit seçilmelidir. Mürşidin ziyaret ve istişare için belirlediği vakitlere
dikkat etmelidir. Belirlenen vaktin haricinde kapısına yığılmaktan ve sık sık
içeri haber göndermekten çekinmelidir.
·
Mürid, kendisine zuhur eden manevî
halleri muhakkak mürşidine arz etmelidir. Büyükler: “Hâlini mürşidinden
gizleyen kimse ona ihanet etmiş olur.” Demişlerdir. Bundan daha tehlikelisi,
mürşidinden başkasına hâlini anlatıp ondan medet ummaktır. Şunu bilmek gerekir:
Manevî terbiyede müride kendi mürşidinden başka kimseden fayda olmaz, hatta
zarar olur.
·
Vesveseye Önem Vermemek
·
Bir mürşidi ziyarete giden insan
esasında Cenab-ı Hakk’ın rızasına yönelmiştir. Elini mürşide veren mürid,
gönlünü Yüce Rabbine vermek istemektedir. Günahlarından pişman olarak mürşidini
şahit tutup Allahu Teâlâ’ya yaptığı tövbe ise şeytan ve nefsin tasallutundan
kurtulup sırf Yüce Mevla’ya kulluğa söz vermektir. İşte bu güzel niyet ve
yöneliş, şeytanı harekete geçirmektedir. Aslında şeytanın yaptığı ve yapacağı
tek iş, kalbe vesvese vermektir. Şeytan bu vesvese ile nefse kötü şeyleri
güzelleştirir, hayırlı amelleri zor gösterir.
·
Şeytan hak yoluna yönelen kimsenin önüne
çıkıp onu boş şeylerle meşgul edip türlü türlü vesveseler verir. Kalbi olumsuz
düşüncelerle meşgul eder. Gönle aslı esası olmayan şüpheler atar ve kaçar. Bu
tür vesveselere maruz kalan bir insan, aklına her gelenin hayır ve doğru
olduğunu zannederse perişan olur. Vesveseyi ciddiye alan kimsenin kalbinin
huzuru kaçar, ibadetinin neşesi bozulur. Bu duruma düşen müridin mürşidine
karşı güzel düşüncesi kaybolur.
·
Bu tür düşüncelerin Hakka ve hayra
yönelen her kalbe gelebileceğini ve bunların zaten müminlerde görüleceğini
bilmek ve kabul etmek gerekir. Onun için bize hâkim olan bu tür duygulara
itibar etmemeli ve onlardan korkmamalıdır. Kalbe gelen bu tür kötü düşünceler,
akılla haklı bulunmaz, dille savunulmaz ve amel olarak ortaya konulmaz ise
müride hiç bir zararı olmaz. Hatta, onların şeytandan olduğu bilinip
reddedilerek şerrinden Allah’a sığınmakla sevap bile kazanılır.
·
Resûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz,
nefis ve şeytandan kaynaklanan kötü düşüncelerin konuşulmadığı ve onlarla amel
edilmediği müddetçe affedildiğini müjdelemiştir.
·
Ashaptan bazıları Allah Resûlüne Sallallahü
Aleyhi Vesellem gelerek: “Ey Allah’ın Resûlü! İçimize öyle kötü düşünceler
geliyor ki, gökten düşüp parçalanmak onları söylemekten daha iyidir; bunun
sebebi nedir? Diye sordular, Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem “Bu kalbinizdeki
imandan kaynaklanıyor.” buyurdu.
·
Kendi Nefsiyle Meşgul Olmak
·
Şeytan müridi hak yolundan caydırmak ve
kalbini kaydırmak için kâmil mürşidin zahirine baktırır, kendi nefsi ve hâliyle
kıyas yaptırır ve peşinden de: “O da senin gibi bir insan, seni Allah’a o mu
ulaştıracak?” şeklinde bir sürü vesvese verir. Bu tür düşünceler gerçek ilim ve
irfanla aydınlanmayan gafil nefsin boş kuruntularıdır.
·
Terbiye olmanın ve ilerlemenin esası
kendini kusurlu ve hasta görmektir. Benim kimseye ihtiyacım yok demek insanı
olduğu noktada bırakır.
·
Gerçek bir mürşidi bulana kadar akıl
kullanılmalıdır. İrşat işinde alim, arif ve ehil olmayan kimseden şiddetle
kaçılmalıdır. Ancak irşat ve takvası, edeb ve hayası ile kâmil mürşid olduğu
güneş gibi açık olan bir arife ulaştıktan sonra, aklı ona itiraz için değil,
itaat için kullanmalıdır.
·
Mütehassıs bir doktorun elinde tedavi
gören bir hasta, artık niçin ve nasılı bırakıp kendisine verilen ilacını
içmeli, doktorun tavsiyelerine uymalıdır. Akıl bunu gerektirir.
·
Arifler demişlerdir ki, kendini salih
gören kimsenin salihleri ziyaret etmesinin pek faydası olmaz. Kâmil Mürşidi
Bulduğuna Sevinmek
·
Mürid, kâmil bir mürşid bulduğuna her
şeyden çok sevinmelidir. İnsana dünya ve ahirette faydası olacak bir dostun
nasip olması Allahu Teâlâ’nın en büyük nimetlerinden birisidir. Allah için
sevginin sonu Allah’ın rızasıdır. Ahirette, Allah için birbirini seven
muttakilerin dışında herkes dünyada nefsi için dost ettiği kimselere düşman
olur.
·
İmam Rabbanî Kuddise Sirrûh Hazretleri
demiştir ki:
·
“Allah dostlarını sevmeyi Cenab-ı Hakk’ın
en büyük nimetlerinden birisi saymalıdır. Cenab-ı Hakk’tan bu sevgide samimi
olmayı istemelidir. Bu büyüklere bağlılık sebebiyle hasıl olan az bir şey de
çok kabul edilmelidir. Zira o, az değildir.”
·
Bazen müridin güzel hâli değişir,
muhabbeti azalır, feyzi kesilir, amele karşı şevki azalır. Bu durumda sabırla
amele ve yola devam etmelidir. Bu hâl münafıklık değildir, belki manevi
zayıflıktır. Benzer durumlar Ashab-ı Kiramda da oluyordu. Bir defasında
ashaptan bazıları Rasulullah Efendimize Sallallahü Aleyhi Vesellem gelerek:
·
“Biz sizin huzurunuzda iken güzel bir
hâlde oluyoruz, sizden ayrılınca farklı bir hâle giriyoruz.
·
Bu nasıl bir şeydir anlayamadık!” diye
hâllerinden şikâyet ettiler. Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem:
·
“Siz bu hâller içinde Peygamberiniz
hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sordu; onlar da:
·
“Seni gizli ve açık her hâlimizde hak
peygamber olarak kabul ediyoruz, bu konuda hiç bir şüphemiz yok.” dediler.
Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem:
·
“Sizin başınıza gelen o hâl nifak
değildir.” buyurdu.
·
Demek ki muhabbet Allah vergisidir.
Kalplere dilediği gibi hükmeden Allah’u Teâlâ’dır. Müridin muhabbeti azalsa da
mürşidine karşı itaat ve edebe devam etmelidir. Kâmil mürşidler müridlerinden
samimiyet ve edebi yeterli görürler.
·
Mürşidden Keramet Beklememek
·
Bazı müridler, mürşidden keramet
beklerler ve onun kâmil bir veli olduğunu ancak bu yolla anlayacaklarını
düşünürler. Bu yanlış bir beklentidir. Keramet beklentisi daha çok aklı ve
iradesi zayıf insanların işidir. Teslim ve tabi olmak için keramet şart
değildir. Mürşidde görülen takva, istikamet, edep ve ilahi cezbe, aklı olanı
cezbetmeye yeterlidir.
·
İnsanları irşat etme görevini dostlarına
Allahu Teâlâ vermiştir. Onlara bu görevle birlikte üstün kabiliyetler ve büyük
yetkiler de bahşetmiştir. Velisine kullarını gönderen, kalbleri istediği yöne
çeviren, dilediğine aşk, istediğine cezbe veren, kulları içinden sevip seçtiği
bir dostunu bu işte vesile eden Allahu Teâlâ’dır. O, dostlarının üzerine
rahmetini indirir, bu rahmetle ilahi destek gelir ve kalpler Mevla’ya yönelir.
·
Bir kimsenin veli olduğunun en büyük
alameti, kendisini görenin kalbini cezbetmesi ve o kalbi Allah’ın zikrine sevk
etmesidir.
·
Bir insanın kalbinin dünyadan çekilip
Allahu Teâlâ’ya yönelmesinden, eşyayı bırakıp Mevla’yı sevmesinden ve kötü bir
huyunu terk etmesinden daha büyük bir keramet yoktur.
·
Elbette velilerde keramet vardır.
Keramete inanmak haktır. Ancak, bir veliyi göstereceği kerameti ile
değerlendirmek yanlıştır.
·
Nakşibendi yolunun ulu velilerinden Hace
Ubeydullah Ahrar Kuddise Sirrûh anlatıyor:
·
“Semerkant’ta beni müthiş bir göz ağrısı
tuttu ve kırk gün devam etti. O sırada içime Hace Alaeddin Gücdevani’yi görmek
arzusu düştü. Kendisinin büyüklüğünü ve üstün vasıflarını duymuş fakat saadetli
yüzünü hiç görmemiştim. Bir gün Buhara’ya gittim ve yolumun üstündeki bir
mescide girdim. Mescidin bir köşesinde nur yüzlü bir ihtiyar oturuyordu. Gönlüm
bu ihtiyara kapıldı. Huzuruna vardım, üç gün sohbetine katıldım. Üçüncü gün
bana bakıp:
·
“Kaç gündür gelip sohbetimize
katılıyorsun, isteğin nedir? Eğer, bu adam şeyhtir kerametini göreyim diye
geliyorsan bizde öyle şey arama! Eğer sohbetimizi beğendin de kendinde bir
değişiklik hissediyorsan, sana ve bana mubarek olsun. Peşine düşülecek nimet
budur.” buyurdu. Bir de anladım ki bu zat, hayali ile yanıp tutuştuğum Hace
Alaeddin Gücdevani Hazretleri imiş. Bunu öğrenince öyle sevindim ki, kırk
gündür ağrıyan gözlerimin acısı bir anda kesiliverdi. Mürşidden Bir Misafir
Gibi İltifat Beklememek
·
Mürşide gidenlerin bir beklentisi de
özel iltifat görmek, mürşidle sohbet ve muhabbet etmek, hususi meclisine girmek
ve nazarları altında bol bol feyiz almak düşüncesidir. Bu arzu güzeldir, ancak
iş müridin düşündüğü ve beklediği gibi olmayabilir.
·
Her iltifat hayra alamet değildir. Bir
kere, kâmil velinin gerçek iltifatına mazhar olmak ve bu iltifatın hakkını
korumak kolay değildir. Bu yolda hiç terlemeden, yolun zahmetini çekmeden, dost
için göz yaşı dökmeden karşılık beklemek hak değildir. Arifler, çilesiz sevgi
tatlı olmaz demişlerdir.
·
Büyük veli Seyyid İbrahim Fasih
Nakşibendi Kuddise Sirrûh bu hususa şöyle dikkat çekmiştir:
·
“Mürid, mürşidinin kendisine karşı
yönelmesine ve iltifat etmesine aldanmamalı, hatta içinden bu özel muamelenin
sona ermesini arzulamalıdır. Yani mürid mürşidinden saygı ve hürmet
beklememelidir. Çünkü mürşidin müridine karşı saygılı bir tavır takınması aslında
helak edici bir durumun habercisidir. Zira mürşidin bir müride böyle davranması
aslında onun sadık olmadığını bilmesinden ileri gelir.
·
Bir mürşid, bazen müride sert davranıyor
ve onun nefsini küçültecek davranışlara giriyorsa bu mürid için bir rahmettir.
Çünkü mürşid onu gerçekten terbiyesine almıştır ve kendisiyle ilgilenmektedir.
Öyleyse mürid bu duruma sabretmelidir. Herkes ayrı bir imtihan içinde olduğunu
unutmasın.
·
Gavsu’l-Azam Seyyid Abdulhakim
el-Hüseyni Hazretleri bir sohbetinde şunları anlatmıştır:
·
“Biz Hazne’de bulunduğumuz sürece Şah-ı
Hazne bize hiç iltifat etmezdi. Yanında bir ay kaldığım zaman bile ancak bir
kaç kelam ederdi. Ben bu hâle çok üzülürdüm. Bir gün yine bu düşünce ile mahzun
bir hâldeydim. O sırada Şah-ı Hazne bize şu sohbeti yaptı :
·
Mürşidin zahirdeki iltifatına gönül
bağlayan kimsenin maneviyatta nasibi azdır. Müridin teslimiyeti tam olarak
gerçekleşip feyiz ve himmet alabilme kabiliyetine sahip olduğu zaman mürşid, o
müride zahiren iltifat etmez.”
·
Bir gün, mürşidim ve aynı zamanda
kayınpederim olan rahmetli Sultan Muhammed Raşid Kuddise Sirrûh Hazretleri
zamanında muhterem babam Seyyid Abdulbaki Hazretlerini üzüntülü gördüm. Kendisi
o zaman halifeydi. Üzüntüsünün sebebini sordum, şöyle anlattı:
·
“Keşke Seyda’nın yanında senin oğlun
kadar, Seyda’nın küçük torunları kadar olsaydım, onlar kadar kıymetim olsaydı.
Ben dikkat ediyorum Seyda sizin çocuklarınız ile ne kadar ilgileniyor, onları
seviyor; oysa benim yüzüme dahi bakmıyor!”
·
Ben babamın bu sözüne çok üzüldüm. Belki
adapsızlıktı ama kendisine:
·
“Kurban, vallahi insan birisine kızınca,
sevmeyince onun semtine dahi uğramak istemiyor, değil kendisini tavuğunu bile
göresi gelmiyor. Vallahi Seyda’nın sana kızması mümkün değildir. Kendin de
görüyorsun ki senin çocuklarınla, torunlarınla kendi evlatlarından daha fazla
ilgileniyor. Eğer seni sevmeseydi mümkün değil böyle yapmazdı” dedim. O zaman
muhterem babam şunları söyledi:
·
“Vallahi gözüm hiçbir şeyi görmüyor;
benim imanım Seyda’ya teslimdir. Benim en büyük korkum Seyda’nın benden
rahatsız olup incinmesidir. Yoksa ilgi, alaka beklediğimden değil.”
·
Mürid şunu iyi bilmelidir: Mürşidinin
kendisine karşı göstermiş olduğu tavır müride ilaçtır. Mürşid, müridin manevi
doktoru olması hasebiyle, onun tedavisini yapacak odur. Onun hangi hastalığına
hangi ilacın lazım olduğunu en iyi o bilir ve ona uygun tedavi yapar. Mürid,
mürşidi kendisine nasıl davranırsa davransın, nefsi için lazım olanın o
olduğunu, hayrının onda bulunduğunu kesin olarak bilmelidir. Mürşid müridin
keyfine göre davranırsa, nefsin hastalıkları nasıl tedavi olacaktır. Müridin
mürşidinden ilgi, sevgi ve özel iltifat beklemesi bu yolda en büyük
adapsızlıktır.
·
Zâhire Değil, Gönle Bakmak
·
Bazen zayıf bir müridin ayağı ve kalbi
kaymasın diye kendisine mürşid tarafından güzel muamele edilir; hâlbuki diğer
müridler ondan daha sevimlidir. Bu, mürşidin şefkatinden ve ince siyasetinden
kaynaklanmaktadır.
·
Ashab-ı Kiram’dan Sad b. Ebi Vakkas Radiyallahü
Anh anlatıyor:
·
“Bir defasında Resûlullah Sallallahü
Aleyhi Vesellem Efendimiz, bazı insanlara mal veriyordu. Ben de yanlarında
oturuyordum. Orada bulunan muhacirlerden birisine bir şey vermedi. Bana göre
onların içinde en faziletli ve ikrama en layık olanı o idi. Böyle düşünerek,
Efendimizin Sallallahü Aleyhi Vesellem yanına yaklaşıp:
·
“Ey Allah’ın Resûlü! Şu falancıya niçin
bir şey vermiyorsunuz? Vallahi ben onu salih bir mümin olarak görüyorum! Dedim.
Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem:
·
“Müslüman desen daha iyi olur! Buyurdu.
Ben biraz sukut ettim. Sonra dayanamadım tekrar söyledim, ama aynı cevabı
aldım. Üçüncü de Allah Rasulü Sallallahü Aleyhi Vesellem şöyle buyurdu:
·
“Ben bazı insanlara böyle mal ve hediye
veriyorum ki, İslam’dan çıkıp yüz üstü cehennemi boylamasınlar. Aslında
kendisine bir şey vermediklerim bana, bunlardan daha sevimlidir.”
·
Allah Rasulü Sallallahü Aleyhi Vesellem baz
insanların imanlarını zayıf buluyordu. Bunun için onlara kalblerini dine
ısındıracak ve kendisine bağlayacak davranışlarda bulunuyordu. Kendisine
iltifat ve ikram etmediği sahabinin ise imanına güveniyor, onu içten seviyor,
fakat kendisine zahiren bir iltifat göstermiyordu. Mürşidler de Hz Peygamber’in
Sallallahü Aleyhi Vesellem varisi olarak onların usulü üzere müridlerini
terbiye ederler.
·
İmam Sühreverdi’nin Kuddise Sirrûh
anlattığı şu hadise de bu konuda güzel bir örnektir.
·
“Şeyh Abdulkadir Geylanî’ye Kuddise
Sirrûh, dervişlerinden birisi ziyarete gelince kendisine haber verilirdi.
Hazret, hâlvete girdiği yerden gelir, kapıyı açar, selam verir, müridle bir
musafaha eder ve kendisiyle hiç oturmadan hâlvethanesine geri dönerdi. Henüz
mürid olmayan birisi kendisini ziyarete gelince çıkıp kendisini karşılar, onunla
oturur sohbet eder, ikramlarda bulunur, kendisiyle bir hayli ilgilenirdi. Bu
durum bazı dervişlere ağır geldi. Hazret bunu haber aldı; sebebini şöyle
açıkladı:
·
“Bizim gerçek dervişlerle bağımız ve
bağlantımız kalbdendir. Hem derviş bizdendir, bizim ehlimiz arasındadır.
Aramızda yadırganacak bir hâl yoktur. Bunun için onlara karşı muamelemizde bu
şekilde kalblerimizin birliği ile yetiniyoruz. Yeni gelen birisi ise, zahiri
iltifatlara alışmış birisidir. Ona böyle davranmaz isek kalbine soğukluk gelir
ve bizden uzaklaşır. Bu sebeple böyle davranıyoruz.
·
Mürşid-i Kâmilin Gönlüne Girme Yolu
·
Mürşidin gönlüne girmenin ve kimseyle
sıkışmadan onu ziyaret etmenin en güzel yolu, kalp yoludur. Bu yolun nasıl
açıldığını Nakşibendi yolunun pirlerinden Şeyh Safi Kuddise Sirrûhşöyle
anlatır:
·
“Ben, ulu arif Hace Ubeydullah Ahrar Hazretlerinin
yüksek huzuruna vardığım zaman yirmi iki yaşındaydım. Henüz kendisiyle
şereflenmeden Mevlana Cami Hazretleri ile tanıştım ve kendisine bu yola girme
isteğimi açtım. Bana:
·
“Sen gençsin, bu yolda yenisin. Hace
Ubeydullah Ahrar Hazretleri ulu bir zattır. Yüksek hâllerinden dolayı
müridleriyle fazla meşgul gözükmezler. Sen onun bu durumundan dolay pişman
olmayasın. Eğer mutlaka kendisine intisap etmek kararını verdiysen önce git
Mevlana Siraceddin Kasım Hazretleri ile görüş, ondan bu işin edebini ve yolunu
öğren.” dedi. Ben de:
·
“Bana bir tavsiye mektubu verin de
Mevlana Kasım’a götüreyim, sizden geldiğimi söyleyeyim ki benimle ilgilensin”
dedim. Kabul etti. Mektubu Mevlana Kasım Hazretlerine götürüp takdim ettiğimde
hemen ayağa kalkıp mektubu öptü ve başı üzerine koydu. Bana pek çok iltifatta
bulundu. Sonra beni karşına alıp şöyle dedi:
·
“Bende bir ilim ve hüner yoktur ki size
vereyim. Madem ki bana bu tavsiye mektubu ile geldiniz ve her hâlinizle bir aşk
adamı olduğunuzu göstermektesiniz, size bu zamana kadar kimseye açmadığım bazı
hususi hâlleri bildireyim:
·
Hace Ubeydullah Ahrar Hazretleri hâlkın
gönlünü ve iç yüzünü okuyacak bir ferasete sahiptir. Ben buna çok defa şahit
oldum. Aksine ihtimal bile veremiyorum. Sana düşen vazife şudur: Huzuruna
varınca gönlünü tamamen ona ver ve neticeyi bekle. Göreceksin ki mürşidimiz,
sultanlar ve idareciler tarafından devamlı ziyaret edilmektedir. Bu yüzden
fazlaca vakit harcamış olmaktadır. Kendisinin zâhirî ve bâtınî meşguliyetleri
çoktur. Müridleri ile tek tek ilgilenmeye vakitleri ve dereceleri müsait
değildir. O hâlde her şey müridin istidat ve gayretine kalmaktadır. Rabıta
yoluyla onun gönlüne girmeye çalışmalı ve bu yolla kalben kendisiyle özel
görüşme sağlamalısın. Hazretin yanına her taraftan akın akın insan geliyor,
fakat bu inceliği bilmediklerinden ve bu işin aslından gafil olduklarından
çokları muradına eremeden, hazretin bereket ve feyzinden mahrum olarak geri
dönüyorlar.”100
·
Mürşid güneş gibidir; Allahu Teâlâ’nın
kendisine ikram ettiği nur, sevgi, feyiz ve rahmetle herkese yönelmiş
durumdadır. Artık o ışıktan nasibini almak müride kalmaktadır. Bunun için mürid
kalbini açmalı ve hasretle mürşidten gelecek ilahi nasibini beklemelidir.
·
Aslında her şey ilahi takdire bağlıdır.
Kuluna dilediğini verecek olan Allahu Teâlâ’dır. Mürşid ilahi taksimle
belirlenen şeyleri yerine ulaştırmakla görevlidir. Mürid işin kader yönünü
bilmekle sorumlu değildir. Ona gereken zahiri edeplere dikkat etmektir. Bir de
maneviyat yolunda gayret ve himmetini yükseltmeli, aza kanaat etmemeli, Allahu Teâlâ’dan
daha fazla manevi ilim ve güzel ahlak istemelidir. Şu da unutulmasın ki Cenab-ı
Hakk her şeyi bir ölçüyle vermekte, hikmetle yaratmaktadır.
Kaynak: Arifler Yulunun Edepleri
S. Muhammed Saki Haşimi
Yorumlar
Yorum Gönder