İmanın Dereceleri


İmanın Dereceleri

Allah'a îmân üç derecedir:

1 - İlme'l-yakîn
2 - Ayne'l-yakîn
3 - Hakka'l-yakîn

Bunları bir misâl vererek îzâh edelim...

Meselâ bir şehrin ismini verdiler, "Bursa diye bir şehir var" dediler. Bursa adında bir şehrin var olduğunu öğrendik, öyle haber verdiler, fakat gidip görmüş değiliz. Bu "ilme'l-yakîn" mertebesidir.

Ne zaman ki, o şehri görmek isteyip yola çıkarız ve şehre yaklaşırız. İşte o anda, şehrin umûmî görünüşünü yani bir dağ eteğine mi kurulmuş, yoksa bir göl ya da deniz kenarına mı kurulmuş, ne kadar büyüklükte bir saha üzerinde kurulmuş, binâları nasıldır, bütün bunları şehre yaklaştıkça görüp idrâk ederiz ve bu bilgimiz "ayne'l-yakîn" derecesindedir.

İşittikten sonra, bir de kendi gözümüzle görmüş ve o şehrin hakîkaten var olduğunu idrâk etmiş oluruz. Fakat bu derecedeki bilgimiz, bize o şehir hakkında tam bir bilgi vermiş olmaz. "Uzakdan şehri gördüm işte" deyip geri dönmek mantıklı bir insanın yapacağı iş değildir. Bir de şehrin içine girip görmek lâzımdır. Zîrâ kişi, henüz şehrin ne sokaklarını, ne semtlerini, ne de binâlarını görmüş değildir. Nihâyet kişi, şehri karış karış gezerek, o şehirde bizzat yaşayarak, o şehir hakkında ne varsa hepsini öğrenip bilmiş olur ki, bu elde edilen bilgi derecesi de "hakka'l-yakîn" derecesidir.


BİL-BUL-OL

Böylece önce "ilme'l-yakîn", yani işitmek, sonra "ayne'l-yakîn", yani görmek, daha sonra da "hakka'l-yakîn", yani tatmak derecelerine ulaşmış oluruz.

Îmânın üç derece olduğunu bu dünyâdaki misâliyle verdik. Şimdi bu misâli göz önünde tutarak, Allah'a îmânın derecelerini tekrâr tedkîk edelim.

Allah'ın varlığını ve bir olduğunu ve bütün bu âlemlerin sâhibi, yaradıcısı olduğunu, O'nun resûlleri vâsıtası ile işittik ve îmân ettik. İşte bu îmân, "ilme'l-yakîn" derecesidir. Bütün akıl, iz'ân ve idrâk sâhibleri bu derecede bir îmâna sâhibdirler. Kısacası bütün mü'minlerin îmânı "ilme'l-yakîn" derecesindedir.


İkinci dereceye girmeye hak kazanacak sıfatlara sâhib olan mü'min, Allah'ın yalnız sevdiği bir kulu değil, aynı zamanda takdîr ve tebcîl ettiği bir kulu olmuşdur. O'na, (Mademki, sen bana bu kadar yaklaşmak için gayret sarf ettin, o halde senin bu emek ve gayretlerini boşa çıkaracak değilim. Sana hasretini çektiğin cemâlimi gösteriyorum) buyurulacaktır. Artık o kişi, dünyâda her eşyâda Allah'ın varlığını görür, hisseder, düşünür. Onun için dünyâda hiçbir zaman rûh sıkıntısı, manevî boşluk, gâile, gam, keder v.s. gibi elem verici şeyler kalmaz, gönlü safâya erer. Kimbilir belki de savtsız, cihetsiz, mekândan münezzeh olan Allah, bi-zâtihî cemâlini gösterdiği kimseler, bu ihtişâm karşısında, çok miktarda suyu ufak bir bardağa boşaltırken taştığı gibi, Hallâc-ı Mansûr, Bayezid-i Bestâmî gibi kendilerini kaybederler de, denizlerin bir nihâyeti olduğu halde, bir bardağa değil, en büyük kaplara dahî sığdırmak imkânsız iken nihâyetsiz olan Allah zevki, nasıl taşmasın? Taşar da, Hallâc gibi "ene'l-Hakk" der...

Mest olanların kelâmı kendinden gelmez velî
Pes "ene'l-Hakk" nice söyler kişi Mansûr olmadan

"Ayne'l-yakîn" mertebesine erişen kimseleri, Allah'ın da takdîr ve tebcîl ettiğini söylemiştik. İşte bir de bundan daha ileri olan bir üst derecesi vardır ki, "Hakka'l-yakîn" mertebesidir. Bu mertebeye ayak basmış kimseler, Allah'ın emir ve nehiyleri hakkında en titiz, en hassas, en itâ'atli olanlardır. Hattâ farz olan emirlerden ve sünnetlerden başka nevâfil dediğimiz ibâdetleri, yapılıp yapılmamasında bir mecbûriyet olmayan ibâdet ve tâ'atleri dahî hassâsiyetle, istek ve arzu ile yapanlardır. Artık bu gibilerle Allah arasında teklif-tekellüf dahî kalmaz, aradaki perdeler kalkar. Allah ile olur, Allah'da olur. İşte, Allah ile olmak, Allah'da olmak demek bu demekdir. Artık bu mertebeye dâhil olanlara bazı mübah olan, yani yapılıp yapılmamasında herhangi bir günâh ve sevâb olmayan şeyler bile yasak olur. Öyle ki mübah olanı yani yapılmasında bir suç olmayan bazı hareketleri yaptığımızda meselâ; sâdece vakit geçirmek, eğlenmek için, Allah'ın emirlerine muhâlif olmamak şartiyle yaptığımız hareketlerle, eğlencelerle günâha girmiş olmayız. Buna mukâbil "hakka'l-yakîn" mertebesinde bulunan bir kişiye, bunlar da yasak olur. Onlar Allah'dan başka
bir şey tefekkür ettiler mi, günâhkâr olurlar. "Bu nasıl şey?" diye soranlara, yine dünyâdan misâl verelim, çünkü dünyâda hiçbir şey yokdur ki, âhiretin bir nümûnesi olmasın. Yani âhiretde ne varsa onun bir ifâdesi, bir nümûnesi, bir örneği ve bir işâreti mutlaka ve mutlaka dünyâda vardır. Bulup, görebilene!

Dünyâda her insanın bir mesleği vardır. Her mesleğin de kendine göre, bir şerefi, bir haysiyeti vardır. Yine bu mesleklerin her birinde çeşitli insanlar çalışıp hayatlarını kazanırlar. Kimisi mesleğini iyi kavrayıp refâha kavuşur, kimisi de doğru dürüst gayret göstermediği için iki yakası bir araya gelmez. Sıkıntı, geçim darlığı çeker veya çok çalışıp gayret gösterdiği halde işinin püf noktalarını kavrayamadığı için emeği boşa gider. Bu verdiğimiz misâl "ilme'l-yakîn" mertebesinde olanların durumudur. İşte bu meslek sâhiplerinden bazıları mesleklerinde ilerlerler ve pek çok kimse tarafından tanınır, sevilir, sayılır, hürmet edilir, itibar gösterilir. Refah içerisinde, mal ve mülk sahibi de olabilirler. Bu kimselere topluluğu idâre etmek gibi vazîfeler verilmek istenir. Çünkü, herkesçe malûmdur ki , o adam mesleğinde hakîkaten dürüstlüğü ile doğruluğu ile tanınmış, o halde bizleri de idâre edebilecek seviyededir, deyip söz birliği ile onu başa getirirler. İşte bu mertebe de "hakka'l-yakîn" derecesine benzer...

Bu yüce vazifeye seçilmiş olan kişi, artık evvelce yapabildiği bazı serbest hareketleri yapamaz. Eğer yapmağa kalkarsa ve buna devâm ederse o mevkiden onu indiriverirler. Meselâ bu adam çok mühim vazîfeleri varken, onları bırakıp başkaları gibi çok zaman eğlence peşinde koşarsa, "bu mevkiye lâyık değildir" diye bu pâyesi elinden alınıverir. İşte buna benzeterek söyleyelim ki, "hakka'l-yakîn" mertebesine erişmiş büyük evliyâullah da, bizlerin icrâ ettiğimiz halde günâha girmediğimiz bazı mübah hareketleri icrâ ederlerse günâha girmiş olurlar. Aynen misâlde verdiğimiz gibi. Buna ilmî ta'bîr ile "Hasenâtü'l-ebrâr seyyiâtü'l mukarrabîn" denir...

Bahsettiğimiz büyük mevki sahibi adamın itibarı ile her hangi bir meslek sahibi adamın itibarı arasında nasıl büyük fark varsa, "ilme'l-yakîn" derecesinde olan bizler ile "ayne'l-yakîn" ve "hakka'l-yakîn" derecesine vâsıl olan evliyâullah arasında da öyle muazzam bir fark vardır. Hele Peygamber Efendimiz  ile bizim aramızda...

"Peki biz hiç bu "ilme'l-yakîn"den öteye geçemiyecek miyiz?" diyenlere tekrar şöyle îzâh edelim:

Elbette büyük mevki sâhibi olan o adam, o mertebeye vâsıl oluncaya kadar birçok merhaleler geçirdi, oraya lâyık birisi olduğunu tavır ve hareketleri, nâmûs ve iffeti ile isbât etti, ilim tahsîl etti ve sâire... Aynı şeyleri yapan herkes aynı mevkîye şübhesiz ki çıkabilir, yeter ki dediğimiz şartları yerine getirsin. Aynen bunun gibi kısaca söyleyelim. Bir kimse, Allah 'ın emirlerini zamanla ve gittikçe artan bir titizlik ve hassâsiyetle, hürmetle yerine getirirse ve onun sevgili Habîbini mutlakâ her şeyinden, mâl, mülk, rütbe, âile ve sâire hattâ nefsinden fazla severse böyle bir kulun velî olmasına hiçbirşey mâni' değildir. Fakat dediklerimizi yerine getirmek şartı ile. Esâsen Allah'ı ve Peygamberini (sallallahu aleyhi ve sellem) tanıyıp îmân eden ve onun yolundan giden her mü'min bir velîdir, Allah'ın dostudur. Bizler ile yüce velîlerin arasındaki fark, işte bu amellerin ve muhabbetin ziyâdeliği sebebi iledir...

İRŞAD Cild 1, Sayfa 112-115

Efendi Hazretlerinin bir sohbet meclisinde lutfettikleri bir kıssa tevhîdin "Hakka'l-yakîn" derecesini pek güzel tarif ettiği için o sohbet kaydını da buraya kaydetmeyi münâsib gördüm...
Muzaffer Ozak, İRŞAD

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Esmaül Hüsna (Arapça- Türkçe) دُعٰٓاءُ اَسْمٰٓاءُ الْحُسْنٰى

Şifa Salavâtı (Salavâtı Tıbbil Kulubi/Salâvatı Tıbbiye)

Güzel Ahlakla ilgili 40 Hadis