Mahremiyet ve Tesettür
Mahremiyet
ve Tesettür
Ebubekir
SİFİL
İnsanı
yaratan Allah, dünya ve ahiret selametimiz için koyduğu sınırlara uymamızı
bizden talep ediyor.
Bu
çerçevede dinin meşru saymadığı, yani haram işlerden sakınmamızı emrediyor.
Haram;
yani güzel olmayan, yani çirkin olan, yani insanlık onuruyla bağdaşmayan her
türlü tutum, davranış…
Dininin
belirlediği ölçülere riayet edip düşük sıfatlardan arınanları ise müjdeliyor.
Bu
müjdeden nasipdar olmak için özenle korunması gereken sınırlardan biri de
mahremiyet. İffetli ve hayâ sahibi olarak yaşamanın anahtarı mahremiyet.
Ve Müslüman
kadının mahremiyetinin tezahürü tesettürdür, yani örtünmedir…
Yüce
dinimiz, güzel ahlâkın insanın fıtrî bir özelliği olduğunu vurgular. Yani
insan, yaradılışından iffetli, namuslu, hayâ sahibidir. Allah’ın verdiğine
razıdır, başkalarında olana göz dikmez. Kendisinde olanı, mahrem alanını da
başkalarına göstermez.
Dinimiz,
“haram”, “mahrem”, “avret” gibi kelimelerle ifade edilen hususlara hassasiyetle
eğilmiş ve bu kavramların anlattığı her ne varsa, onların uluorta
sergilenmesini yasaklar. Hususiliğinin korunmasını ve özenle muhafaza
edilmesini emreder.
İşte
bu, en geniş manasıyla örtünme (tesettür) emridir ve “gizlenmek, saklanmak,
korunmak, açıkta ve ortalık yerde bulunmamak” gibi anlamlara gelen bu emrin
muhatabı kadın-erkek bütün Müslümanlardır.
Tesettürü
doğuran ilke olarak mahremiyet
Müslüman,
fıtratını yani yaradılış özelliklerini muhafaza ettiği için hayâ sahibidir ve
sahip olduğu bu özellik onu bazı şeyleri başkalarının görmesinden ve dikkatini
çekmekten sakındırır.
Söz
gelimi, Müslüman için yaşadığı ev, başkalarının serbestçe muttali olmaması
gereken “mahrem” bir ortamdır. Bu sebeple İslâm’da eve “haram” denmiş ve
Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem, başkalarının evine (mahremiyet bölgesine)
izinsiz girmeyi ve başkalarının özel hallerine muttali olmayı yasaklamıştır.
Bunu fiilen kendi özel hayatında da titizlikle uygulayan Efendimiz Sallallahü
Aleyhi Vesellem, penceresine boydan boya çift kanatlı perde çektirmiş, kapısını
da kalın ahşaptan yaptırmıştır.
Bu
mahremiyete uyma hassasiyetinin, doğal olarak İslâm medeniyetinin ev ve şehir
mimarisine de yansıdığını görürüz. İslâmî mimari, evlerin önünde bulunan ve
“hayat” denilen bahçeyi insan boyunu aşan yüksek duvarlarla dışarıdan ayırmış,
böylece yabancı bakışların bahçe içindeki günlük hayata sızması engellenmiştir.
Yüce
dinimizin öngördüğü bu mahremiyet, sadece evin içiyle dışı arasında cereyan
eden bir hassasiyetin ifadesi değildir. Aziz Kitabımız, aynı ev içinde
yaşayanların bile birbirlerinin mahremiyetine riayet etmeleri, hizmetçilerin ve
çocukların, belli vakitlerde ebeveynin odasına girerken izin istemeleri
gerektiğini ifade buyurmuştur:
“Ey
iman edenler! Emriniz altında bulunanlar ve içinizden henüz ergenlik çağına
girmemiş olanlar, sabah namazından önce, öğleyin soyunduğunuz vakit ve yatsı
namazından sonra, yanınıza girecekleri vakit sizden izin istesinler. Bunlar
mahrem halde bulunabileceğiniz üç vakittir. Çocuklarınız ergenlik çağına
ulaştıklarında, öncekiler (büyükleri) izin istedikleri gibi (her geldiklerinde)
izin istesinler…” (Nur, 58-59)
Her
yerde herkes için örtünme
Kişinin,
ev içi ahvalini yabancı gözlerden saklamak için alması gereken tedbirler nasıl
birer “tesettür” ise, toplum içinde mahrem alanımız olan vücudumuzun
yabancılara teşhirini önlemek için örtünmek de tesettürdür.
İslâm
âlimleri, bir Müslümanın vücudunun nerelerini kimlere karşı ve nasıl örtülü
bulundurması gerektiği konusunu, erkeğin erkeğe, erkeğin kadına, kadının kadına
ve kadının erkeğe karşı tesettürü olarak dört başlık halinde ele almışlardır.
Bu
bakımdan, tesettür kadın-erkek her Müslümanı ilgilendirir. Hiçbir Müslüman
erkek de tesettürden müstağni değildir.
Bununla
birlikte tesettür konusu daha çok kadının erkeğe karşı tesettürü çerçevesinde
yoğunlaşmıştır. Tamamen fıtrî, yaratılıştan kaynaklanan sebeplerle kadının
tesettürü konusu daha kapsamlı olarak ele alınmıştır. İslâm dininin erkekten
farklı olarak kadına daha kapsamlı bu örtünme emrinin altında yatan temel
sebep, insan tabiatında var olan ve dinimizin emir ve yasaklarına uygun olarak şekillendirilmesi
istenen şehevi arzudur. Bu arzu, kontrol altına alınmayıp terbiye edilmediği
zaman birey ve toplumların huzurunu bozacak güçte sonuçlara sebep olmaktadır.
İffet, hayâ gibi duyguların gelişmesi bu tehlikeyi bertaraf edecek ve bu
duygular ancak tesettür ile belirlenen mahremiyet alanlarında filizlenip
gelişebilecektir.
Yüce
Rabbimiz erkekle kadını farklı yaratmıştır. Fiziksel güç, soğukkanlılık,
metanet, itidal gibi özellikler genel olarak erkekle birlikte anılırken, kadın
zarafet, duygusallık, nezaket, şefkat, merhamet gibi özelliklerle donanmıştır.
Kadının bu özellikleri ön plana çıkarıldığında, daha doğrusu “teşhir
edildiğinde” haberlerde çokça örneğini gördüğümüz türden toplumsal problemler
sökün etmekte ve bundan en başta kadınlar olmak üzere bütün toplum zarar
görmektedir.
İffet
ve temiz toplum
Modern
hayat tarzını benimseyen toplumlarda görülen cinsellik temelli suçların, “az
gelişmiş” olarak nitelendirilen toplumlara oranla çok daha fazla olması,
yukarıdaki tesbiti doğrulayan önemli bir şahittir. Hatta ülkemizde bile
şehirlerle daha küçük yerleşim birimleri arasında, ahlâk zafiyetleri ve
kadınların maruz kaldığı çirkin muameleler bakımından büyük farklılıklar
bulunduğu gözlemlenmektedir.
Bu
manzaranın izahını, ahlâkın ve hayâ duygusunun zaafa uğraması yanında, art
niyetli emelleri tahrik eden davranış ve giyim-kuşamlarda aramak gerektiğini
düşünüyoruz.
Örtünmenin
içsel derinliği
İslâm,
insanların sadece dışa yansıyan tavır ve davranışlarını ıslah etmekle kalmaz,
aynı zamanda ve daha öncelikli olarak insanın iç dünyasını, kalbini kötü
düşüncelerden ve kötülüğe kapı açabilecek düşünce ve duygulardan arındırmayı
hedefler.
Kadın
ve erkeği fıtraten karşı cinse meyilli olarak yaratan Rabbimiz, insan neslinin
devamını bu meyile bağlamış ve fakat onun kontrolden çıkmaması için de sınırlar
koymuştur.
Bu
sınırları “özgürlüğün kısıtlanması” olarak görenler, günümüz Batı toplumlarının
geneline hakim olan dejenerasyon ve çürümeyi göz önüne getirmelidir.
Örtünme,
Müslüman kadın için sadece yabancı bakışlara ve art niyetli yaklaşımlara karşı
bir “korunma aracı” değildir. O, kadınla erkek arasında meydana gelmesi her an
için mümkün ve muhtemel olan meşru olmayan yakınlığı engellemenin de bir
aracıdır. Bu açıdan bakıldığında, örtünmenin şekli de ortaya çıkar. Kadın-erkek
arasındaki cazibeyi, çekimi, etkilenmeyi engellemeyen örtünmenin de tesettür
olmadığı anlaşılır.
Sözünü
ettiğimiz bu yakınlaşmanın önüne geçmek sadece kadının görevi ve sorumluluğu
değildir. Erkek de kadın kadar sorumludur. “Mümin erkeklere söyle, gözlerini
harama dikmesinler, ırzlarını korusunlar. Çünkü bu daha temiz bir davranıştır.
Şüphesiz Allah, onların yaptıklarından haberdardır.” “Mümin kadınlara da söyle:
Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Ziynetlerini (süslerinin
takılı olduğu boyun, kulak, baş, kol ve bacak gibi yerlerini) açıp
göstermesinler… ” (Nur, 30-31) ayetlerinde hem erkeklere, hem kadınlara
haramdan sakınmanın emredilmesi, her iki cinsin aynı derecede hassasiyet
göstermesi gerektiğini ortaya koyar. İffetli ve temiz bir toplum oluşturmanın
tek yolu budur.
Onlar
tartışmadılar, uyguladılar
Tesettür
ayetinin inişinden önceki dönemde kadınlar başlarının yarısını örter,
başörtüsünün uçlarını arkadan bağlar, boyun ve gerdan kısımlarını açıkta
bırakırlardı. Ayrıca ev ve dışarı ortamlarında kadınlarla erkekler karışık bir
halde bulunurdu.
Tesettürü
emreden yukarıda geçen (Nur, 31) ve “Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve
müminlerin kadınlarına, (ihtiyaçları için dışarı çıkacakları zaman) dış
elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle…” (Ahzab, 59) ayetleri ile hem erkekler,
hem kadınlar harama bakmaktan sakındırıldı, mahrem olmayan erkeklerin yanında
kadınların başörtülerini yakalarının üzerine kadar indirerek boyun ve
gerdanlarını kapatmaları ve sokağa çıktıklarında da dış elbiselerini üzerlerine
almaları emir buyuruldu.
Yine
Nur suresi 31. ayette buyurulduğu gibi, “…gizlemekte oldukları zinetleri
anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar” emriyle, kadınların dikkatleri
üzerlerine çekecek şekilde yürümemeleri ihtar edilmiş ve tesettürle hedeflenen
şeyin yalnızca şeklî bir düzenleme olmadığı ortaya konmuştu.
Tesettür
emri inzal buyurulup da Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem tarafından tebliğ
edildiğinde, erkekler evlerine gelip eşlerine bu ayeti haber verdiler. Sahabi
hanımlar da vakit geçirmeden çarşaf gibi şeyleri kenarlarından yırtarak
başlarını ayette belirtildiği gibi örttüler.
O
günden sonra tesettür Müslüman kadının ayrılmaz bir parçası olmuş, onun
saygınlığını, iffet ve izzetini temsil eder olmuştur.
İç-dış
bütünlüğü
Dünya
hayatı ne kadar garip bir seyirle ilerliyor… Geçen bir kaç asırda anlamlı,
önemli, şerefli, kıymetli ne varsa zihinlerde tam zıddıyla yer değiştirmiş
durumda. Bu pervasız değişim günden güne ahlâkımızın en kıymetli yerine sirayet
ediyor.
Ahlâkın
en el değmemiş yeri, elbette kolaylıkla nüfuz edilebilecek bir yer değildir.
Bu, birinin canı her istediğinde yapabileceği bir şey değil. Bu durum için şu
örnek verilebilir: Manaya müdahale etmek, onu yıpratmak, onu ifade etmek için
kullanılan kelimelere zarar vermekle gerçekleşiyor. Dolayısıyla İslâm için
önemli bir değer de zahir, yani görünüştür. Mana ve niyet gibi batınî haller
karşısında görünenin/görünüşün bir önemi yok, demek abestir. İkisinin birbirini
doğurduğu ve doğruladığı unutulmamalıdır. Tesettür gibi son derece ciddi ve
ehemmiyetli bir hadiseye “zahiri durumdur” “manadan habersizlerin işidir” gibi
cümleler kullanarak saldırmaya çalışanlar, kendi durumunda anlamlı bir şey
göremeyip kalplerinin temiz olduğu vehmine sarılanlardır.
Nasıl
ki, oruç hem zahiren iç organlarımızı temizliyor ve bizi bir disipline sokuyor,
hem de batınen nefsimizi tutarak ruhumuzu temizliyorsa; tesettür de aynı
şekilde hem zahiri hem de batıni olarak bizi örtüyor. Sözün özü, tesettür
zahiren her nereyi örtüyorsa, içimizde de o yerlere mukabil gelen manevi/batıni
yerlerimizi örtüyor, oradaki ayıpları örtüyor ve gizliyor.
Örtüsüz
çağ
Günümüzde
ise tesettür Allahu Tealâ’nın en çok konuşulan, tartışılan emirlerinden biri
haline gelmiştir. Sebebi ise, insanı hiç düşünmeksizin örtünmeye sevk eden
iffet duygusunun zafiyete uğramış olmasıdır.
Bir
refleks olarak utanma duygusuna sahip olduğu zaman, insan, dininin yol
göstermesiyle nelerden nasıl sakınacağını bilmiştir. Allah Tealâ’nın çok açık
emirlerini anlamakta zorlanmamıştır. Fakat arzuların erdeme galip olduğu
zamanlarda -ki günümüz koşullarını belirleyen durum budur- emre isyan etmek,
kabul etmemek veya arzulara uygun yorumlayarak tahrif etmek yolu seçilmiştir.
Efendimiz
Sallallahü Aleyhi Vesellem şöyle buyurmuşlardır: “Fitneler, tıpkı (kamışlardan
örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir
fitne nüfuz ederse, onda siyah bir leke oluşur. Hangi kalp de onu reddederse
onda beyaz bir benek hasıl olur. Böylece iki ayrı kalp ortaya çıkar: Biri
cilalı mermer gibi bembeyazdır; dünyalar durdukça buna hiçbir fitne zarar
veremez. Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak duran testi gibidir; bu kalp,
ne iyiyi iyi bilir, ne de kötüyü kötü. O, hevadan (nefsani arzulardan)
kendisine ne içirilmişse, onu (hak veya batıl) bilir.” (Müslim)
Bu
rivayette dikkat çekmek istediğimiz mühim bir nokta var: Rasul-i Ekrem Sallallahü
Aleyhi Vesellem Efendimiz, fitneye bulanmış ve böylece kararmış kalbin,
kendisine benimsetilmiş değerler dışında başka bir şeyi kabul etmemesini
anlatırken bir kelime kullanıyor: “İçirilmiş”
Bu
kelimeyi, vücuda alınan bir sıvının çabucak kana karışması ve insanın
hücrelerine nüfuz etmesi olarak anlamak yanlış olmaz. Efendimiz Sallallahü
Aleyhi Vesellem bu kelimeyi kullanmakla, hevadan kaynaklanan değer yargılarını
benimseyen kalbi, bir anlamda şartlanmışlıkla tavsif etmiş olmaktadır. Böyle
bir kalbin, iyiyi kötüden, ma’rufu münkerden ayırt etmesini beklemek zordur.
Kalplerin
safiyetini yitirmesi sonucunda da hayâsızlık yaygınlaşmıştır ve nâmahremden
utanmak yeni nesiller için anlaşılması zor, garip bir davranış kabul
edilmiştir. Aksine giyinik veya çıplak olarak kendini güzelleştirip mahrem
olmayanlara göstermek, teşhir etmek, desteklenen, rağbet edilen bir davranış
olmuştur.
Utanma
duygusunun ortadan kalktığı bir dünya insanî olan değerlerini kaybetmektedir.
Mahremiyetine sahip çıkmayan insan saygınlığını yitirmekte, hayatta kalabilmek
için acımasız bir şekilde bencilleşmektedir. Bu durumun ne bireye, ne topluma
bir faydası olacak ve zulme maruz kalan dünyanın mahvına yol açacaktır.
Buna
razı olmak, en güzel şekildeki yaratılıştan, hayvanlar gibi, hatta onlardan
daha aşağı olmaya razı olmak demektir. Fakat bu yalnızca insanın rızası
olacaktır, Cenab-ı Mevlâ’nın değil…
Müslümanın
gaye edindiği rıza ise insandan değil, Allah’tandır. Allah’a teslim olanlar,
her çağda ve her şartta yalnızca O’nun rızasına yönelecek, mahremiyet sınırlarına
riayet ederek korunmaya, fitneden uzak durmaya imkan bulacaklardır.
Modern
Toplum ve Kadın
Batılı
toplumlar, aile kurumunu toplumun temel yapıtaşı olmaktan çıkarmış ve oluşan
boşluğu da yuva, kreş, anaokulu gibi kurumlarla doldurmuştur. Ancak kurdukları
bu model sağlıklı sonuçlar vermemiştir.
Bu
toplumlarda gençlik dönemi en hassas ve en bunalımlı dönem olmuştur.
Ardından
gelen orta yaş dönemi de gençlik döneminden farkı olmayan özellikler sergiler.
Batılı psikologlar “orta yaş bunalımı” dedikleri bir rahatsızlıkla
uğraşıyorlar.
Ya
yaşlılık dönemi?
Belli
bir yaşın üstündeki kişilerin artık hayattan zoraki olarak kopartıldığı,
gençlere ayak bağı olmaması için genellikle huzur evlerine hapsedildiği bu
modern hayat tarzı için ne söylenebilir?
Bütün
bunlar kadının aslî/fıtrî fonksiyonundan uzaklaştırılmasının, yani aile
kurumunun işlevsiz hale dönüştürülmesinin sonucu olarak görülmelidir.
Bu
söylediklerimize bir de bu toplumlarda evinden koparılmış kadınların yaşadığı
çok yönlü problemleri eklemeliyiz elbette. Merhametten, şefkatten, sevgi ve
saygıdan eser taşımayan modern hayat tarzının en acımasız yüzüyle tek başına
karşılaşmak durumunda bulunan kadın için, ayakta kalabilmenin iki yolu var: Ya
büyük bir değişim gösterip kadınlık fıtratını büyük ölçüde kaybecek ya da her
türlü istismar ve kullanılmayı kabullenecek. Üçüncü şık ise büyük bir bunalım…
Meseleye
örtünme-açılma bağlamında baktığımızda ise karşımıza şu manzara çıkıyor:
Batılı/Batılılaşmış kadın, özgürleşmek adına üzerindeki örtüleri öyle bir
fırlatıp atmıştır ki, günlük hayatta erkeklerin bile açmadığı (hatta açmaktan
utandığı) yerlerini bile açıkta bırakmıştır. Açılmadaki bu kararlılığı
sebebiyle, giyindiği zaman bile vücudunu belli edecek elbiseleri tercihte
ısrar, Batılı/Batılılaşmış kadının karakteri haline gelmiştir.
İlginçtir
ki, sonuçta bu özgürlüğün ceremesini en acı biçimde çeken de yine kadındır.
Bu
gerçeği iki çarpıcı örnekle açıklayalım:
İsveç
bir refah devleti. Vatandaşlarını koruyan yasaları, kadın hakları konusundaki
öncü tavırları ile diğer Avrupa ülkeleri arasında da sivrilen bir ülke.
Parlamentosunun ve bakanlar kurulunun yarıya yakını kadın. Kadın-erkek
eşitliğini gözetmek amacı ile kurulan özel bir daire, görevli bir hakem
(ombudsman) bile var.
Ama
bu ülkede yine de yeterince korunamayan, ezilen, dövülen, öldürülen kadınlar,
genç kızlar var. İstatistiklere göre, her 10 dakikada bir kadın fiziksel şiddet
ile karşı karşıya kalıyor ve her yıl 52 kadın fiziksel şiddetin sebep olduğu
ağır yaralanmalar sonucu hayatını kaybediyor. İsveçli kadınların yüzde 40’ı
kadınlara yönelik şiddetin kurbanı. İsveç nüfusunun yalnızca 8 milyon olduğu
göz önüne alınırsa, kadınlara yönelik şiddetin İsveç’te büyük bir sorun
olduğunu görmek hiç de zor değil.
İsveç’te
cinsel suçlar nedeniyle polise yapılan ihbarların sayısı 2001 yılında 9162.
Aynı suçtan 1975 yılında 2875 ihbar yapılmıştı. Yani “modern dünya”da 25 yılda
suç oranında artış yüzde 200.
Norveç’te
de durum aynı. Zengin bir ülke. Demir madenleri, petrolleri var. Bazı petrol
bölgelerini kullanmıyorlar, onları gelecek kuşaklara bırakmışlar. Yani kimsenin
iş-aş derdi yok. Sağlık sorunu yok. “Eh bu ülkede herkes mutlu ve müreffeh”
diyorsanız yanıldınız. En çok intiharlar Norveç’te. Kadınların en çok dövüldüğü
ülke Norveç. En çok alkoliğin olduğu ülke de Norveç. Yani varlık içinde yokluk
çeken Norveç’te cinsel suçlar, tacizler de üst düzeyde.
Neden
acaba?
Kaynak: Semerkand Dergisi
Yorumlar
Yorum Gönder