Sultan II. Abdülhamid Han Rahmetullahi Aleyh
Sultan II. Abdülhamid Han
Rahmetullahi Aleyh
Hazırlayan: Akhenaton
Konu Başlıkları
1.
Giriş
2.
Sultan Abdülhamid'in
Doğumu ve Gençliği
3.
Fiziksel Görünümü ve
Kişiliği
4.
Tahta Çıkışı
5.
Sultan'ın Gözüyle
Memleketin İçinde Bulunduğu Durum
6.
Balkanlardaki Savaş
7.
Tersane Konferansı
8.
Kanun-i Esasi ve 1.
Meşrutiyet
9.
Midhat Paşa'nın Sürgün
Edilmesi
10.
93 Harbi
11.
Ayastefanos Antlaşması
12.
Çırağan Vakası
13.
Yıldız İstihbarat
Teşkilatı
14.
Yıldız Mahkemesi
15.
Dış Borçlar Sorunu
16.
Mısır Meselesi
17.
Yunanistan Meselesi
18.
Ermeni Meselesi ve "Kızıl
Sultan" İftirası
19.
Filistin Meselesi
20.
2. Meşrutiyet
21.
31 Mart Ayaklanması
22.
Sultan Abdülhamid'in
Hal'i (Tahttan İndirilmesi)
23.
Vefatı
24.
Eserleri
25.
Abdülhamid Hakkında
Yanlış Bildiğimiz 10 Şey
26.
Hakkında Ne Dediler?
1. Giriş
«Gelenin
keyfi için, geçmişe kalkıp sövemem.» (Mehmet Akif Ersoy) [1]
Sultan II. Abdülhamid Han, Osmanlı padişahlarının 34.sü ve İslam halifelerinin 99.su.[2]
Toplumun en büyük haksızlığa uğramış tarihî şahsiyetlerinden biri, II. Abdülhamid'dir. Kendisinden önceki devirlerin ağır yükünü omuzlarında taşıyan, en güvenebileceği adamların ihanetine uğrayan ve dağılmak üzere olan içi-dışı düşman dolu bir imparatorluğu 33 yıl sırf zekâ ve hamiyeti ile ayakta tutan bu büyük padişahı katil, kanlı, müstebit, kızıl sultan, cahil ve korkak olarak tanıtılmış, daima aleyhinde işleyen bu propagandanın tesiriyle de böyle tanınmış talihsiz bir insandır.[3][4]
Onun talihsizliği, daha tahta çıkar çıkmaz başlamıştır. "Kaht-ı Rical" tabirinin tam olarak kullanılabileceği bir devrede tahta oturmuştur. Otuz üç yıllık saltanatı müddetince, koca bir devleti bütünüyle parçalanmaktan kurtarmasına, vatan parçasının Ermeniler ve diğer Avrupalı devletlerce parça parça edilmesini önlemesine, perişan bir vaziyetteki ekonomiyi rayına oturtmasına, çok şümullü kültür ve eğitim seferberliğini başlatmasına rağmen "gelenin keyfi için geçmişe sövmeyi" âdet edinenlerin kaza oklarından kurtulamamıştır. Öyle ki günümüze kadar uzanan bir zaman diliminde Sultan II. Abdülhamid, gerçek yönüyle ele almaktan ısrarla kaçınılmıştır. Hakkında gerçekçi bir inceleme yapılmadan Yahudilerin, Ermenilerin ve emperyalist emellerine mani olduğu için Avrupalıların yakıştırdığı "Kızıl Sultan" yaftası, bazı yerli tarihçiler tarafından ısrarla kullanılmıştır.[5]
Daha ilkokul sıralarında belirli bir propagandanın tesirinde kalmaya başlayarak, yaşları ilerledikçe aynı telkinler ile büyütülen nesillerin, o propagandanın yalanlarını bir gerçek gibi benimsemelerinden tabiî ne olabilir?
«Öğren yavrum ki On Temmuz bayramların en büyüğü,
Esir millet böyle bir gün zincirini kırdı, söktü.
Ondan evvel geçen günler, bilsen ne siyahtı.
Milletin her iyiliğini düşünecek padişahtı;
Halbuki o zaman sultan, insan değil, canavardı,
Canlar yakar, kan dökerdi, millet ondan pek bîzârdı!»
gibi saçmalar, kim bilir hangi kırılası kalemlerle yazılarak okuma kitaplarına geçiyor, körpe beyinlere Sultan Hamîd düşmanlığı aşılıyordu.
Bu düşmanlığı aşılayanlar, ilk önce İttihatçılar, yâni hürriyet kahramanları (!), yâni Sultan Abdülhamid'in 33 yıl ayakta tuttuğu imparatorluğu 10 yılda dağıttıktan sonra memleketten kaçan kişilerdi. İttihatçılardan sonra da Ermeniler, Rumlar, Yahudilerdi. Yâni, yabancıları işe karıştırarak Türkiye'yi batırmak için Osmanlı Bankası'nı basan, Anadolu'da kargaşalık çıkaran ve Avrupa'nın "gık" demesine meydan vermeden Sultan Abdülhamid tarafından tepelenen Ermeniler; yani Balkanlara saldırıp karışıklık çıkarmak ve yine yabancıların da işe karışması ile Türkiye'yi parçalamak isterken Sultan Hamid tarafından 1897'de tepelenen Yunanlılar (ve bizdeki adı ile Rumlar); ve Filistin'de bir Yahudistan kurmak teşebbüsleri Sultan Hamid tarafından önlenen Yahudi'lerdi.
Sultan Hamid, bin türlü siyasî tertiple bu azınlıkların azgınlıklarını yere sererken, onlarla birleşerek padişahı tahtından indiren kabadayılar:
«Türk, Musevi, Rum, Ermeni,
Gördük bu rûz-ı rûşeni!»
şarkısının, bu unutulmaz ahmaklık ve ihanet bestesini söyleyerek meydanları çınlatıyor, Birinci Dünya Savaşı ile mütarekesine kadar Musevi, Rum, Ermeni vatandaşların nasıl bir “rûz-ı rûşeni” beklediklerini anlamamak gibi bir alıklıkla bir imparatorluğu idare ettiklerini sanıyorlardı.[3][4]
"Kızıl Sultan" demişlerdi ona. Kendi açılarından haklıydılar. Çünkü Osmanlı'nın paylaşımını pahalıya getirmişti Avrupa'ya. Kansız olacağını sandıkları Osmanlı gövdesindeki ameliyat, 30 yıl gecikme sayesinde Avrupa'nın kanlı bir iç savaşına dönüşmüş ve bir dünya meselesi haline gelmişti.
Sultan II. Abdülhamid, 33 yıl boyunca etrafı kurtlarla çevrili bir ülkeyi sağ salim sahile çıkarmanın mücadelesini verdi. Hasta Adam'ın mirasının paylaşılması konusu 1850'lerde gündeme gelmişti. 1878'de Rusya karşısındaki ağır yenilgimiz, emperyalizmin iştahını kabartmıştı ve Türkiye'de darbe üstüne darbe yapılıyordu. Önce Sultan Abdülaziz'e yapıldı darbe, sonra V.Murad'a. Sanıldı ki Osmanlı'nın kaderi, pamuk ipliğine bağlı. Nitekim Sultan Abdülhamid, tahta geçtiğinde; İngiliz Dışişleri Bakanı, kendisini tehdit etmiş 'Ayağını denk alsın, ona da öncekilere yaptığımı yaparız' demişti.
Çöküş için gün sayılırken, bu 34 yaşındaki adam, 30 yılını adayacağı bir icraatın düğmesine basıyordu. Ülkeyi bir barış dönemine sokarken, kazanılan zamanda demiryolu ağından eğitim yatırımlarına kadar bir dolu projeye imza atıyordu. Kendisini feda etmişti; ama 30 yılda yetiştirdiği nesil, Çanakkale'den Sina çölüne kadar emperyalizme karşı Akif'in deyişiyle 'kıta kapma' oyunu oynayacaktı.[6][7]
Okul sıralarında iken, tarih kitapları ve hocalarımız, Sultan Abdülhamid Han'ı "Kızıl Sultan" diye adlandırıp aydınları denize attırdığını, sürgüne yolladığını, hür düşünceye izin vermediğini, memleketi casuslarla (hafiyelerle) doldurduğunu, sarayında süt banyosu yaparak cariyeleriyle gün geçirdiğini, her şeyden korkan, evhamlı bir padişah olduğunu anlatıp yazdıkları halde, onun zamanını yaşamış yaşlılar, bütün bunların tam tersini, II. Sultan Abdülhamid zamanının tam anlamıyla altın devri olduğunu söylemişlerdi. Bize anlatılan ve yazılanların gerçeklere tamamiyle aykırı olduğunu da belirtmişlerdi. Demokrasi ve hür düşüncenin 1950'de başlaması üzerine tarihin üzerine indirilmiş bu ağır ve karanlık perde, yavaş yavaş aralandı. Gerçekler, birbiri ardına gözükmeye başladı.
Saltanatın kaldırılması üzerinden yarım asırdan fazla bir zaman geçmiş; Türk Milleti, kendi hakimiyetinin tadını almış, her 4 senede bir oylarıyla kendisini idare edecekleri serbestçe seçmiş, varlığını hür, demokratik düzen içinde yürütmeye kararlı olduğunu göstermiştir. Bu durumda artık Sultan Abdülhamid, tarihin malı olmuştur.
Sultan Abdülhamid Han'a "Kızıl Sultan" lakabı Anadolu'nun yarısını Ermenistan yapmak isteyen Ermeni komitacılarına engel olmasının sonucu Ermeni yanlısı Fransızlar tarafından takılmış olduğu gibi, İslam ve Türk düşmanı İngiltere başbakanı Gladstone de ona "cani" demiştir. Bu adları takanların her birinin azılı Türk ve İslam düşmanı oldukları bilindiği halde, bu sıfatları kullanan zavallı Türk aydınlarına ne demeli? Kültür emperyalizmi ile Avrupa'nın düşünce esirliğine düşen zavallı Türk aydınları, Sultan Abdülhamid Han'a o kadar düşman kesilmişlerdi ki, 1905 senesinde Ermeni komitecileri, Anadolu'da Ermenistan devleti kurulmasına engel gördükleri Sultan Abdülhamid'e suikast düzenleyip Cuma Selamlığı'nda bomba koymaları üzerine Tevfik Fikret, meşhur "Bir lahza Teahhur" adlı manzumesinde;
«Ey şanlı avcı, damını beyhûde kurmadın,
Attın, yazık ki, yazıklar ki vurmadın!»
diyor. Bu ne derin gaflet ve hainlik? Bombayı atan "şanlı" avcı kim? Ne için atmış? Öldürmek istediği kim ve niçin öldürmek istemiş? Öldürmek istemesi, Türk'ün 3000 yıllık anayurdu üzerinde bağımsız Ermenistan devleti kurmak isteyenlere engel olması değil mi? Bu, nasıl aydınlık?
Sultan Abdülhamid Han'a isnat edilen kusurlardan birisi de son derece vehimli olduğu iddiasıdır. Sultan Abdülhamid, vehimli değil; ihtiyatlı bir hükümdardır.Amcası Sultan Abdülaziz'in; Mütercim Rüşdi, Hüseyin Avni, Midhat ve Süleyman paşalarla şeyhülislam Hayrullah Efendi tarafından alaşağı edildiğini ve beş gün sonra da şehit olduğunu gördükten başka, Ruslar Ayastefanos'ta iken Ali Suavi'nin giriştiği Çırağan Olayı'na Sadık, Mahmud Celaleddin, Mütercim Rüşdi paşaların (ordunun) adlarının karışmasıyla sultanın ihtiyatlı davranmasını kınamak, insafsızlık olmaz mı? Ama o, bunları yine de devlet işlerinde vazifelendirmiş, şüphe üzerine cezalandırmaya kalkmamıştır. Dünyanın hiçbir yerinde devlet başkanının aleyhinde bir harekete adı karışmış olanları devlet hizmetinde kullanması bir yana, sıkı göz altında bulundurduğu gerçeği inkar edilebilir mi?
Sultan Abdülhamid'e isnat edilen korkaklığa gelince; bomba olayında herkesin bir köşeye saklandığı bir sırada faytonuna binip atların dizginlerini eline alarak o hengamede saraya gittiğini, yerli ve yabancıların Sultan'ın bu cesaretini gördükleri gerçeğini görmemezlikten gelip nasıl korkak denilebilir?
Ve yine Sultan Abdülhamid'i lekelemek isteyen düşmanları, hafiyeciliği (istihbaratı) bütün memlekete yaydığını ileri sürmektedirler. Bugün hangi devlet, iç ve dış gizli istihbarat teşkilatı kurmamıştır? Devletin varlığı için istihbarat teşkilatlarının lüzumu, inkar edilebilir mi? Varlığını korumak zorunda olan herkesin (hele bir devlet başkanının) düşmanları hakkında bilgi edinmesi, normal değil midir?
Sultan Abdülaziz'in başına gelen suikastın en belirgin sebebi, bir istihbarat teşkilatının olmayışıdır. Sultan Abdülhamid zamanında ittihatçılardan Dr. Nazım Bey, ünlü eşkıya Çakıcı Mehmet Efendi'nin yanına tütün tüccarı olarak gidip, Efe'yi İttihad ve Terakki hesabına kazanmak için Padişah'ı devlete ihanet ettiğini, ortalığı istihbaratçılarla doldurduğunu söylemesi üzerine Efe, Türk'ün şaşmaz mantığı ile;
«Padişah'ın memlekete hainlik edeceğine inanmam. Hafiye işine gelince; ben, bir eşkıyayım. Dağda gezebilmem için jandarmanın hareketlerinden haber almam lazım. Bu köylerde benim yirmiden fazla hafiyem vardır. Eğer onlar olmazsa ve bana zamanında gereken haberleri iletmeseler, bir gün olsun bu dağlarda dolaşamam. Benim hafiyeye ihtiyacım varsa, padişahın da vardır. Onun da hafiyeleri olmazsa, bir gün olsun tahtında oturamaz!»
demiştir. Çakıcı'nın bu sözlerinden herkesin, düşmanın davranışlarından haberi olmasının hayati önemi olduğu anlaşılmaktadır.Öyle ise her devletin gizli istihbarat teşkilatına ihtiyacı vardır. Sultan da bunu yapmıştır. Ancak ortada çirkin olan bir şey varsa, sahte hürriyet kahramanlarının şahsî çıkarları için yaptıkları jurnalciliktir.
Sultan Abdülhamid Han'a düşmanlarının yaptığı en çirkin suçlamalardan birisi de, bugün bir yalan ve iftira olduğu anlaşılan "aydın kıyımı"dır. Sultan Abdülhamid Han, son derece merhametlidir ve kan dökmekten de sakınmaktadır. Amcasının katillerinin (Midhat Paşa ve güruhunun) idam kararını temyiz, tasdik etmişti. Sonra aralarında Gazi Osman Paşa gibi, vicdanının sesinden başka şeye boyun eğmeyen büyük bir vatanseverin bulunduğu 15 kişilik hükmün infazına taraftar oldukları halde, Sultan, bu hükmü müebbet hapse çevirmişti. Bu da onun kan dökmek hususunda ne kadar çekingen olduğunu göstermektedir. Midhat Paşa'nın Taif'te öldürülmesinden haberi olmadığı da artık anlaşılmıştı. Bundan başka derme-çatma Hareket Ordusu, İstanbul üzerine yürüdüğü zaman; paşalardan birisi, Sultan'ın ayağına kapanarak bu orduyu tepelemek için izin istediği halde sadece kan dökülmemesi için izin vermediği de bir gerçektir. Sultan Abdülhamid'in, rejimin selameti için sürgün etmek zorunda kaldığı kişileri bol maaşlarla taşra valiliklerine tayin ettiği inkar edilebilinir mi? [8]
Sultan Hamid için Osmanlı İmparatorluğunu, soyumuzun düşmanı Moskoflarla hilâfetin düşmanı İngiltere'ye, devletimizin düşmanları Siyonizm'e ve azınlıklara, rejimin düşmanı hürriyetçilere karşı savunmak meselesi ve vazifesi vardı. Bunun için de, kendisinin devlet başkanı kalması gerekti. Kendisi çekilirse, devletin tutunamayacağı hakkındaki düşüncenin doğruluğu, çok geçmeden gerçekleşmiştir.
Şimdi bu kadar büyük bir dâvânın karşısında, Peyami Safa'nın ileri sürdüğü İsmail Safa'nın sürgün edilmesi gibi hâdiselerin ne ehemmiyeti olabilir? İsmail Safa ne istiyordu? Oğlunun iddiasına göre hürriyet! Yani meşrutiyet, serbest seçim. Yani bir alay Arap, Arnavut, Ermeni, Rum, Bulgar, Yahudi ve Sırp'ın Türkiye'nin kaderi hakkında söz sahibi olması... Şimdi akıl, anlayış, vicdan ve millî şuur sahibi olarak düşünelim: Böyle bir sonuca razı olunabilir mi?
Sultan Hamid, sürgün ettiklerine aylık da bağladığına göre, Anadolu'nun en sağlam havalı yerlerinden biri bulunduğu, ahalisinin dinç ve gürbüz yapısı ile belli olan Sivas'ta İsmail Safa'nın ölmesi Sultan Hamid'in kabahati mıdır? Verem olan İsmail Safa, İstanbul'da kalsaydı, ölmeyecek miydi?
Babasına karşı beslediği sevgi dolayısıyla, Peyami Safa'nın bazı özel düşünceleri olması tabiîdir. Fakat, her gün binlerce kişiye seslenen bir yazarın, Sultan Hamid gibi büyük bir padişahı, Osmanlı sultanlarının en cahili ve kanlısı diye göstermeye kalkması, doğru mudur? [3][4]
İkinci Abdülhamid hanın güzel ahlakını, dine olan bağlılığını, edep ve hayasının derecesini, aklını, ilmini, adaletini, millet için durmadan çalıştığını, hiç can yakmadığını, düşmanlarına bile iyilik ettiğini, masonların aldattıkları ve maşa olarak kullandıkları satılmışları bile af ettiğini anlamak isteyenlere, (Mabeyin baş katibi) Esad beyin (Hatırat-ı Abdülhamid-i han-ı sani) kitabını okumalarını tavsiye ederiz.[9]
Sultan Abdülhamid'e isnat edilen istibdat suçlamasına gelince, Sultan'ın işleri sarayda topladığı ve kendisinin bilgisinin dışında hiçbir şeyin yapılmasına izin vermediği, doğrudur. Ancak bunun farklı sebepleri vardır. Sultan Abdülhamid'in en büyük talihsizliği, bütün dünyada kabule dilen siyasi dehasının yanında, hiç olmazsa Ali ve Fuat Paşalar gibi, ilerisini gören devlet adamlarının bulunmayışıdır. 1877-1878 Türk-Rus savaşının (1.Dünya savaşına girme nedenimizde olduğu gibi) Midhat Paşa ve arkadaşlarının ihtirasları yüzünden çıktığı ve bu yüzden devlet ve milletin düştüğü perişanlık açıktır. Ermeni meselesinde bütün uyarmalara rağmen yanlış politika izleyen Sadrazam Said Paşa'nın İstanbul'da çıkan Ermeni ayaklanması sonucu İngiltere elçiliğine sığınması, Sadık Paşa'nın Kıbrıs meselesinde sanki İngiltere'yle birmiş gibi Padişah'ı Kıbrıs anlaşmasını kabule zorlaması, diğer devlet adamlarının aşırı batı "uydu"luğu sebebiyle memleketin gerçek çıkarlarını görememeleri, bir çok meselede yabancıların aldatıcı telkinlerine kapılmalarının Sultan'ı bu duruma itmiş olduğu, gözden uzak tutulmamalıdır.[8]
Alman birliğini kurmuş olan Prens Bismarc, rivâyete nazaran:
«Dünyâda yüz gram akil varsa, bunun doksan gramı Abdülhamîd Han'da, beş gramı bende, kalan beş gramı da diğer dünyâ siyâsîlerindedir...»
demiştir. O'nun en büyük talihsizliği, devleti çok kötü şartlar altında eline almış olmasıdır. Buna rağmen hiç yılmadan, bıkmadan müthiş bir zekâ, sabır ve büyük bir mahâretle devleti, 33 sene ciddî bir kayba uğratmadan idâre etmiştir.
Sultân Abdülazîz merhûm gibi büyük masrafları ve dış borçlanmayı mucip olan harpçi bir siyâset takibi yerine, gelişen sanayî hareketleri dolayısıyla batıda temâyüz etmiş bulunan iki devleti karşı karşıya getirmek ve onların menfaat çatışmalarını tahrîk ederek ülkeyi -âdetâ- bir sırat köprüsü üzerinde yürütmek, O'nun siyâsetinin temel esasi olmuştur.
Bu sulhçu siyâsetin neticesinde yeni askerî yatırımların masrafından kat'an nazar dış borçların 300 milyon altından, 30 milyona indirilmesi sağlanmıştır. Abdülhamîd'in Almanları İngiliz siyâsî emellerine karşı mâhirâne bir sûrette kullanmasının çok çeşitli ve parlak tezâhürleri vardır. Medîne demiryolu imtiyâzının Almanlara verilmesi ve stratejik bir mevkî olan Akabe'nin onların yardımıyla Ingilizler'den kurtarılması, bunun târihte en tipik bir misâlidir.[10][11]
İkinci Abdülhamid han'ın güzel ahlakı, dine olan bağlılığı, edep ve hayasının derecesi, akıl, ilim ve adaletinin çokluğu, milleti için gece-gündüz çalışması, düşmanlarına bile iyilik yapması, ciltler dolusu eserlerle anlatılmaktadır. Onun tahtan indirilmesinin üzerinden 10 yıl geçmeden imparatorluğun dörtte üçünün elden çıkması, memleketi 33 yıl nasıl idare ettiğine en açık delildir. Yine Abdülhamid han'ın tahttan indirilmesiyle beraber kan gölü haline çevrilen orta doğu'da hala huzur tesis edilememiş olup, Arap alemi Siyonizm'in oyuncağı haline gelmiştir.[12]
Tarih, siyaset değildir. Günün modasına göre söyleyen, yazan kimse, tarihçi değildir. Çünkü, siyasi rejimler ve fikir modaları daima değişir. Yakın maziyi halka fena tanıtmak gibi hissi görüş, ilmi tetkik yapılmasına mani olmaktadır. Bazı sathi görüşlü kimseler, günlük oluşları küçültür, gölgede bırakır diye, eski kahramanları küçültürler. Tarihi realiteden korkmak manasızdır. Türkiye'de, yine de, II. Abdülhamid aleyhindeki yalanları nakil etmek modası yürürlüktedir.[9]
Araştırmacı yazar Mustafa Turan, Atatürk'ün bile Abdülhamit Han'ın hatıratına hiç hakaret ettirmediğini tarihten alıntılarla şöyle anlatıyor.
Atatürk, devrinin en önemli yazarlarından Nazif Tepedenlioğlu'nun 2. Meşrutiyet'in ilanından yarım asır sonra 50. yıl anısına Hürriyet Gazetesi'nde bir yazı dizisi kaleme alması üzerine Tepedenlioğlu'nu çağırarak şu sözleri söyler
«Yazını okuyorum. Hürriyetin ilan edildiği zaman küçük bir çocuk olman lazım. Fakat tebrik ederim o günleri iyi canlandırıyorsun. Yalnız Abdülhamit'i hiç sevmediğin belli. Sevme Abdülhamit'i. Gene de sevme. Sakın fakat hatıratına hakaret edeyim deme. Senin neslin biraz daha temkinli kararlar vermeye alışmalı. Bak çocuk, şahsi kanaatimi birazcık söyleyeyim. Tecrübe göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun ahvali meşkuk (Ne ocakları şüpheli) ve hudutları yalnız düşmanlarla çevrili bir büyük devlette Abdülhamit'in idare tarzı azami müsamahadır(En yüksek hoşgörüdür). Hele bu idare, 19. yüzyılın son yıllarında tatbik edilmiş olursa.» [13]
Osmanlı tahtında en fazla kalan padişahlardan olan ve bütün Avrupa ülkelerinin, "hasta adam" tabir ettikleri Osmanlı Devletini pay etme sevdasına düştükleri bir devrede tahta oturan Sultan II. Abdülhamid'in hayatı çeşitli cepheleriyle incelendiğinde 19.yüzyılın siyasî ve içtimaî panoraması hakkında enteresan bilgiler alınacaktır. Biz, şahsiyeti en fazla tartışma mevzuu olmuş bir padişah'ın hayatına devrindeki hadiseleri de ele alarak kısaca göz atacağız.[5]
Sultan II. Abdülhamid Han, Osmanlı padişahlarının 34.sü ve İslam halifelerinin 99.su.[2]
Toplumun en büyük haksızlığa uğramış tarihî şahsiyetlerinden biri, II. Abdülhamid'dir. Kendisinden önceki devirlerin ağır yükünü omuzlarında taşıyan, en güvenebileceği adamların ihanetine uğrayan ve dağılmak üzere olan içi-dışı düşman dolu bir imparatorluğu 33 yıl sırf zekâ ve hamiyeti ile ayakta tutan bu büyük padişahı katil, kanlı, müstebit, kızıl sultan, cahil ve korkak olarak tanıtılmış, daima aleyhinde işleyen bu propagandanın tesiriyle de böyle tanınmış talihsiz bir insandır.[3][4]
Onun talihsizliği, daha tahta çıkar çıkmaz başlamıştır. "Kaht-ı Rical" tabirinin tam olarak kullanılabileceği bir devrede tahta oturmuştur. Otuz üç yıllık saltanatı müddetince, koca bir devleti bütünüyle parçalanmaktan kurtarmasına, vatan parçasının Ermeniler ve diğer Avrupalı devletlerce parça parça edilmesini önlemesine, perişan bir vaziyetteki ekonomiyi rayına oturtmasına, çok şümullü kültür ve eğitim seferberliğini başlatmasına rağmen "gelenin keyfi için geçmişe sövmeyi" âdet edinenlerin kaza oklarından kurtulamamıştır. Öyle ki günümüze kadar uzanan bir zaman diliminde Sultan II. Abdülhamid, gerçek yönüyle ele almaktan ısrarla kaçınılmıştır. Hakkında gerçekçi bir inceleme yapılmadan Yahudilerin, Ermenilerin ve emperyalist emellerine mani olduğu için Avrupalıların yakıştırdığı "Kızıl Sultan" yaftası, bazı yerli tarihçiler tarafından ısrarla kullanılmıştır.[5]
Daha ilkokul sıralarında belirli bir propagandanın tesirinde kalmaya başlayarak, yaşları ilerledikçe aynı telkinler ile büyütülen nesillerin, o propagandanın yalanlarını bir gerçek gibi benimsemelerinden tabiî ne olabilir?
«Öğren yavrum ki On Temmuz bayramların en büyüğü,
Esir millet böyle bir gün zincirini kırdı, söktü.
Ondan evvel geçen günler, bilsen ne siyahtı.
Milletin her iyiliğini düşünecek padişahtı;
Halbuki o zaman sultan, insan değil, canavardı,
Canlar yakar, kan dökerdi, millet ondan pek bîzârdı!»
gibi saçmalar, kim bilir hangi kırılası kalemlerle yazılarak okuma kitaplarına geçiyor, körpe beyinlere Sultan Hamîd düşmanlığı aşılıyordu.
Bu düşmanlığı aşılayanlar, ilk önce İttihatçılar, yâni hürriyet kahramanları (!), yâni Sultan Abdülhamid'in 33 yıl ayakta tuttuğu imparatorluğu 10 yılda dağıttıktan sonra memleketten kaçan kişilerdi. İttihatçılardan sonra da Ermeniler, Rumlar, Yahudilerdi. Yâni, yabancıları işe karıştırarak Türkiye'yi batırmak için Osmanlı Bankası'nı basan, Anadolu'da kargaşalık çıkaran ve Avrupa'nın "gık" demesine meydan vermeden Sultan Abdülhamid tarafından tepelenen Ermeniler; yani Balkanlara saldırıp karışıklık çıkarmak ve yine yabancıların da işe karışması ile Türkiye'yi parçalamak isterken Sultan Hamid tarafından 1897'de tepelenen Yunanlılar (ve bizdeki adı ile Rumlar); ve Filistin'de bir Yahudistan kurmak teşebbüsleri Sultan Hamid tarafından önlenen Yahudi'lerdi.
Sultan Hamid, bin türlü siyasî tertiple bu azınlıkların azgınlıklarını yere sererken, onlarla birleşerek padişahı tahtından indiren kabadayılar:
«Türk, Musevi, Rum, Ermeni,
Gördük bu rûz-ı rûşeni!»
şarkısının, bu unutulmaz ahmaklık ve ihanet bestesini söyleyerek meydanları çınlatıyor, Birinci Dünya Savaşı ile mütarekesine kadar Musevi, Rum, Ermeni vatandaşların nasıl bir “rûz-ı rûşeni” beklediklerini anlamamak gibi bir alıklıkla bir imparatorluğu idare ettiklerini sanıyorlardı.[3][4]
"Kızıl Sultan" demişlerdi ona. Kendi açılarından haklıydılar. Çünkü Osmanlı'nın paylaşımını pahalıya getirmişti Avrupa'ya. Kansız olacağını sandıkları Osmanlı gövdesindeki ameliyat, 30 yıl gecikme sayesinde Avrupa'nın kanlı bir iç savaşına dönüşmüş ve bir dünya meselesi haline gelmişti.
Sultan II. Abdülhamid, 33 yıl boyunca etrafı kurtlarla çevrili bir ülkeyi sağ salim sahile çıkarmanın mücadelesini verdi. Hasta Adam'ın mirasının paylaşılması konusu 1850'lerde gündeme gelmişti. 1878'de Rusya karşısındaki ağır yenilgimiz, emperyalizmin iştahını kabartmıştı ve Türkiye'de darbe üstüne darbe yapılıyordu. Önce Sultan Abdülaziz'e yapıldı darbe, sonra V.Murad'a. Sanıldı ki Osmanlı'nın kaderi, pamuk ipliğine bağlı. Nitekim Sultan Abdülhamid, tahta geçtiğinde; İngiliz Dışişleri Bakanı, kendisini tehdit etmiş 'Ayağını denk alsın, ona da öncekilere yaptığımı yaparız' demişti.
Çöküş için gün sayılırken, bu 34 yaşındaki adam, 30 yılını adayacağı bir icraatın düğmesine basıyordu. Ülkeyi bir barış dönemine sokarken, kazanılan zamanda demiryolu ağından eğitim yatırımlarına kadar bir dolu projeye imza atıyordu. Kendisini feda etmişti; ama 30 yılda yetiştirdiği nesil, Çanakkale'den Sina çölüne kadar emperyalizme karşı Akif'in deyişiyle 'kıta kapma' oyunu oynayacaktı.[6][7]
Okul sıralarında iken, tarih kitapları ve hocalarımız, Sultan Abdülhamid Han'ı "Kızıl Sultan" diye adlandırıp aydınları denize attırdığını, sürgüne yolladığını, hür düşünceye izin vermediğini, memleketi casuslarla (hafiyelerle) doldurduğunu, sarayında süt banyosu yaparak cariyeleriyle gün geçirdiğini, her şeyden korkan, evhamlı bir padişah olduğunu anlatıp yazdıkları halde, onun zamanını yaşamış yaşlılar, bütün bunların tam tersini, II. Sultan Abdülhamid zamanının tam anlamıyla altın devri olduğunu söylemişlerdi. Bize anlatılan ve yazılanların gerçeklere tamamiyle aykırı olduğunu da belirtmişlerdi. Demokrasi ve hür düşüncenin 1950'de başlaması üzerine tarihin üzerine indirilmiş bu ağır ve karanlık perde, yavaş yavaş aralandı. Gerçekler, birbiri ardına gözükmeye başladı.
Saltanatın kaldırılması üzerinden yarım asırdan fazla bir zaman geçmiş; Türk Milleti, kendi hakimiyetinin tadını almış, her 4 senede bir oylarıyla kendisini idare edecekleri serbestçe seçmiş, varlığını hür, demokratik düzen içinde yürütmeye kararlı olduğunu göstermiştir. Bu durumda artık Sultan Abdülhamid, tarihin malı olmuştur.
Sultan Abdülhamid Han'a "Kızıl Sultan" lakabı Anadolu'nun yarısını Ermenistan yapmak isteyen Ermeni komitacılarına engel olmasının sonucu Ermeni yanlısı Fransızlar tarafından takılmış olduğu gibi, İslam ve Türk düşmanı İngiltere başbakanı Gladstone de ona "cani" demiştir. Bu adları takanların her birinin azılı Türk ve İslam düşmanı oldukları bilindiği halde, bu sıfatları kullanan zavallı Türk aydınlarına ne demeli? Kültür emperyalizmi ile Avrupa'nın düşünce esirliğine düşen zavallı Türk aydınları, Sultan Abdülhamid Han'a o kadar düşman kesilmişlerdi ki, 1905 senesinde Ermeni komitecileri, Anadolu'da Ermenistan devleti kurulmasına engel gördükleri Sultan Abdülhamid'e suikast düzenleyip Cuma Selamlığı'nda bomba koymaları üzerine Tevfik Fikret, meşhur "Bir lahza Teahhur" adlı manzumesinde;
«Ey şanlı avcı, damını beyhûde kurmadın,
Attın, yazık ki, yazıklar ki vurmadın!»
diyor. Bu ne derin gaflet ve hainlik? Bombayı atan "şanlı" avcı kim? Ne için atmış? Öldürmek istediği kim ve niçin öldürmek istemiş? Öldürmek istemesi, Türk'ün 3000 yıllık anayurdu üzerinde bağımsız Ermenistan devleti kurmak isteyenlere engel olması değil mi? Bu, nasıl aydınlık?
Sultan Abdülhamid Han'a isnat edilen kusurlardan birisi de son derece vehimli olduğu iddiasıdır. Sultan Abdülhamid, vehimli değil; ihtiyatlı bir hükümdardır.Amcası Sultan Abdülaziz'in; Mütercim Rüşdi, Hüseyin Avni, Midhat ve Süleyman paşalarla şeyhülislam Hayrullah Efendi tarafından alaşağı edildiğini ve beş gün sonra da şehit olduğunu gördükten başka, Ruslar Ayastefanos'ta iken Ali Suavi'nin giriştiği Çırağan Olayı'na Sadık, Mahmud Celaleddin, Mütercim Rüşdi paşaların (ordunun) adlarının karışmasıyla sultanın ihtiyatlı davranmasını kınamak, insafsızlık olmaz mı? Ama o, bunları yine de devlet işlerinde vazifelendirmiş, şüphe üzerine cezalandırmaya kalkmamıştır. Dünyanın hiçbir yerinde devlet başkanının aleyhinde bir harekete adı karışmış olanları devlet hizmetinde kullanması bir yana, sıkı göz altında bulundurduğu gerçeği inkar edilebilir mi?
Sultan Abdülhamid'e isnat edilen korkaklığa gelince; bomba olayında herkesin bir köşeye saklandığı bir sırada faytonuna binip atların dizginlerini eline alarak o hengamede saraya gittiğini, yerli ve yabancıların Sultan'ın bu cesaretini gördükleri gerçeğini görmemezlikten gelip nasıl korkak denilebilir?
Ve yine Sultan Abdülhamid'i lekelemek isteyen düşmanları, hafiyeciliği (istihbaratı) bütün memlekete yaydığını ileri sürmektedirler. Bugün hangi devlet, iç ve dış gizli istihbarat teşkilatı kurmamıştır? Devletin varlığı için istihbarat teşkilatlarının lüzumu, inkar edilebilir mi? Varlığını korumak zorunda olan herkesin (hele bir devlet başkanının) düşmanları hakkında bilgi edinmesi, normal değil midir?
Sultan Abdülaziz'in başına gelen suikastın en belirgin sebebi, bir istihbarat teşkilatının olmayışıdır. Sultan Abdülhamid zamanında ittihatçılardan Dr. Nazım Bey, ünlü eşkıya Çakıcı Mehmet Efendi'nin yanına tütün tüccarı olarak gidip, Efe'yi İttihad ve Terakki hesabına kazanmak için Padişah'ı devlete ihanet ettiğini, ortalığı istihbaratçılarla doldurduğunu söylemesi üzerine Efe, Türk'ün şaşmaz mantığı ile;
«Padişah'ın memlekete hainlik edeceğine inanmam. Hafiye işine gelince; ben, bir eşkıyayım. Dağda gezebilmem için jandarmanın hareketlerinden haber almam lazım. Bu köylerde benim yirmiden fazla hafiyem vardır. Eğer onlar olmazsa ve bana zamanında gereken haberleri iletmeseler, bir gün olsun bu dağlarda dolaşamam. Benim hafiyeye ihtiyacım varsa, padişahın da vardır. Onun da hafiyeleri olmazsa, bir gün olsun tahtında oturamaz!»
demiştir. Çakıcı'nın bu sözlerinden herkesin, düşmanın davranışlarından haberi olmasının hayati önemi olduğu anlaşılmaktadır.Öyle ise her devletin gizli istihbarat teşkilatına ihtiyacı vardır. Sultan da bunu yapmıştır. Ancak ortada çirkin olan bir şey varsa, sahte hürriyet kahramanlarının şahsî çıkarları için yaptıkları jurnalciliktir.
Sultan Abdülhamid Han'a düşmanlarının yaptığı en çirkin suçlamalardan birisi de, bugün bir yalan ve iftira olduğu anlaşılan "aydın kıyımı"dır. Sultan Abdülhamid Han, son derece merhametlidir ve kan dökmekten de sakınmaktadır. Amcasının katillerinin (Midhat Paşa ve güruhunun) idam kararını temyiz, tasdik etmişti. Sonra aralarında Gazi Osman Paşa gibi, vicdanının sesinden başka şeye boyun eğmeyen büyük bir vatanseverin bulunduğu 15 kişilik hükmün infazına taraftar oldukları halde, Sultan, bu hükmü müebbet hapse çevirmişti. Bu da onun kan dökmek hususunda ne kadar çekingen olduğunu göstermektedir. Midhat Paşa'nın Taif'te öldürülmesinden haberi olmadığı da artık anlaşılmıştı. Bundan başka derme-çatma Hareket Ordusu, İstanbul üzerine yürüdüğü zaman; paşalardan birisi, Sultan'ın ayağına kapanarak bu orduyu tepelemek için izin istediği halde sadece kan dökülmemesi için izin vermediği de bir gerçektir. Sultan Abdülhamid'in, rejimin selameti için sürgün etmek zorunda kaldığı kişileri bol maaşlarla taşra valiliklerine tayin ettiği inkar edilebilinir mi? [8]
Sultan Hamid için Osmanlı İmparatorluğunu, soyumuzun düşmanı Moskoflarla hilâfetin düşmanı İngiltere'ye, devletimizin düşmanları Siyonizm'e ve azınlıklara, rejimin düşmanı hürriyetçilere karşı savunmak meselesi ve vazifesi vardı. Bunun için de, kendisinin devlet başkanı kalması gerekti. Kendisi çekilirse, devletin tutunamayacağı hakkındaki düşüncenin doğruluğu, çok geçmeden gerçekleşmiştir.
Şimdi bu kadar büyük bir dâvânın karşısında, Peyami Safa'nın ileri sürdüğü İsmail Safa'nın sürgün edilmesi gibi hâdiselerin ne ehemmiyeti olabilir? İsmail Safa ne istiyordu? Oğlunun iddiasına göre hürriyet! Yani meşrutiyet, serbest seçim. Yani bir alay Arap, Arnavut, Ermeni, Rum, Bulgar, Yahudi ve Sırp'ın Türkiye'nin kaderi hakkında söz sahibi olması... Şimdi akıl, anlayış, vicdan ve millî şuur sahibi olarak düşünelim: Böyle bir sonuca razı olunabilir mi?
Sultan Hamid, sürgün ettiklerine aylık da bağladığına göre, Anadolu'nun en sağlam havalı yerlerinden biri bulunduğu, ahalisinin dinç ve gürbüz yapısı ile belli olan Sivas'ta İsmail Safa'nın ölmesi Sultan Hamid'in kabahati mıdır? Verem olan İsmail Safa, İstanbul'da kalsaydı, ölmeyecek miydi?
Babasına karşı beslediği sevgi dolayısıyla, Peyami Safa'nın bazı özel düşünceleri olması tabiîdir. Fakat, her gün binlerce kişiye seslenen bir yazarın, Sultan Hamid gibi büyük bir padişahı, Osmanlı sultanlarının en cahili ve kanlısı diye göstermeye kalkması, doğru mudur? [3][4]
İkinci Abdülhamid hanın güzel ahlakını, dine olan bağlılığını, edep ve hayasının derecesini, aklını, ilmini, adaletini, millet için durmadan çalıştığını, hiç can yakmadığını, düşmanlarına bile iyilik ettiğini, masonların aldattıkları ve maşa olarak kullandıkları satılmışları bile af ettiğini anlamak isteyenlere, (Mabeyin baş katibi) Esad beyin (Hatırat-ı Abdülhamid-i han-ı sani) kitabını okumalarını tavsiye ederiz.[9]
Sultan Abdülhamid'e isnat edilen istibdat suçlamasına gelince, Sultan'ın işleri sarayda topladığı ve kendisinin bilgisinin dışında hiçbir şeyin yapılmasına izin vermediği, doğrudur. Ancak bunun farklı sebepleri vardır. Sultan Abdülhamid'in en büyük talihsizliği, bütün dünyada kabule dilen siyasi dehasının yanında, hiç olmazsa Ali ve Fuat Paşalar gibi, ilerisini gören devlet adamlarının bulunmayışıdır. 1877-1878 Türk-Rus savaşının (1.Dünya savaşına girme nedenimizde olduğu gibi) Midhat Paşa ve arkadaşlarının ihtirasları yüzünden çıktığı ve bu yüzden devlet ve milletin düştüğü perişanlık açıktır. Ermeni meselesinde bütün uyarmalara rağmen yanlış politika izleyen Sadrazam Said Paşa'nın İstanbul'da çıkan Ermeni ayaklanması sonucu İngiltere elçiliğine sığınması, Sadık Paşa'nın Kıbrıs meselesinde sanki İngiltere'yle birmiş gibi Padişah'ı Kıbrıs anlaşmasını kabule zorlaması, diğer devlet adamlarının aşırı batı "uydu"luğu sebebiyle memleketin gerçek çıkarlarını görememeleri, bir çok meselede yabancıların aldatıcı telkinlerine kapılmalarının Sultan'ı bu duruma itmiş olduğu, gözden uzak tutulmamalıdır.[8]
Alman birliğini kurmuş olan Prens Bismarc, rivâyete nazaran:
«Dünyâda yüz gram akil varsa, bunun doksan gramı Abdülhamîd Han'da, beş gramı bende, kalan beş gramı da diğer dünyâ siyâsîlerindedir...»
demiştir. O'nun en büyük talihsizliği, devleti çok kötü şartlar altında eline almış olmasıdır. Buna rağmen hiç yılmadan, bıkmadan müthiş bir zekâ, sabır ve büyük bir mahâretle devleti, 33 sene ciddî bir kayba uğratmadan idâre etmiştir.
Sultân Abdülazîz merhûm gibi büyük masrafları ve dış borçlanmayı mucip olan harpçi bir siyâset takibi yerine, gelişen sanayî hareketleri dolayısıyla batıda temâyüz etmiş bulunan iki devleti karşı karşıya getirmek ve onların menfaat çatışmalarını tahrîk ederek ülkeyi -âdetâ- bir sırat köprüsü üzerinde yürütmek, O'nun siyâsetinin temel esasi olmuştur.
Bu sulhçu siyâsetin neticesinde yeni askerî yatırımların masrafından kat'an nazar dış borçların 300 milyon altından, 30 milyona indirilmesi sağlanmıştır. Abdülhamîd'in Almanları İngiliz siyâsî emellerine karşı mâhirâne bir sûrette kullanmasının çok çeşitli ve parlak tezâhürleri vardır. Medîne demiryolu imtiyâzının Almanlara verilmesi ve stratejik bir mevkî olan Akabe'nin onların yardımıyla Ingilizler'den kurtarılması, bunun târihte en tipik bir misâlidir.[10][11]
İkinci Abdülhamid han'ın güzel ahlakı, dine olan bağlılığı, edep ve hayasının derecesi, akıl, ilim ve adaletinin çokluğu, milleti için gece-gündüz çalışması, düşmanlarına bile iyilik yapması, ciltler dolusu eserlerle anlatılmaktadır. Onun tahtan indirilmesinin üzerinden 10 yıl geçmeden imparatorluğun dörtte üçünün elden çıkması, memleketi 33 yıl nasıl idare ettiğine en açık delildir. Yine Abdülhamid han'ın tahttan indirilmesiyle beraber kan gölü haline çevrilen orta doğu'da hala huzur tesis edilememiş olup, Arap alemi Siyonizm'in oyuncağı haline gelmiştir.[12]
Tarih, siyaset değildir. Günün modasına göre söyleyen, yazan kimse, tarihçi değildir. Çünkü, siyasi rejimler ve fikir modaları daima değişir. Yakın maziyi halka fena tanıtmak gibi hissi görüş, ilmi tetkik yapılmasına mani olmaktadır. Bazı sathi görüşlü kimseler, günlük oluşları küçültür, gölgede bırakır diye, eski kahramanları küçültürler. Tarihi realiteden korkmak manasızdır. Türkiye'de, yine de, II. Abdülhamid aleyhindeki yalanları nakil etmek modası yürürlüktedir.[9]
Araştırmacı yazar Mustafa Turan, Atatürk'ün bile Abdülhamit Han'ın hatıratına hiç hakaret ettirmediğini tarihten alıntılarla şöyle anlatıyor.
Atatürk, devrinin en önemli yazarlarından Nazif Tepedenlioğlu'nun 2. Meşrutiyet'in ilanından yarım asır sonra 50. yıl anısına Hürriyet Gazetesi'nde bir yazı dizisi kaleme alması üzerine Tepedenlioğlu'nu çağırarak şu sözleri söyler
«Yazını okuyorum. Hürriyetin ilan edildiği zaman küçük bir çocuk olman lazım. Fakat tebrik ederim o günleri iyi canlandırıyorsun. Yalnız Abdülhamit'i hiç sevmediğin belli. Sevme Abdülhamit'i. Gene de sevme. Sakın fakat hatıratına hakaret edeyim deme. Senin neslin biraz daha temkinli kararlar vermeye alışmalı. Bak çocuk, şahsi kanaatimi birazcık söyleyeyim. Tecrübe göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun ahvali meşkuk (Ne ocakları şüpheli) ve hudutları yalnız düşmanlarla çevrili bir büyük devlette Abdülhamit'in idare tarzı azami müsamahadır(En yüksek hoşgörüdür). Hele bu idare, 19. yüzyılın son yıllarında tatbik edilmiş olursa.» [13]
Osmanlı tahtında en fazla kalan padişahlardan olan ve bütün Avrupa ülkelerinin, "hasta adam" tabir ettikleri Osmanlı Devletini pay etme sevdasına düştükleri bir devrede tahta oturan Sultan II. Abdülhamid'in hayatı çeşitli cepheleriyle incelendiğinde 19.yüzyılın siyasî ve içtimaî panoraması hakkında enteresan bilgiler alınacaktır. Biz, şahsiyeti en fazla tartışma mevzuu olmuş bir padişah'ın hayatına devrindeki hadiseleri de ele alarak kısaca göz atacağız.[5]
2. Sultan Abdülhamid'in Doğumu ve Gençliği
Sultan
II. Abdülhamid (Arapça: عبد الحميد ثانی 'Abdü'l-Hamīd-i
sânî),[14] Sultan Abdülmecid'in ikinci oğlu olup [2] 21 Eylül [15] 1842'de
Tir-i Müjgan Sultan'dan doğdu.[2] Annesi Çerkez'dir.[16] 10 yaşında iken
annesini kaybeden şehzade Abdülhamid, babasının emriyle [2] Abdülmecid'in diğer
çocuksuz eşi [14] Perestû (ya da Piristû) Kadın Efendi'nin himayesine verildi.[2]
Perestû Kadın Efendi, Abdülhamid'i kendi çocuğu gibi büyüttü.[14]
Perestû Kadın, ona çok iyi bakmıştır. Bu yüzden Abdülhamid onu çok sever lafı açılınca “Annem ölmemiş olsaydı, O da bana ancak bu kadar bakabilirdi.” demiştir.[15]
Çocukluğunda çok zayıf bir bünyeye sahip olan Sultan İkinci Abdülhamid, sık sık hasta olurdu. Babasının padişahlığı sırasında bu durumu yüzünden özel ilgi gördü. Çok hoşgörülü bir ortamda büyüdü. Kültür derslerinin yanında musiki dersleri aldı ve piyano çalmayı öğrendi.[16]
Genç şehzade, özel hocalar tayin edilerek iyi bir eğitime tabi tutuldu. Arapçayı, Ferid ve Şerif efendilerden, Farsçayı kazasker Ali Mahvi Efendi ve Sadrazam Safvet Paşa'dan; tefsir, hadis, fıkıh ilimlerini Gümüşhanevi Ömer Hulusi Efendi'den; Fransızcayı Gardet, Edhem ve Kemal paşalardan; [2] Osmanlı tarihini vakanüvis Lütfi Efendi'den [17] ve diğer din ve fen ilimlerini de sahasında üstad olan hocalardan öğrendi.[2] Spor ve at biniciliğini Lala Mehmed Sadık Ağa ve Mabeyinci Osman Efendi'den, silah talimi ve diğer askerlik bilgilerini hünkar yaveri çeşitli subaylardan, Şaziliyye tarikatını Mehmed Zafir Efendi'den, Kadiriyye tarikatını Rumeli kazaskeri Halepli Ebü'l-Hüda Efendi'den öğrenerek zamanın ilimlerini tahsil etti.[17] Tahsilinden artan zamanlarını ise ata binmek, silah kullanmak ve spor yapmakla değerlendirirdi.[2]
II. Abdülhamid Han, iyi bir okuyucu idi. İlme aşıktı. Şehzadelik yıllarında başlayan kitap okuma sevgisi ömrü boyunca hep devam etti. Çok zengin bir kütüphane yaptırdı. Dünyanın her tarafından getirilen eserlerle donatıldı.[18]
Şehzade Abdülhamid'in zeka ve hafızasının son derece yüksek oluşu ile politik kabiliyeti, amcası olan Sultan Abdülaziz'in dikkatini çekti. Nitekim Sultan Abdülaziz Han, onun daha serbest bir ortamda yetişmesini sağladı. Mısır ve Avrupa seyahatlerinde yanında götürdü. Şehzade Abdülhamid de bu imkanlardan en iyi şekilde istifadeye çalıştı. Yabancı basını devamlı takip ederek dış devletlerin niyet ve emellerini ve gayelerine ulaşabilmek için uyguladıkları metotları çok iyi etüt etti. Ayrıca o, ticari faaliyetlerde de bulundu.[2]
Aynı zamanda iyi bir hattat ve marangoz idi. Marangoz atölyesi ve çiftlikleri vardı. Koyun besletti, üstübeç madenleri işletti. Para kazanarak zengin olup servetini saltanatı sırasında din ve devlet hizmetlerine sarf etti.[17]
O, marangozluk sanatında mükemmel eserler yapacak derecede ustalaşmıştır. Öyle ki yaptığı eserlerin yağmadan kurtulabilenleri görenlerce takdirle karşılanmaktadır. Cuma ve bazen vakit namazlarını kıldığı Yıldız Camiindeki, kendisinin ve şehzadenin namaz kıldığı mahfillerin tahta işlemesini bizzat kendisi yapmıştır.[5]
Abdülhamid Han, matbaa ve yayın işlerine çok meraklıydı. Modern matbaa makinelerini Türkiye'ye getirtip kaliteli divan eserleri bastırdı. Mesela Cem Sultan Divanı'nı bastırıp bazı nüshalarını İngiltere'ye, Almanya'ya ve Amerika'ya göndertti.
Abdülhamid Han, kurulduğu yıl Yeni Osmanlılar Cemiyeti'ne girdi ancak cemiyetin yanlış gayeler peşinden gittiğini düşündüğü için ayrıldı. Sultan, takva ve dindarlığı sebebiyle halk arasında "veliyullah" olarak biliniyordu.[19]
Perestû Kadın, ona çok iyi bakmıştır. Bu yüzden Abdülhamid onu çok sever lafı açılınca “Annem ölmemiş olsaydı, O da bana ancak bu kadar bakabilirdi.” demiştir.[15]
Çocukluğunda çok zayıf bir bünyeye sahip olan Sultan İkinci Abdülhamid, sık sık hasta olurdu. Babasının padişahlığı sırasında bu durumu yüzünden özel ilgi gördü. Çok hoşgörülü bir ortamda büyüdü. Kültür derslerinin yanında musiki dersleri aldı ve piyano çalmayı öğrendi.[16]
Genç şehzade, özel hocalar tayin edilerek iyi bir eğitime tabi tutuldu. Arapçayı, Ferid ve Şerif efendilerden, Farsçayı kazasker Ali Mahvi Efendi ve Sadrazam Safvet Paşa'dan; tefsir, hadis, fıkıh ilimlerini Gümüşhanevi Ömer Hulusi Efendi'den; Fransızcayı Gardet, Edhem ve Kemal paşalardan; [2] Osmanlı tarihini vakanüvis Lütfi Efendi'den [17] ve diğer din ve fen ilimlerini de sahasında üstad olan hocalardan öğrendi.[2] Spor ve at biniciliğini Lala Mehmed Sadık Ağa ve Mabeyinci Osman Efendi'den, silah talimi ve diğer askerlik bilgilerini hünkar yaveri çeşitli subaylardan, Şaziliyye tarikatını Mehmed Zafir Efendi'den, Kadiriyye tarikatını Rumeli kazaskeri Halepli Ebü'l-Hüda Efendi'den öğrenerek zamanın ilimlerini tahsil etti.[17] Tahsilinden artan zamanlarını ise ata binmek, silah kullanmak ve spor yapmakla değerlendirirdi.[2]
II. Abdülhamid Han, iyi bir okuyucu idi. İlme aşıktı. Şehzadelik yıllarında başlayan kitap okuma sevgisi ömrü boyunca hep devam etti. Çok zengin bir kütüphane yaptırdı. Dünyanın her tarafından getirilen eserlerle donatıldı.[18]
Şehzade Abdülhamid'in zeka ve hafızasının son derece yüksek oluşu ile politik kabiliyeti, amcası olan Sultan Abdülaziz'in dikkatini çekti. Nitekim Sultan Abdülaziz Han, onun daha serbest bir ortamda yetişmesini sağladı. Mısır ve Avrupa seyahatlerinde yanında götürdü. Şehzade Abdülhamid de bu imkanlardan en iyi şekilde istifadeye çalıştı. Yabancı basını devamlı takip ederek dış devletlerin niyet ve emellerini ve gayelerine ulaşabilmek için uyguladıkları metotları çok iyi etüt etti. Ayrıca o, ticari faaliyetlerde de bulundu.[2]
Aynı zamanda iyi bir hattat ve marangoz idi. Marangoz atölyesi ve çiftlikleri vardı. Koyun besletti, üstübeç madenleri işletti. Para kazanarak zengin olup servetini saltanatı sırasında din ve devlet hizmetlerine sarf etti.[17]
O, marangozluk sanatında mükemmel eserler yapacak derecede ustalaşmıştır. Öyle ki yaptığı eserlerin yağmadan kurtulabilenleri görenlerce takdirle karşılanmaktadır. Cuma ve bazen vakit namazlarını kıldığı Yıldız Camiindeki, kendisinin ve şehzadenin namaz kıldığı mahfillerin tahta işlemesini bizzat kendisi yapmıştır.[5]
Abdülhamid Han, matbaa ve yayın işlerine çok meraklıydı. Modern matbaa makinelerini Türkiye'ye getirtip kaliteli divan eserleri bastırdı. Mesela Cem Sultan Divanı'nı bastırıp bazı nüshalarını İngiltere'ye, Almanya'ya ve Amerika'ya göndertti.
Abdülhamid Han, kurulduğu yıl Yeni Osmanlılar Cemiyeti'ne girdi ancak cemiyetin yanlış gayeler peşinden gittiğini düşündüğü için ayrıldı. Sultan, takva ve dindarlığı sebebiyle halk arasında "veliyullah" olarak biliniyordu.[19]
3.Fiziksel Görünümü ve Kişiliği
Sultan
Abdülhamid uzunca boylu, hafif kambur, esmerce tenli, uzunca burunlu, ela
gözlü, hafif kıvırcık sakallı idi. Zeka ve hafızasının güçlü olduğu, açık bir
tarzda konuştuğu, kendisine anlatılanları uzun müddet sabırla dinlediği
söylenir.[14]
Şehzade Abdülhamid, zamanını ibadetle, din ve fen ilimlerini öğrenmek, ata binmek, silah kullanmak ve spor yapmakla değerlendirirdi. Çok kültürlü, şahsı için iktisatlı, hayır ve hasenatı için pek cömert, ileri görüşlü, dış siyasette fevkalade maharetli, yerli ve yabancı basını devamlı takip eder ve her şeyi öğrenmek isterdi. Dedesi Sultan Mahmud'u kendisine örnek almıştı. Fevkalade bir zeka ve hafızaya sahipti. Bir defa gördüğü veya sesini işittiği kimseyi asla unutmazdı. Çok nazikti. Herkesin gönlünü almayı bilirdi. [17]
Gayet güzel ve düzgün konuşurdu. Deha derecesinde bir siyasete sahipti.[15]
Sultan Abdülhamid oldukça dindar bir insandı. Kızı Ayşe Sultan babasının dindarlığını şöyle anlatmıştır:
«Babam doğru ve tam dinî itikada sahip bir Müslüman'dan başka biri değildir. Beş vakit namazını kılar, Kurân-ı Kerîm okurdu.Daima camilere devam ettiğini, Ramazanlarda Süleymaniye Camii'nde namaz kıldığını, o zamanlar camide açılan sergilerden alışveriş ettiğini hikâye tarzında anlatırdı.Babam herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayın hususi bahçesinde beş vakit Ezân-ı Muhammedi okunurdu. Babamın bir sözü vardı: "Din ve fen," derdi. "Bu ikisine de itikat etmek caiz" olduğunu söylerdi.» [20]
Ali Haydar Efendi hazretleri anlatıyor:
«Sultan Abdülhamid'i din düşmanları bize bile kötü tanıttılar, sonra anladık ki kerametleri olan büyük bir veli imiş. Osmanlı, İslam'a çok büyük hizmetlerde bulundu. Hele Sultan Abdülhamid olmasa ehl-i sünnet eserleri ortadan kalkmaya mahkum olurdu. Onun gayreti, siyaseti ve himmeti sayesinde ileriki nesillere sahih kaynaklar ulaşabildi.
Bir kere beni huzuruna kabul etti. Sultanlar perde arkasından konuşurlardı. Beni kendisine çok yaklaştırdı, birden perdeyi kaldırınca burun buruna geldik. O zaman bana: "Ali Haydar efendi! Etrafımda senin gibi taviz vermeyen âlimler olsaydı bu Devlet-i Aliyye bu hale gelmezdi." dedi. Allahu teala ona yüksek dereceler ihsan eylesin».[21][22]
Sultan Abdülhamid çalışkan bir padişahtı. Günde muntazam 15-16 saat çalıştığı söylenmektedir.[23] “Millet, bize çok çalışmamız için maaş veriyor” diyen Abdülhamid Han, kendisi için diktatör yorumları yapanların yüzlerine esaslı bir tokat vuruyordu adeta.[19] Çalışma saatleri dışında hobi olarak marangozlukla uğraştı. Gençliğinde binicilik, yüzme, atıcılık, güreş gibi sporlar yaptı. Tiyatro ve operaya ilgi duyardı. Yıldız Sarayı'nda yaptırdığı tiyatroda çeşitli oyun ve operaları hususi olarak getirtir ve ailesiyle birlikte seyrederdi. En sevdiği piyeslerden birisi, ünlü Alman şairi Friedrich Schiller'in Haydutlar adlı eseriydi. La Traviata, Aida, Carmen, Faust, Manon en sevdiği operalardandı.[24][14]
Sultan, gece yatmadan önce de kitap okuturdu. Kızı Ayşe Sultan, yazdığı hatıratında babasından bu konuda şunları nakletmektedir: “Gündüzleri beni meşgul eden işlerin ağırlığından kurtulmak, zihnimi başka taraflara sevk edip düşüncelerimi defetmek ve rahat uyuyabilmek için her gece odamda kitap okutuyorum. Okuttuğum eserler ciddi olursa büsbütün uykum kaçıyor. Onun için bir takım romanlar tercüme ettiriyorum.” der ve gülerek ilave ederdi: “Küçüklüğümde dadım bana ninni söylerdi. Şimdi de okunan kitaplar aynı tesiri yapıyor. Esasen yarı dinliyor, yarı dinlemeden uykuya dalıyorum. İşte benim uyku ilacım budur.” [18]
Hayırsever ve cömert bir insan bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamid, sıradan bir vatandaş gibi yaşardı. Yunan seferi sırasında, kendisine hazinede yeterli para olmadığı söylenince, atalarından kalma şahsi servetinden masrafları karşılamış, devletten beş kuruş almamıştı.
Boş vakitlerini marangozhanede geçirir, harika eşyalar yapar, bunları sattırır ve parasını fakire fukaraya dağıttırırdı.[15]
Şehzade Abdülhamid, zamanını ibadetle, din ve fen ilimlerini öğrenmek, ata binmek, silah kullanmak ve spor yapmakla değerlendirirdi. Çok kültürlü, şahsı için iktisatlı, hayır ve hasenatı için pek cömert, ileri görüşlü, dış siyasette fevkalade maharetli, yerli ve yabancı basını devamlı takip eder ve her şeyi öğrenmek isterdi. Dedesi Sultan Mahmud'u kendisine örnek almıştı. Fevkalade bir zeka ve hafızaya sahipti. Bir defa gördüğü veya sesini işittiği kimseyi asla unutmazdı. Çok nazikti. Herkesin gönlünü almayı bilirdi. [17]
Gayet güzel ve düzgün konuşurdu. Deha derecesinde bir siyasete sahipti.[15]
Sultan Abdülhamid oldukça dindar bir insandı. Kızı Ayşe Sultan babasının dindarlığını şöyle anlatmıştır:
«Babam doğru ve tam dinî itikada sahip bir Müslüman'dan başka biri değildir. Beş vakit namazını kılar, Kurân-ı Kerîm okurdu.Daima camilere devam ettiğini, Ramazanlarda Süleymaniye Camii'nde namaz kıldığını, o zamanlar camide açılan sergilerden alışveriş ettiğini hikâye tarzında anlatırdı.Babam herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayın hususi bahçesinde beş vakit Ezân-ı Muhammedi okunurdu. Babamın bir sözü vardı: "Din ve fen," derdi. "Bu ikisine de itikat etmek caiz" olduğunu söylerdi.» [20]
Ali Haydar Efendi hazretleri anlatıyor:
«Sultan Abdülhamid'i din düşmanları bize bile kötü tanıttılar, sonra anladık ki kerametleri olan büyük bir veli imiş. Osmanlı, İslam'a çok büyük hizmetlerde bulundu. Hele Sultan Abdülhamid olmasa ehl-i sünnet eserleri ortadan kalkmaya mahkum olurdu. Onun gayreti, siyaseti ve himmeti sayesinde ileriki nesillere sahih kaynaklar ulaşabildi.
Bir kere beni huzuruna kabul etti. Sultanlar perde arkasından konuşurlardı. Beni kendisine çok yaklaştırdı, birden perdeyi kaldırınca burun buruna geldik. O zaman bana: "Ali Haydar efendi! Etrafımda senin gibi taviz vermeyen âlimler olsaydı bu Devlet-i Aliyye bu hale gelmezdi." dedi. Allahu teala ona yüksek dereceler ihsan eylesin».[21][22]
Sultan Abdülhamid çalışkan bir padişahtı. Günde muntazam 15-16 saat çalıştığı söylenmektedir.[23] “Millet, bize çok çalışmamız için maaş veriyor” diyen Abdülhamid Han, kendisi için diktatör yorumları yapanların yüzlerine esaslı bir tokat vuruyordu adeta.[19] Çalışma saatleri dışında hobi olarak marangozlukla uğraştı. Gençliğinde binicilik, yüzme, atıcılık, güreş gibi sporlar yaptı. Tiyatro ve operaya ilgi duyardı. Yıldız Sarayı'nda yaptırdığı tiyatroda çeşitli oyun ve operaları hususi olarak getirtir ve ailesiyle birlikte seyrederdi. En sevdiği piyeslerden birisi, ünlü Alman şairi Friedrich Schiller'in Haydutlar adlı eseriydi. La Traviata, Aida, Carmen, Faust, Manon en sevdiği operalardandı.[24][14]
Sultan, gece yatmadan önce de kitap okuturdu. Kızı Ayşe Sultan, yazdığı hatıratında babasından bu konuda şunları nakletmektedir: “Gündüzleri beni meşgul eden işlerin ağırlığından kurtulmak, zihnimi başka taraflara sevk edip düşüncelerimi defetmek ve rahat uyuyabilmek için her gece odamda kitap okutuyorum. Okuttuğum eserler ciddi olursa büsbütün uykum kaçıyor. Onun için bir takım romanlar tercüme ettiriyorum.” der ve gülerek ilave ederdi: “Küçüklüğümde dadım bana ninni söylerdi. Şimdi de okunan kitaplar aynı tesiri yapıyor. Esasen yarı dinliyor, yarı dinlemeden uykuya dalıyorum. İşte benim uyku ilacım budur.” [18]
Hayırsever ve cömert bir insan bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamid, sıradan bir vatandaş gibi yaşardı. Yunan seferi sırasında, kendisine hazinede yeterli para olmadığı söylenince, atalarından kalma şahsi servetinden masrafları karşılamış, devletten beş kuruş almamıştı.
Boş vakitlerini marangozhanede geçirir, harika eşyalar yapar, bunları sattırır ve parasını fakire fukaraya dağıttırırdı.[15]
4. Tahta Çıkışı
1875 yılında
Osmanlı İmparatorluğu, tarihinde görülmedik derecede ciddi ekonomik ve siyasal
bir bunalıma girmişti. Dış borç kaynaklarının azalmasının yanı sıra iç
borçların ödenmesi artık imkansız hale gelmişti. Aynı yıl Bab-ı Ali de kısmi
bir ekonomik batışı kabul etti. Mayıs 1876'da Süleyman Paşa komutasındaki
Harbiye öğrencileri, yanlarına Şeyh-ül İslamlığın medreseli öğrencilerini de
alarak Sultan Abdülaziz'i tahttan indirdiler. Darbeye, medreseli öğrencilerin
katılımı nedeniyle "Softalar Darbesi" adı verildi. Ancak darbenin
sonuçları, darbenin "softalar"ın kontrolünde olmadığını gösteriyordu.
Aksine, darbe "masonik"ti; darbeden sonra ön plana çıkarılan mason
Sadrazam Mithat Paşa, tahta mason biraderi 5. Murad'ı geçirmişti.[25]
Üstad-ı Azam Kemalettin Apak, Beşinci Murad'ın masonluğunu hakkında şöyle der:
«O vakitler henüz Veliaht olan 33. Osmanlı Padişahı Beşinci Sultan Murad dahi bu locaya (Fransız Ser Locası) kaydolmuş ve 18. dereceye kadar yükselmiştir.» [26]
Mithat Paşa'nın kafasında, aydınlanmacı ve pozitivist bir temele dayanan yeni bir Osmanlı toplumu yaratma hedefi vardı. Ancak 5. Murad'ın dengesiz kişiliği bu masonik projenin uygulamasına izin vermedi. Padişahın aniden psikolojik rahatsızlık geçirmesi üzerine yerine yeni bir isim aranmaya başlandı.[25]
Şehzade Murad, rahatsızlığı sebebiyle ancak üç ay tahtta kalabildi. Bunun üzerine şehzade Abdülhamid 34 yaşındayken 31 Ağustos 1876 Perşembe günü Osmanlı tahtına oturdu.[2] 7 Eylül günü, Eyüp Sultan Camii'nde kılıç kuşandı ve kır atına binerek Edirnekapı'dan şehre girip Topkapı Sarayı'na yürüdü. Yollarda biriken halk, tezahürat yapıyor ve yeni padişahtan çok şeyler bekliyordu.[2]
Üstad-ı Azam Kemalettin Apak, Beşinci Murad'ın masonluğunu hakkında şöyle der:
«O vakitler henüz Veliaht olan 33. Osmanlı Padişahı Beşinci Sultan Murad dahi bu locaya (Fransız Ser Locası) kaydolmuş ve 18. dereceye kadar yükselmiştir.» [26]
Mithat Paşa'nın kafasında, aydınlanmacı ve pozitivist bir temele dayanan yeni bir Osmanlı toplumu yaratma hedefi vardı. Ancak 5. Murad'ın dengesiz kişiliği bu masonik projenin uygulamasına izin vermedi. Padişahın aniden psikolojik rahatsızlık geçirmesi üzerine yerine yeni bir isim aranmaya başlandı.[25]
Şehzade Murad, rahatsızlığı sebebiyle ancak üç ay tahtta kalabildi. Bunun üzerine şehzade Abdülhamid 34 yaşındayken 31 Ağustos 1876 Perşembe günü Osmanlı tahtına oturdu.[2] 7 Eylül günü, Eyüp Sultan Camii'nde kılıç kuşandı ve kır atına binerek Edirnekapı'dan şehre girip Topkapı Sarayı'na yürüdü. Yollarda biriken halk, tezahürat yapıyor ve yeni padişahtan çok şeyler bekliyordu.[2]
5. Sultan'ın Gözüyle Memleketin İçinde Bulunduğu Durum
Sultan Abdülhamid Han, tahta
çıktığı zamanda devletin durumunu ve saltanatı boyunca tatbik etmeye çalıştığı
siyasetini şöyle anlatmaktadır:
«Amerika'da genç ve kuvvetli bir devlet doğmuştu. İspanya, müstemleke(sömürge)lerinden sürekli olarak çıkarılıyordu. Dünya Yahudileri, teşkilatlanmışlardı. Mason locaları ile Arz-ı Mev'ud'un (Yahudilerin kendilerine verilmiş olduklarını iddia ettikleri ve sınırları bugünkü Türkiye'yi de kapsayan, Nil'den Fırat'a kadar olan topraklar) peşine düştüler.Bunlar, daha sonra bana da gelmiş ve Filistin'de Yahudileri yerleştirmek için büyük paralar karşılığı toprak istemişlerdi. Tabii, reddettim.
.......
Apaçık görüyordum ki, Avrupa'nın büyük devletleri, kendi aralarında dünyayı bölüşmeye çıkmışlardı. Bölüşülecek ülkeler arasında Osmanlı mülkü de vardı. Ben, bu kuvvetlerin önünde tek başıma duramazdım. Gücüm yetmezdi. Yapabileceğim tek şey, aralarındaki rekabetten yararlanıp her birine daha büyük bir lokma ümidi dağıtarak birini ötekine düşürmekten ibaretti.
Yine apaçık görüyordum ki, Almanya'nın kurulması ile bozulan Avrupa dengesi, eninde sonunda bu büyük devletleri birbirine düşürecekti. Eğer o güne kadar memleketimi parçalanmaktan kurtarabilirsem, o çatışma koptuğu zaman, kümelenmelerden birine katılıp öteki tarafı kırmakla varlığımızı koruyabilirdim. Bunun ne zaman olacağı belli değildi; ama uzak da görünmüyordu. Almanlar, her yıl biraz daha güçlenince, Fransızlar ve Rusların olduğu kadar İngilizlerin de tedirgin olmaya başladığını görüyordum. Bunun sonu, birbiriyle kapışmak ve hesaplaşmak olacaktı. Nasıl bir yol tutacağımı dikkatle araştırdım.
Büyük devletlerin İstanbul'da yaptıkları konferans sırasında niyetlerinin, iddia ettikleri gibi Hıristiyan tebasının (azınlıkların) hukukunu temin değil; önce muhtariyetlerini, sonra da istiklallerini temin suretiyle Osmanlı ülkesini parçalamak olduğunu görmüştüm. Bunu iki suretle temin etmeye çalışmaktaydılar. Birincisi, Hıristiyan ahaliyi ayaklandırıp ortalığı karıştırmak ve böylece bunlara arka çıkmak... İkincisi, bizi kendi aramızda parçalamak için meşrûtî idareyi getirmek. Her iki gayeleri için de aramızda kolayca taraftar bulabiliyorlardı. Meşrûtî idarelerin bir millî vahdet halinde bulunan ülkelerde kolayca işlediğini, böyle bir vahdet içinde olmayan ülkelerin bu idareye itibar etmediğini far edemeyen bazı Türk münevverleri (aydınları), maalesef düşmanların ekmeklerine yağ sürmekteydiler.
Ben, bu ihanetlerin ve ayaklanmaların içinden ülkemi nasıl çıkarabilirdim.
.......
Ordunun yeni silahlarla donanmasına ve yeni harp sanatına uygun hazırlanmasına hız verdim. Büyük bir asker olan Alman Wander Goltz'u İstanbul'a getirdim. Yarın kopacağını umduğum ve beklediğim savaşta denizlere hakim devletle bir olursam; ordularım, onun işine yarayacak, donanması da benim işimi kolaylaştıracaktı ve üstelik elimde, dövüştüğüm milletin harp oyunlarını çok iyi bilen bir ordum olacaktı.
Evet, benim Avrupa devletleri ile tek başıma boğuşmaya gücüm yoktu; ama, Rusya gibi, İngiltere gibi Asya'da bir çok Müslüman ahaliyi idareleri altına almış devletler de benim hilafet silahımdan ürküyorlardı. Bu yüzden, Osmanlı'nın işini bitirmek noktasında anlaşabilirlerdi. Ben, beklediğim güne kadar bu silahı hudutlarımın dışında kullanmamalıydım. Çünkü böyle bir teşebbüs, ne din kardeşlerimizin işine yarayacak, ne de ülkemin yararına olacaktı. Hilafet kuvvetimi, memleketimizin huzuru ve birliği için kullanmaya, dışarıdaki din kardeşlerimizi de her ihtimale karşı sağlam tutmaya karar verdim.
.......
Hilafetin elimde olması, sürekli olarak İngilizler'i tedirgin ediyordu. Blund adlı bir İngiliz'le, Cemaleddîn-i Efganî adlı bir maskaranın el birliği ederek İngiliz hariciyesi(ataşeliği)nde hazırladıkları bir plan, elime geçti. Bunlar, hilafetin Türkler tarafından zorla alındığını öne sürüyorlar ve Mekke şerîfi Hüseyin'in halife ilan edilmesini İngilizlere teklif ediyorlardı. Cemaleddîn-i Efganî'yi yakından tanırdım. Mısır'da bulunuyordu. Tehlikeli bir adamdı. Bana, bir ara Mehdîlik iddiasıyla bütün Orta Asya Müslümanların ayaklandırmayı teklif etmişti. Buna muktedîr olmadığını biliyordum. Ayrıca, İngilizler'in adamıydı ve çok muhtemel olarak, İngilizler, beni sınamak için bu adamı hazırlamışlardı. Derhal reddettim. Bu sefer de Blund ile işbirliği yaptı.
Bütün Arap ülkelerinin itibar ettiği Halepli Ebü'l-Hüda es-Seydî yolu ile kendisini İstanbul'a çağırttım. Aracılığını Efganî'nin eski hamisi Münif Paşa ile Abdülhak Hamid yaptılar. Geldi ve bir daha İstanbul'dan çıkmasına izin vermedim.
Hilafet mevzusunda İngiliz teşebbüslerinin sonu gelmiş değildi. Çünkü Asya'da 150.000.000 Müslüman'ı idareleri altında tutuyorlardı ve bu Müslümanlar üzerinde hilafetin büyük bir nüfûzu vardı. Bunu bildiğim için, İngilizleri kuşkulandırmadan her ihtimale karşı seyyidler, şeyhler, dervişler gönderip Asya'daki Müslümanları hilafete manen bağlamaya husûsî bir itîna gösteriyordum. Buharalı şeyh Süleyman Efendi'nin Rusya'daki Müslümanlar arasında yaptığı hizmetleri bilhassa şükranla yad ederim. Bunun, İngilizlerle münasebetlerimizde çok faydasını gördüm. Hindistan umûmî valileri, oradaki Müslümanların Osmanlı Devleti ile yakından ilgilendiklerini gördükçe, hükümetlerine Osmanlı ile iyi geçinilmesini yazıyorlar ve böylece bizim işlerimizi bir nebze kolaylaştırmış oluyorlardı. Tek başına yaşayacak ve direnecek gücümüz yoktu. Bizi parçalamakta birleşmiş düşmanlarımız; kendi aralarında parçalanırsa ve biz de bu parçalardan birinin vazgeçemeyeceği kuvvet olabilirsek, yeniden dünya için söz sahibi olabiliriz.
.......
Büyük devletler arasındaki rekabetin eninde sonunda onları çatışmaya götüreceği, gözler önündeydi. Öyleyse Osmanlı Devleti de böyle bir parçalanmaya kadar kendi parçalanma tehlikesinden uzak yaşamalı ve çatışma günü de ağırlığını ortaya koymalıydı. İşte benim, 33 yıl süren siyasetimin sırrı...» [17][27]
«Amerika'da genç ve kuvvetli bir devlet doğmuştu. İspanya, müstemleke(sömürge)lerinden sürekli olarak çıkarılıyordu. Dünya Yahudileri, teşkilatlanmışlardı. Mason locaları ile Arz-ı Mev'ud'un (Yahudilerin kendilerine verilmiş olduklarını iddia ettikleri ve sınırları bugünkü Türkiye'yi de kapsayan, Nil'den Fırat'a kadar olan topraklar) peşine düştüler.Bunlar, daha sonra bana da gelmiş ve Filistin'de Yahudileri yerleştirmek için büyük paralar karşılığı toprak istemişlerdi. Tabii, reddettim.
.......
Apaçık görüyordum ki, Avrupa'nın büyük devletleri, kendi aralarında dünyayı bölüşmeye çıkmışlardı. Bölüşülecek ülkeler arasında Osmanlı mülkü de vardı. Ben, bu kuvvetlerin önünde tek başıma duramazdım. Gücüm yetmezdi. Yapabileceğim tek şey, aralarındaki rekabetten yararlanıp her birine daha büyük bir lokma ümidi dağıtarak birini ötekine düşürmekten ibaretti.
Yine apaçık görüyordum ki, Almanya'nın kurulması ile bozulan Avrupa dengesi, eninde sonunda bu büyük devletleri birbirine düşürecekti. Eğer o güne kadar memleketimi parçalanmaktan kurtarabilirsem, o çatışma koptuğu zaman, kümelenmelerden birine katılıp öteki tarafı kırmakla varlığımızı koruyabilirdim. Bunun ne zaman olacağı belli değildi; ama uzak da görünmüyordu. Almanlar, her yıl biraz daha güçlenince, Fransızlar ve Rusların olduğu kadar İngilizlerin de tedirgin olmaya başladığını görüyordum. Bunun sonu, birbiriyle kapışmak ve hesaplaşmak olacaktı. Nasıl bir yol tutacağımı dikkatle araştırdım.
Büyük devletlerin İstanbul'da yaptıkları konferans sırasında niyetlerinin, iddia ettikleri gibi Hıristiyan tebasının (azınlıkların) hukukunu temin değil; önce muhtariyetlerini, sonra da istiklallerini temin suretiyle Osmanlı ülkesini parçalamak olduğunu görmüştüm. Bunu iki suretle temin etmeye çalışmaktaydılar. Birincisi, Hıristiyan ahaliyi ayaklandırıp ortalığı karıştırmak ve böylece bunlara arka çıkmak... İkincisi, bizi kendi aramızda parçalamak için meşrûtî idareyi getirmek. Her iki gayeleri için de aramızda kolayca taraftar bulabiliyorlardı. Meşrûtî idarelerin bir millî vahdet halinde bulunan ülkelerde kolayca işlediğini, böyle bir vahdet içinde olmayan ülkelerin bu idareye itibar etmediğini far edemeyen bazı Türk münevverleri (aydınları), maalesef düşmanların ekmeklerine yağ sürmekteydiler.
Ben, bu ihanetlerin ve ayaklanmaların içinden ülkemi nasıl çıkarabilirdim.
.......
Ordunun yeni silahlarla donanmasına ve yeni harp sanatına uygun hazırlanmasına hız verdim. Büyük bir asker olan Alman Wander Goltz'u İstanbul'a getirdim. Yarın kopacağını umduğum ve beklediğim savaşta denizlere hakim devletle bir olursam; ordularım, onun işine yarayacak, donanması da benim işimi kolaylaştıracaktı ve üstelik elimde, dövüştüğüm milletin harp oyunlarını çok iyi bilen bir ordum olacaktı.
Evet, benim Avrupa devletleri ile tek başıma boğuşmaya gücüm yoktu; ama, Rusya gibi, İngiltere gibi Asya'da bir çok Müslüman ahaliyi idareleri altına almış devletler de benim hilafet silahımdan ürküyorlardı. Bu yüzden, Osmanlı'nın işini bitirmek noktasında anlaşabilirlerdi. Ben, beklediğim güne kadar bu silahı hudutlarımın dışında kullanmamalıydım. Çünkü böyle bir teşebbüs, ne din kardeşlerimizin işine yarayacak, ne de ülkemin yararına olacaktı. Hilafet kuvvetimi, memleketimizin huzuru ve birliği için kullanmaya, dışarıdaki din kardeşlerimizi de her ihtimale karşı sağlam tutmaya karar verdim.
.......
Hilafetin elimde olması, sürekli olarak İngilizler'i tedirgin ediyordu. Blund adlı bir İngiliz'le, Cemaleddîn-i Efganî adlı bir maskaranın el birliği ederek İngiliz hariciyesi(ataşeliği)nde hazırladıkları bir plan, elime geçti. Bunlar, hilafetin Türkler tarafından zorla alındığını öne sürüyorlar ve Mekke şerîfi Hüseyin'in halife ilan edilmesini İngilizlere teklif ediyorlardı. Cemaleddîn-i Efganî'yi yakından tanırdım. Mısır'da bulunuyordu. Tehlikeli bir adamdı. Bana, bir ara Mehdîlik iddiasıyla bütün Orta Asya Müslümanların ayaklandırmayı teklif etmişti. Buna muktedîr olmadığını biliyordum. Ayrıca, İngilizler'in adamıydı ve çok muhtemel olarak, İngilizler, beni sınamak için bu adamı hazırlamışlardı. Derhal reddettim. Bu sefer de Blund ile işbirliği yaptı.
Bütün Arap ülkelerinin itibar ettiği Halepli Ebü'l-Hüda es-Seydî yolu ile kendisini İstanbul'a çağırttım. Aracılığını Efganî'nin eski hamisi Münif Paşa ile Abdülhak Hamid yaptılar. Geldi ve bir daha İstanbul'dan çıkmasına izin vermedim.
Hilafet mevzusunda İngiliz teşebbüslerinin sonu gelmiş değildi. Çünkü Asya'da 150.000.000 Müslüman'ı idareleri altında tutuyorlardı ve bu Müslümanlar üzerinde hilafetin büyük bir nüfûzu vardı. Bunu bildiğim için, İngilizleri kuşkulandırmadan her ihtimale karşı seyyidler, şeyhler, dervişler gönderip Asya'daki Müslümanları hilafete manen bağlamaya husûsî bir itîna gösteriyordum. Buharalı şeyh Süleyman Efendi'nin Rusya'daki Müslümanlar arasında yaptığı hizmetleri bilhassa şükranla yad ederim. Bunun, İngilizlerle münasebetlerimizde çok faydasını gördüm. Hindistan umûmî valileri, oradaki Müslümanların Osmanlı Devleti ile yakından ilgilendiklerini gördükçe, hükümetlerine Osmanlı ile iyi geçinilmesini yazıyorlar ve böylece bizim işlerimizi bir nebze kolaylaştırmış oluyorlardı. Tek başına yaşayacak ve direnecek gücümüz yoktu. Bizi parçalamakta birleşmiş düşmanlarımız; kendi aralarında parçalanırsa ve biz de bu parçalardan birinin vazgeçemeyeceği kuvvet olabilirsek, yeniden dünya için söz sahibi olabiliriz.
.......
Büyük devletler arasındaki rekabetin eninde sonunda onları çatışmaya götüreceği, gözler önündeydi. Öyleyse Osmanlı Devleti de böyle bir parçalanmaya kadar kendi parçalanma tehlikesinden uzak yaşamalı ve çatışma günü de ağırlığını ortaya koymalıydı. İşte benim, 33 yıl süren siyasetimin sırrı...» [17][27]
6. Balkanlardaki Savaş
Sultan
Hamid'i iyice anlamak için tahta çıktığı zamanı iyi bilmek lâzımdır. Sultan
Aziz'in son zamanlardaki çöküntü sırasında, memleketi yürütmek için beliren iki
akımdan liberalizmi V.Murat, muhafazakârlığı II.Abdülhamid temsil ediyordu.
Liberaller, İngiltere ve Fransa'ya bakarak parlamento ile her şeyin
düzeleceğine inanıyor, muhafazakârlar, 30 milyonluk imparatorlukta 10 milyon
Türk'ün hâkimiyetini sağlamak içim mutlak idareye lüzum görüyordu. Masonlar,
Sultan Murad'ı da mason yapmışlardı. Gerçek yüzünü Sultan Murad'a göstermeyen
masonluğun arkasında ise Yahudilik ve Avrupa emperyalizmi vardı.[3][4]
19.Yüzyılın son yıllarında ehl-i salip, Osmanlı Devletine karşı hücumlarını arttırmışlardı. Düşman; bir değildi, iki değildi. Düşman çokluktu. Yıllardır kuyruk acısı taşıyanlar, devletin sıkıntıda olduğunu fark etmişler, aç canavarlar gibi saldırmışlardı. Abdülhamid Han, elinden geldiğince bu hücumları bertaraf etmeye çabalıyordu, fakat şairin dediği gibi;
"Dost bîperva, felek, birahm, devran bîsükûn,
Dert çok, hemderd yok, düşman kavî tâli zebun" du.[5]
Sultan Abdülhamid Han tahta çıktığında devlet, en buhranlı günlerini yaşıyordu. Bosna-Hersek ve Bulgar ayaklanmalarına Sırbistan ve Karadağ muharebeleri de eklenmişti. Girit'te huzursuzluk had safhadaydı. Rusya, Osmanlı Devleti'ni "hasta adam" olarak görüyor, bu karışıklıkta devletten en büyük payı kapma sevdasıyla savaş hazırlıkları yapıyordu.[2] Bunun için Osmanlı Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyanları ayaklandırıp ortalığı karıştırıyor ve devleti devamlı baskı altında tutmaya çalışıyordu. Başlıca istekleri, Osmanlı Devleti'ni parçalayıp Balkanlar ile Ortadoğu'da küçük devletler kurmaktı. İngiltere ve Fransa da Osmanlı Devleti'nin parçalanacağına kesin gözüyle bakıyor; bilhassa İngiltere, böyle bir parçalanmanın Rusya elinden olmasını istemiyordu. Çünkü Osmanlı Devleti'nin parçalanması, Rusların sıcak denizlere inmesine sebep olacak, bu da Hindistan ve Ortadoğu'daki nüfuzunu tehlikeye sokacaktı.[17]
Yeni Osmanlı Padişahı ise aktif bir siyaset takip ediyordu. Bütün hükümet üyeleriyle mabeyin personelini saraya davet ederek bir yemek verdi. Burada yaptığı konuşmada da milli birliğe duyulan ihtiyacı dile getirdi.[2] Seraskerlik dairesini, medreseleri, alimleri, evliyayı, bahriye nezaretini, hastaneleri ve hastaları ziyaret edip devletin ileri gelenlerini çağırarak ziyafet verdi. Zaman zaman, haber vermeden çeşitli camilere gidip halkın arasında aynı safta namaz kıldı. Sultan'ın bu hareketleri, halkın hoşuna gidiyor ve onu daha çok sevmelerine sebep oluyordu.[17] Nitekim herkeste ve özellikle orduda bir moral düzelmesi görüldü. Bunun neticesi olarak Sırp cephesindeki ordu önemli başarılar kazanmaya başladı.[2]
Sultan Abdülhamid Han, tahta geçtikten kısa bir süre sonra, sadrazam Mütercim Rüşdî Paşa'nın istifasını kabul etmedi. Bu arada Midhat Paşa ve arkadaşlarını öldürüp Padişah'ı tahttan indirmeyi planlayan 400 kişilik bir gurup ortaya çıkarıldı. Kanun-i Esasi hazırlığı için Müslüman ve gayrimüslimlerden oluşan bir komisyon kuruldu. Midhat Paşa ile Sadrazam Rüşdî Paşa'nın arası açılınca, 19 Aralık 1876 günü sadrazam, görevinden istifa etti ve Şura-yı devlet reisi Midhat Paşa, sadarete getirildi. Sadrazam, aynı zamanda Kanun-i Esasi'yi hazırlayan heyete başkanlık ediyordu. Midhad Paşa, bir hukukçu olmayıp meşrutiyet rejimi üzerinde de gerekli bilgilerden yoksundu ve kendisine Ermeni hukukçu Odyan Efendi, akıl hocalığı yapıyordu.
Bab-ı Ali, hareketli günler yaşarken, Osmanlı ordusu, Sırbistan ve Karadağ'da savaşıyordu. Osmanlı kuvvetleri, beşe ayrılmış olup 3'ü Sırbistan, 2'si de Karadağ üzerine gönderilmişti. Sırbistan üzerine gönderilen ordu birlikleri; Vidin, Niş ve Yenipazar dolaylarında bulunuyordu. Vidin'deki kuvvetler, Osman Nuri Paşa; Niş'tekiler, Ahmed Eyyûb Paşa; Yenipazar'dakiler de Ali Paşa ve Mehmed Paşa komutasına verilmişti. Karadağ'a karşı da 2 kolordu gönderilmiş olup İşkodra kolordusu, Derviş Paşa'nın; Hersek kolordusu da Ahmed Muhtar Paşa'nın kumandasındaydı. Bütün bu ordunun toplamı, Mısır askerleri ile 100.000 kişiyi buluyordu. Osmanlı ordusunun başkumandanlığı, serasker ve serdar-ı ekrem Abdülkerîm Paşa'ya verilmişti. Vidin bölgesi kumandanı Osman Nuri Paşa, Sırp saldırılarını geri püskürtmeyi başardı. Daha sonra Sırplarca kuvvetli şekilde tahkim edilmiş Zayça kasabasını ele geçirdi. Niş bölgesindeki savaş da Osmanlı kuvvetlerinin lehinde gelişiyordu. Sırp kuvvetlerinin bu yenilgileri, İstanbul'da büyük sevinç uyandırmakla beraber, mütareke için bir yabancı müdahalesinin olabileceği göz önünde tutularak, buna meydan verilmemesi için serdar-ı ekrem Abdülkerîm Paşa'ya derhal Belgrad üzerine yürümesi ve Sırplar'ın böylece barışa mecbur edilmesi için emir verildi. Belgrad üzerine yürüyen Abdülkerîm Paşa da Sırp ordusunu ağır bir mağlubiyete uğrattı.[17]
Osmanlı ordusu Belgrat'a girmek üzereyken büyük devletler işe karıştılar. Rusya'nın savaşa derhal son verilmesi konusundaki ültimatomu üzerine Sırbistan ile üç aylık ateşkes imzalandı.[2] Rusya, bu hareketiyle Balkan ihtilafının çözülmesi teşebbüsünü İngiltere'nin elinden almış bulunuyordu. Bu durum, Hindistan yolunu tehlikeye sokmuştu.[17]
19.Yüzyılın son yıllarında ehl-i salip, Osmanlı Devletine karşı hücumlarını arttırmışlardı. Düşman; bir değildi, iki değildi. Düşman çokluktu. Yıllardır kuyruk acısı taşıyanlar, devletin sıkıntıda olduğunu fark etmişler, aç canavarlar gibi saldırmışlardı. Abdülhamid Han, elinden geldiğince bu hücumları bertaraf etmeye çabalıyordu, fakat şairin dediği gibi;
"Dost bîperva, felek, birahm, devran bîsükûn,
Dert çok, hemderd yok, düşman kavî tâli zebun" du.[5]
Sultan Abdülhamid Han tahta çıktığında devlet, en buhranlı günlerini yaşıyordu. Bosna-Hersek ve Bulgar ayaklanmalarına Sırbistan ve Karadağ muharebeleri de eklenmişti. Girit'te huzursuzluk had safhadaydı. Rusya, Osmanlı Devleti'ni "hasta adam" olarak görüyor, bu karışıklıkta devletten en büyük payı kapma sevdasıyla savaş hazırlıkları yapıyordu.[2] Bunun için Osmanlı Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyanları ayaklandırıp ortalığı karıştırıyor ve devleti devamlı baskı altında tutmaya çalışıyordu. Başlıca istekleri, Osmanlı Devleti'ni parçalayıp Balkanlar ile Ortadoğu'da küçük devletler kurmaktı. İngiltere ve Fransa da Osmanlı Devleti'nin parçalanacağına kesin gözüyle bakıyor; bilhassa İngiltere, böyle bir parçalanmanın Rusya elinden olmasını istemiyordu. Çünkü Osmanlı Devleti'nin parçalanması, Rusların sıcak denizlere inmesine sebep olacak, bu da Hindistan ve Ortadoğu'daki nüfuzunu tehlikeye sokacaktı.[17]
Yeni Osmanlı Padişahı ise aktif bir siyaset takip ediyordu. Bütün hükümet üyeleriyle mabeyin personelini saraya davet ederek bir yemek verdi. Burada yaptığı konuşmada da milli birliğe duyulan ihtiyacı dile getirdi.[2] Seraskerlik dairesini, medreseleri, alimleri, evliyayı, bahriye nezaretini, hastaneleri ve hastaları ziyaret edip devletin ileri gelenlerini çağırarak ziyafet verdi. Zaman zaman, haber vermeden çeşitli camilere gidip halkın arasında aynı safta namaz kıldı. Sultan'ın bu hareketleri, halkın hoşuna gidiyor ve onu daha çok sevmelerine sebep oluyordu.[17] Nitekim herkeste ve özellikle orduda bir moral düzelmesi görüldü. Bunun neticesi olarak Sırp cephesindeki ordu önemli başarılar kazanmaya başladı.[2]
Sultan Abdülhamid Han, tahta geçtikten kısa bir süre sonra, sadrazam Mütercim Rüşdî Paşa'nın istifasını kabul etmedi. Bu arada Midhat Paşa ve arkadaşlarını öldürüp Padişah'ı tahttan indirmeyi planlayan 400 kişilik bir gurup ortaya çıkarıldı. Kanun-i Esasi hazırlığı için Müslüman ve gayrimüslimlerden oluşan bir komisyon kuruldu. Midhat Paşa ile Sadrazam Rüşdî Paşa'nın arası açılınca, 19 Aralık 1876 günü sadrazam, görevinden istifa etti ve Şura-yı devlet reisi Midhat Paşa, sadarete getirildi. Sadrazam, aynı zamanda Kanun-i Esasi'yi hazırlayan heyete başkanlık ediyordu. Midhad Paşa, bir hukukçu olmayıp meşrutiyet rejimi üzerinde de gerekli bilgilerden yoksundu ve kendisine Ermeni hukukçu Odyan Efendi, akıl hocalığı yapıyordu.
Bab-ı Ali, hareketli günler yaşarken, Osmanlı ordusu, Sırbistan ve Karadağ'da savaşıyordu. Osmanlı kuvvetleri, beşe ayrılmış olup 3'ü Sırbistan, 2'si de Karadağ üzerine gönderilmişti. Sırbistan üzerine gönderilen ordu birlikleri; Vidin, Niş ve Yenipazar dolaylarında bulunuyordu. Vidin'deki kuvvetler, Osman Nuri Paşa; Niş'tekiler, Ahmed Eyyûb Paşa; Yenipazar'dakiler de Ali Paşa ve Mehmed Paşa komutasına verilmişti. Karadağ'a karşı da 2 kolordu gönderilmiş olup İşkodra kolordusu, Derviş Paşa'nın; Hersek kolordusu da Ahmed Muhtar Paşa'nın kumandasındaydı. Bütün bu ordunun toplamı, Mısır askerleri ile 100.000 kişiyi buluyordu. Osmanlı ordusunun başkumandanlığı, serasker ve serdar-ı ekrem Abdülkerîm Paşa'ya verilmişti. Vidin bölgesi kumandanı Osman Nuri Paşa, Sırp saldırılarını geri püskürtmeyi başardı. Daha sonra Sırplarca kuvvetli şekilde tahkim edilmiş Zayça kasabasını ele geçirdi. Niş bölgesindeki savaş da Osmanlı kuvvetlerinin lehinde gelişiyordu. Sırp kuvvetlerinin bu yenilgileri, İstanbul'da büyük sevinç uyandırmakla beraber, mütareke için bir yabancı müdahalesinin olabileceği göz önünde tutularak, buna meydan verilmemesi için serdar-ı ekrem Abdülkerîm Paşa'ya derhal Belgrad üzerine yürümesi ve Sırplar'ın böylece barışa mecbur edilmesi için emir verildi. Belgrad üzerine yürüyen Abdülkerîm Paşa da Sırp ordusunu ağır bir mağlubiyete uğrattı.[17]
Osmanlı ordusu Belgrat'a girmek üzereyken büyük devletler işe karıştılar. Rusya'nın savaşa derhal son verilmesi konusundaki ültimatomu üzerine Sırbistan ile üç aylık ateşkes imzalandı.[2] Rusya, bu hareketiyle Balkan ihtilafının çözülmesi teşebbüsünü İngiltere'nin elinden almış bulunuyordu. Bu durum, Hindistan yolunu tehlikeye sokmuştu.[17]
7. Tersane Konferansı
Diğer taraftan İngiltere, Şark
Meselesinin İstanbul'da toplanacak bir konferansta ele alınmasını istedi. 23
Aralık 1876'da İstanbul'da toplanan Tersane Konferansından sonra batılı
devletler, Osmanlı Devletinin bağımsızlığını tehlikeye sokacak ağır hükümler
taşıyan teklifler sundular. Bu toplantıdan bir gün önce 23 Aralık 1876'da
Osmanlı Devletinde Kanun-i Esasi ilan edilmiş ise de batılılar bunu nazar-ı
dikkate almamışlardı.[2]
Tersane Konferansı kararlarını reddetmenin, devletini Rusya ile karşı karşıya bırakacağını bilen Sultan Abdülhamid Han, bu teklifleri kabul etmiş görünerek ortalığı yatıştırmak istiyordu. Ancak İngilizlerin kendilerini destekleyeceği vadine aldanan sadrazam Midhat Paşa, mecliste gayri müslimleri de kendi tarafına çekmek suretiyle Rusya aleyhine bir konuşma yaptı. Bu konuşmada Rusya hakkında bir hükümet başkanının ağzından çıkmaması gereken sözler söylediği gibi, diğer Avrupa devletlerine de çattı. Savaş aleyhinde oy kullanacak olanları; peşinen vatan sevgisizliği ve ihaneti ile itham etti. Neticede meclis, Tersane Konferansı kararlarını reddetti.[2][17]
Tersane Konferansı kararlarını reddetmenin, devletini Rusya ile karşı karşıya bırakacağını bilen Sultan Abdülhamid Han, bu teklifleri kabul etmiş görünerek ortalığı yatıştırmak istiyordu. Ancak İngilizlerin kendilerini destekleyeceği vadine aldanan sadrazam Midhat Paşa, mecliste gayri müslimleri de kendi tarafına çekmek suretiyle Rusya aleyhine bir konuşma yaptı. Bu konuşmada Rusya hakkında bir hükümet başkanının ağzından çıkmaması gereken sözler söylediği gibi, diğer Avrupa devletlerine de çattı. Savaş aleyhinde oy kullanacak olanları; peşinen vatan sevgisizliği ve ihaneti ile itham etti. Neticede meclis, Tersane Konferansı kararlarını reddetti.[2][17]
8. Kanun-i Esasi ve 1. Meşrutiyet
Midhad Paşa'nın başkanlığındaki
komisyonun hazırladığı Kanun-i Esasi'de, "Türkçe'nin yanı sıra
azınlıkların konuştuğu dillerin de resmî dil sayılması, padişahın (daha doğrusu
Sultan'ı kukla gören Midhat Paşa'nın) insanları muhakemesiz sürgüne göndermek
hakkının bulunması (113. madde), Sultan'ın bütün salahiyetini yok etmek için,
anayasanın büyük devletlerin kefaleti altına alınması" gibi maddeler
bulunmaktaydı. Sultan Abdülhamid Han, Türkçe'den başka dillerin resmî dil
olmasına, insanların muhakemesiz sürgüne gönderilmesine ve anayasanın büyük
devletlerin kefaleti altına alınmasına karşı çıktı. Fakat muhakeme edilmeden
sürgüne gönderilmemeyi Midhat Paşa'ya kabul ettiremedi. Çünkü Midhad Paşa,
kendisine rakip kimseleri uzak yerlere sürgün ettirmek için bu maddeyi
koydurmuştu. Sultan'ın emri ile, Kanûn-i Esasî'nin Avrupa devletlerinin
kefaleti altında bulunduğuna dair madde çıkarıldı. Midhad Paşa'nın başlıca
gayesi olan devlet bünyesindeki her milletin kendi dilini resmen
kullanabileceği ile ilgili madde de tadil edilip, Türkçe'nin resmî dil olduğu
yazıldı. Nihayet 23 Aralık 1876 günü, Midhad Paşa'nın eseri olan Birinci
Meşrutiyet ilan edildi.[17]
Midhat Paşa, talebe ile işsiz güçsüz takımına para dağıtarak padişah penceresinin altına kadar savaş için nümayişler yaptırdı. Yeni Osmanlı basını da savaş kundakçılığında Midhat Paşa'dan aşağı kalmıyordu. Sükunet bozulmuş ve bir ihtilal havası esmeye başlamıştı. Bu havada diplomasi kaidelerinin işlemeyeceği, işlese bile aleyhte netice vereceği, tabii idi. Midhat Paşa'nın Damad Mahmud Celaleddîn ve Müşir Redif Paşa gibi iki taraftarı, Padişah'a ordusunun da savaş istediğini ve Rusya'nın yenileceğini, İngiltere'nin de Osmanlı yanında savaşa katılacağını söylediler. Abdülhamid Hani bu fikirlerin üçüne de katılmamakla beraber, tahta yeni geçtiğinden, savaşı önleyecek nüfuza sahip değildi. Bu gelişmeler üzerine Padişah da Tersane Konferansı tekliflerinin reddini tasdike mecbur kalınca, Avrupa devletleri büyükelçileri, yerlerine birer mazlahatgüzar bırakarak İstanbul'u terk ettiler. Bundan sonra İngiltere'nin teklifi ve Rus elçisi İgnatief'in çalışmaları ile Londra'da bir konferans toplandı ve 31 Mart 1877'de Rusların tekliflerini ihtiva eden protokolü Bab-ı Ali'ye bildirdiler. Osmanlı Devleti aleyhine çok ağır hükümler taşıyan bu protokol, Padişah'ın emriyle mecliste görüşülerek reddedildi ve bu durum, 12 Nisan 1877'de hükümet tarafından batı devletlerine bildirildi. Böylece siyasi yollardan meselenin halli, imkansız hale geldi.[17]
Midhat Paşa, talebe ile işsiz güçsüz takımına para dağıtarak padişah penceresinin altına kadar savaş için nümayişler yaptırdı. Yeni Osmanlı basını da savaş kundakçılığında Midhat Paşa'dan aşağı kalmıyordu. Sükunet bozulmuş ve bir ihtilal havası esmeye başlamıştı. Bu havada diplomasi kaidelerinin işlemeyeceği, işlese bile aleyhte netice vereceği, tabii idi. Midhat Paşa'nın Damad Mahmud Celaleddîn ve Müşir Redif Paşa gibi iki taraftarı, Padişah'a ordusunun da savaş istediğini ve Rusya'nın yenileceğini, İngiltere'nin de Osmanlı yanında savaşa katılacağını söylediler. Abdülhamid Hani bu fikirlerin üçüne de katılmamakla beraber, tahta yeni geçtiğinden, savaşı önleyecek nüfuza sahip değildi. Bu gelişmeler üzerine Padişah da Tersane Konferansı tekliflerinin reddini tasdike mecbur kalınca, Avrupa devletleri büyükelçileri, yerlerine birer mazlahatgüzar bırakarak İstanbul'u terk ettiler. Bundan sonra İngiltere'nin teklifi ve Rus elçisi İgnatief'in çalışmaları ile Londra'da bir konferans toplandı ve 31 Mart 1877'de Rusların tekliflerini ihtiva eden protokolü Bab-ı Ali'ye bildirdiler. Osmanlı Devleti aleyhine çok ağır hükümler taşıyan bu protokol, Padişah'ın emriyle mecliste görüşülerek reddedildi ve bu durum, 12 Nisan 1877'de hükümet tarafından batı devletlerine bildirildi. Böylece siyasi yollardan meselenin halli, imkansız hale geldi.[17]
9. Midhat Paşa'nın Sürgün Edilmesi
Sultan Abdülhamid'in devlet
işleriyle çok sıkı bir şekilde ilgilenmesini siyasi geleceği açısından
tehlikeli gören Midhat Paşa, onu tahttan indirmenin yollarını aramaya başladı.
Hatta Osmanlı Hanedanını dahi ortadan kaldırmayı planlayan Midhat Paşa,
konağında topladığı Namık Kemal, Ziya ve Rüşdi paşalarla kendi taraftarı olan
diğer devlet ileri gelenlerine “Al-i Osman yerine Al-i Midhat denilse ne olur?”
demişti. Yine sadareti müddetince Müslüman halkın çoğunlukta bulunduğu
vilayetlere azınlıktan valiler tayin etmek ve Osmanlı ordusunun temeli
durumundaki Harbiye Mektebi'ne Rum talebe almak gibi Osmanlı Devleti'ni
temelinden yıkabilecek faaliyetler içerisindeydi. Onun bu zararlı icraatları
üzerine Sultan Abdülhamid Han, Kanun-i Esasi'nin kendisine verdiği yetkiye
dayanarak Midhat Paşa'yı sadrazamlıktan uzaklaştırdı ve yurt dışına sürdü.[2]
Sadarete de Şura-yı devlet reisi İbrahim Edhem Paşa tayin edildi. Abdülhamid
Han, Midhat Paşa'yı sürgüne gönderirken, Midhat Paşa'nın Kanun-i Esasi'ye
koydurduğu 113. maddeye istinaden göndermiştir.
Sultan Abdülhamid Han, devletin savaşa girmesini hiç bir zaman doğru bulmamış, bunun bir felaket olduğunu söylemişti. Ancak Midhat Paşa, hareket ve sözleriyle halkı ve devlet erkanını savaş için iyice şartlandırmış ve Rusya ile savaşı kaçınılmaz bir hale getirmişti. Abdülhamid Han, Midhat Paşa'nın "Rusya ile savaşmamız lazım." raporuna karşı; "Rumeli'nin tamamıyla elimizden çıkmasına sebep olacaklar." diyerek muhtemel bir felaketi bir bakıma haber vermişti. Midhat Paşa'nın bu konuda en büyük yardımcıları, serasker Redif ve Damad Celaleddin Paşa'ydı. Cevdet Paşa, bunlar için; "Midhat Paşa, sanki tüfeği doldurdu. Damad Mahmûd Paşa, üst tetiğe çıkardı. Redif Paşa da ateş etti. Bu üç kişi, devletin başına bu felaketi getirdi." demektedir.[17]
Sultan Abdülhamid Han, devletin savaşa girmesini hiç bir zaman doğru bulmamış, bunun bir felaket olduğunu söylemişti. Ancak Midhat Paşa, hareket ve sözleriyle halkı ve devlet erkanını savaş için iyice şartlandırmış ve Rusya ile savaşı kaçınılmaz bir hale getirmişti. Abdülhamid Han, Midhat Paşa'nın "Rusya ile savaşmamız lazım." raporuna karşı; "Rumeli'nin tamamıyla elimizden çıkmasına sebep olacaklar." diyerek muhtemel bir felaketi bir bakıma haber vermişti. Midhat Paşa'nın bu konuda en büyük yardımcıları, serasker Redif ve Damad Celaleddin Paşa'ydı. Cevdet Paşa, bunlar için; "Midhat Paşa, sanki tüfeği doldurdu. Damad Mahmûd Paşa, üst tetiğe çıkardı. Redif Paşa da ateş etti. Bu üç kişi, devletin başına bu felaketi getirdi." demektedir.[17]
10. 93 Harbi
Midhat Paşa sadrazamlıktan
uzaklaştırılmış, ancak Tersane Konferansı kararlarını mecliste reddettirmekle
Osmanlı Devletini Rusya ile karşı karşıya getirmişti. Nitekim 24 Nisan 1877
günü Rusya, Osmanlı Devletine resmen savaş ilan etti. Mali 1293 senesine
rastladığı için “93 Harbi” denilen bu savaş, Edirne Mütarekesine kadar 9 ay
sürdü.[2] meşrutiyetçilerin Müşir (mareşal) yaptıkları Süleyman Paşa, Şıpka
geçidinde büyük gaflet yaparak en seçkin Türk birliklerinin harcanmasına sebep
oldu. Bu hezimet, kahramanlık olarak gösterildi ve başkumandan yapıldı.
Fakat Filibe'ye sonra da Edirne'ye kaçtı. Edirne'de de tutunamayıp mütareke
istedi. Yeşilköy'e kadar gelen Rus orduları, doğuda Kars'a kadar girmiş ve
ancak Erzurum yakınlarında durdurulabilmişti.[17]
Plevne'de Gazi Osman Paşa, doğuda Ahmed Muhtar Paşanın kısmi başarılarına rağmen savaş umumi bir bozgunla neticelendi. Ruslar Edirne'ye girdiler ve Yeşilköy'e kadar geldiler. Doğuda ise Kars düşmüş ve Rus kuvvetleri Erzurum'a yaklaşmıştı. Savaşlarda on binlerce Müslüman-Türk şehit olurken, bir o kadarı da İstanbul'a akın etti. Muhacirler bir plan içinde Anadolu'nun çeşitli bölgelerine yerleştirilmeye çalışıldı. Bu sırada memleketin tek karar organı olan mecliste de tam bir anarşi hüküm sürmekte ve milletvekilleri hiçbir meselede bir araya gelememekte idiler.[2]
Savaşın böyle neticelenmesi üzerine duruma çok üzülen Sultan Abdülhamid, sarayda olağanüstü bir meclis toplayıp içinde bulundukları durumu tek tek izah etti. Onların fikirlerini sorduğunda mebuslardan kethüda Ahmed Efendi isimli birisi ayağa kalkarak;
«Bize fikirlerimizi çok geç soruyorsunuz. Felaketin önünü almak mümkün olduğu günlerde bize ciddi şekilde baş vurmalıydınız. Meclis-i Mebusan, bu mağlubiyetten dolayı hiçbir mesuliyeti kabul etmez!...»
diye başlayan konuşmasında, Padişaha hakaretlerde bulundu. Halbuki Meclis-i Mebusan üyeleri, Rusya ile savaş yapılması için çırpınan Midhat Paşa ile taraftarlarını desteklediklerini unutarak Doksanüç harbi mağlubiyetinden Padişah'ı mesul tutuyorlardı. Padişah ise başından beri bunu istememiş ve önlemeye çalışmıştı. Bu duruma çok üzülen Abdülhamid Han, birden ayağa kalkarak harbin ilanına ve cereyan tarzına ait hiç bir mesuliyetin şahsına ait olmadığını bildirdikten sonra;
«Artık Cennetmekan dedem Sultan Mahmud'un yolundan gitmek mecburiyetindeyim!»
diyerek salonu terk etti.[17] Sultan Abdülhamid Han, İngiltere'yi devreye sokarak savaşın sona erdirilmesini sağladı. Arkasından devletin başına böyle bir felaketin gelmesine sebep olan, savaşın bitmesi ile de bu durumda hiçbir mesuliyeti yokmuş gibi padişahı suçlamaya başlayan Meclis-i Mebusan'ı süresiz kapattı (13 Şubat 1878) [2] ve ülkenin idaresini eline aldı. Kanun-i Esasi'yi ilga etmedi. Sultan Abdülhamid Han'ın bu hareketini tarihçiler ve siyasiler, şöyle değerlendirmektedir:
İsmail Hami Danişmend: «İlk Meclis-i Mebusan, dağılmayıp da devam etseydi; Osmanlı Cihan Devleti, 20. yüzyılı idrak edemeyip daha 19. yüzyılın sonlarında inhilal edip (yıkılıp) giderdi.»
Alman devlet adamlarından meşhur prens Bismarc: «İyi ki parlamentoyu kapattınız. Çünkü bir devlet, millet-i vahideden (tek bir milletten) meydana gelmedikçe, onun parlamentosunun faydadan çok zararı olur.» [17]
Plevne'de Gazi Osman Paşa, doğuda Ahmed Muhtar Paşanın kısmi başarılarına rağmen savaş umumi bir bozgunla neticelendi. Ruslar Edirne'ye girdiler ve Yeşilköy'e kadar geldiler. Doğuda ise Kars düşmüş ve Rus kuvvetleri Erzurum'a yaklaşmıştı. Savaşlarda on binlerce Müslüman-Türk şehit olurken, bir o kadarı da İstanbul'a akın etti. Muhacirler bir plan içinde Anadolu'nun çeşitli bölgelerine yerleştirilmeye çalışıldı. Bu sırada memleketin tek karar organı olan mecliste de tam bir anarşi hüküm sürmekte ve milletvekilleri hiçbir meselede bir araya gelememekte idiler.[2]
Savaşın böyle neticelenmesi üzerine duruma çok üzülen Sultan Abdülhamid, sarayda olağanüstü bir meclis toplayıp içinde bulundukları durumu tek tek izah etti. Onların fikirlerini sorduğunda mebuslardan kethüda Ahmed Efendi isimli birisi ayağa kalkarak;
«Bize fikirlerimizi çok geç soruyorsunuz. Felaketin önünü almak mümkün olduğu günlerde bize ciddi şekilde baş vurmalıydınız. Meclis-i Mebusan, bu mağlubiyetten dolayı hiçbir mesuliyeti kabul etmez!...»
diye başlayan konuşmasında, Padişaha hakaretlerde bulundu. Halbuki Meclis-i Mebusan üyeleri, Rusya ile savaş yapılması için çırpınan Midhat Paşa ile taraftarlarını desteklediklerini unutarak Doksanüç harbi mağlubiyetinden Padişah'ı mesul tutuyorlardı. Padişah ise başından beri bunu istememiş ve önlemeye çalışmıştı. Bu duruma çok üzülen Abdülhamid Han, birden ayağa kalkarak harbin ilanına ve cereyan tarzına ait hiç bir mesuliyetin şahsına ait olmadığını bildirdikten sonra;
«Artık Cennetmekan dedem Sultan Mahmud'un yolundan gitmek mecburiyetindeyim!»
diyerek salonu terk etti.[17] Sultan Abdülhamid Han, İngiltere'yi devreye sokarak savaşın sona erdirilmesini sağladı. Arkasından devletin başına böyle bir felaketin gelmesine sebep olan, savaşın bitmesi ile de bu durumda hiçbir mesuliyeti yokmuş gibi padişahı suçlamaya başlayan Meclis-i Mebusan'ı süresiz kapattı (13 Şubat 1878) [2] ve ülkenin idaresini eline aldı. Kanun-i Esasi'yi ilga etmedi. Sultan Abdülhamid Han'ın bu hareketini tarihçiler ve siyasiler, şöyle değerlendirmektedir:
İsmail Hami Danişmend: «İlk Meclis-i Mebusan, dağılmayıp da devam etseydi; Osmanlı Cihan Devleti, 20. yüzyılı idrak edemeyip daha 19. yüzyılın sonlarında inhilal edip (yıkılıp) giderdi.»
Alman devlet adamlarından meşhur prens Bismarc: «İyi ki parlamentoyu kapattınız. Çünkü bir devlet, millet-i vahideden (tek bir milletten) meydana gelmedikçe, onun parlamentosunun faydadan çok zararı olur.» [17]
11. Ayastefanos Antlaşması
Bu arada Rusya, ateşkesin
sağlanmasından hemen sonra Osmanlı Devleti ile antlaşma imzalayarak galip
gelmenin avantajını iyi kullanmak istiyordu. Nitekim 3 Mart 1878'de imzalanan
Ayastefanos Muahedesi, Osmanlılar için çok ağır ve feci şartlar getiriyordu. 29
Maddelik antlaşmaya göre, batıda büyük bir Bulgaristan prensliği kurulacak,
Makedonya, Batı Trakya, Kırklareli bir Rus kuklası olarak düşünülen bu otonom
prensliğe verilecekti. Kars, Ardahan, Batum Rusya'ya verilip, Karadağ ve
Sırbistan'ın istiklalleri kabul edilecekti. Ayrıca Osmanlı Devleti, Rusya'ya
245 milyon Osmanlı altını savaş tazminatı verecekti.[2]
Antlaşmaya göre Rumeli'nde kesin kayıplar, 237.298² kilometre toprak ve 8.184.000 nüfus idi. İmtiyaz verilmiş Bulgaristan, Doğu Rumeli, Artvin, Tunus gibi yerler, bu rakamların dışındaydı. Bunlar da ilave edilince devletin kaybı korkunçtu.[17]
Sultan Abdülhamid Han, devleti için çok tehlikeli olan bu antlaşmayı kabul etmedi. Diğer taraftan Hint yolunun tehlikeye girdiğini gören İngiltere de, Paris Antlaşması'nı ihlal ettiği iddiasıyla Ayastefanos Antlaşması'nın milletlerarası bir konferansta gözden geçirilmesini istedi. Ayrıca İngiltere toplanacak olan bu konferansta Osmanlı Devletini desteklemek vadi ile bazı tavizler kopardı. Kıbrıs'ın idaresinin geçici olarak İngiltere'ye bırakıldığı antlaşma, 4 Haziran 1878'de imzalandı. Sultan Abdülhamid Han, hükümetin bir oldu bitti ile imzaladığı bu antlaşmayı kabul etmemek için çok direndi. İngilizler askeri tehditte bulundular. Bunun üzerine Padişah, Kıbrıs'ta hükümranlık haklarına asla zarar verilmeyeceği konusunda İngilizlerden bir belge almak suretiyle antlaşmayı onayladı. Buna rağmen İngiltere 13 Temmuz 1878'de imzalanan Berlin Muahedesinde Osmanlılara vaat ettiği desteği vermedi. Her ne kadar Berlin muahedesi ile daha önce kaybedilen bazı topraklar geri alındı ise de Osmanlılar ümit ettikleri sonuca ulaşamadılar. Çünkü Kıbrıs'ın İngiltere'ye bırakılmış olması diğer devletlerin de bu konudaki faaliyetlerini arttırdı. İngiltere'nin teşvikiyle Bosna-Hersek'in idaresi Avusturya'ya bırakıldı. 1881'de Fransa Tunus'a, ertesi yıl İngiltere Mısır'a bir oldu bitti ile el koydular. Bulgarlar da 1885'te Doğu Rumeli eyaletini işgal ettiler.
Sultan Abdülhamid Han'ın tahta çıktığı iki yıl içinde gelişen feci olaylarda padişahın sorumluluğu yok denecek kadar azdı. Çünkü bu sırada Osmanlı dış siyasetine yön veren devlet adamları yabancı diplomatların tesirinden çıkamıyorlardı. Devletin yüksek menfaatlerini bir kenara iterek yabancı devletlerin çıkarlarına alet olmuşlardı. Bu yanlış tutum dolayısıyla devletin dış itibarı sarsılmış, İstanbul ve Berlin kongrelerinde devlet adamları hakaret derecesine varan muameleye maruz kalmışlardı. Bu sebeple milletlerarası politikada devletin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü savunmayı birinci hedef gören Sultan Abdülhamid Han, hükümet üyelerinden bu hususta raporlar istedi. Ayrıca son yüz yıldır Osmanlı Devletinin başına gelen felaketlerin dış devletlerin piyonu olmuş Osmanlı devlet adamlarının basiretsiz tutumlarından kaynaklandığını anlayan ve Hüseyin Avni Paşa gibi İngilizlerden para bile alanları gören Padişah, devlet hizmetinde çalışanları kontrol etmek üzere kuvvetli bir istihbarat teşkilatı kurdu. Nitekim Sultan Abdülhamid de bu teşkilatı; “Vatandaşı değil, hazineden maaş aldıkları, Osmanlı nimetiyle gırtlaklarına kadar dolu olduklar halde devletine ihanet edenleri tanımak ve takip etmek için” kurduğunu belirtmektedir. Gerçekten de Sultan Abdülhamid'in bu tedbirleri almasındaki isabeti çok geçmeden görüldü.[2]
Antlaşmaya göre Rumeli'nde kesin kayıplar, 237.298² kilometre toprak ve 8.184.000 nüfus idi. İmtiyaz verilmiş Bulgaristan, Doğu Rumeli, Artvin, Tunus gibi yerler, bu rakamların dışındaydı. Bunlar da ilave edilince devletin kaybı korkunçtu.[17]
Sultan Abdülhamid Han, devleti için çok tehlikeli olan bu antlaşmayı kabul etmedi. Diğer taraftan Hint yolunun tehlikeye girdiğini gören İngiltere de, Paris Antlaşması'nı ihlal ettiği iddiasıyla Ayastefanos Antlaşması'nın milletlerarası bir konferansta gözden geçirilmesini istedi. Ayrıca İngiltere toplanacak olan bu konferansta Osmanlı Devletini desteklemek vadi ile bazı tavizler kopardı. Kıbrıs'ın idaresinin geçici olarak İngiltere'ye bırakıldığı antlaşma, 4 Haziran 1878'de imzalandı. Sultan Abdülhamid Han, hükümetin bir oldu bitti ile imzaladığı bu antlaşmayı kabul etmemek için çok direndi. İngilizler askeri tehditte bulundular. Bunun üzerine Padişah, Kıbrıs'ta hükümranlık haklarına asla zarar verilmeyeceği konusunda İngilizlerden bir belge almak suretiyle antlaşmayı onayladı. Buna rağmen İngiltere 13 Temmuz 1878'de imzalanan Berlin Muahedesinde Osmanlılara vaat ettiği desteği vermedi. Her ne kadar Berlin muahedesi ile daha önce kaybedilen bazı topraklar geri alındı ise de Osmanlılar ümit ettikleri sonuca ulaşamadılar. Çünkü Kıbrıs'ın İngiltere'ye bırakılmış olması diğer devletlerin de bu konudaki faaliyetlerini arttırdı. İngiltere'nin teşvikiyle Bosna-Hersek'in idaresi Avusturya'ya bırakıldı. 1881'de Fransa Tunus'a, ertesi yıl İngiltere Mısır'a bir oldu bitti ile el koydular. Bulgarlar da 1885'te Doğu Rumeli eyaletini işgal ettiler.
Sultan Abdülhamid Han'ın tahta çıktığı iki yıl içinde gelişen feci olaylarda padişahın sorumluluğu yok denecek kadar azdı. Çünkü bu sırada Osmanlı dış siyasetine yön veren devlet adamları yabancı diplomatların tesirinden çıkamıyorlardı. Devletin yüksek menfaatlerini bir kenara iterek yabancı devletlerin çıkarlarına alet olmuşlardı. Bu yanlış tutum dolayısıyla devletin dış itibarı sarsılmış, İstanbul ve Berlin kongrelerinde devlet adamları hakaret derecesine varan muameleye maruz kalmışlardı. Bu sebeple milletlerarası politikada devletin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü savunmayı birinci hedef gören Sultan Abdülhamid Han, hükümet üyelerinden bu hususta raporlar istedi. Ayrıca son yüz yıldır Osmanlı Devletinin başına gelen felaketlerin dış devletlerin piyonu olmuş Osmanlı devlet adamlarının basiretsiz tutumlarından kaynaklandığını anlayan ve Hüseyin Avni Paşa gibi İngilizlerden para bile alanları gören Padişah, devlet hizmetinde çalışanları kontrol etmek üzere kuvvetli bir istihbarat teşkilatı kurdu. Nitekim Sultan Abdülhamid de bu teşkilatı; “Vatandaşı değil, hazineden maaş aldıkları, Osmanlı nimetiyle gırtlaklarına kadar dolu olduklar halde devletine ihanet edenleri tanımak ve takip etmek için” kurduğunu belirtmektedir. Gerçekten de Sultan Abdülhamid'in bu tedbirleri almasındaki isabeti çok geçmeden görüldü.[2]
12. Çırağan Vakası
Meclisin kapatılmasından
yaklaşık üç ay sonra 20 Mayıs 1878'de iktidar değişikliği teşebbüsü olmuştur.[5]
Mithat Paşa ve avenesinin sebep olduğu 93 Harbi felâketinin neticesinde
Rumeli'de kaybedilen topraklardan pek çok Müslüman ahâli, muhâcir olarak
İstanbul'a gelmiş bulunuyordu.[10][11] Mason 5. Murad'ın bağlı bulunduğu
İstanbul'daki Prodos Locası'nın üstadı Kleanti Skalyeri, Abdülhamid'in tahta
çıkarılmasına büyük tepki gösterdi. Tarihimize "Çırağan Vakası"
olarak geçen olayda Skalyeri 5. Murad'ı kaçırarak tahta tekrar çıkarmaya
çalıştı, ancak Abdülhamid olayı önceden haber alarak darbeyi önledi.[26]
İngiliz taraftarı olup devletin ancak İngiliz yardımı ile kurtulabileceğine inanan Ali Suavi, Galatasaray Lisesi Müdürlüğünden azledilmesini hazmedemeyerek ve [2] bu muhacirlerin mağdûriyetlerini istismâr ederek toplayabildiği bir kısım issiz-güçsüz takımıyla [10][11] Çırağan Sarayı'na bir baskın düzenledi. Ali Süavi'nin hedefi, Sultan Abdülhamid Hanı saltanattan düşürmek ve yerine Beşinci Murad'ı tekrar padişah yapmaktı.[2]
Sultan V. Murad, mason Mithat Paşa ve avenesi tarafından tâ şehzadeliğinden beri hususî bir sûrette yetiştirilmişti. O da, akil hocası Mithat Paşa gibi 33 dereceden bir masondu. Fakat hiç şüphesiz bu teşkîlata onun gerçek hüviyetini bilmeden girmişti. Bununla beraber serîrler, kendisi pâdişâh olsa menfûr emellerine daha kolay ulaşacaklarını düşünüyorlardı. Ali Suâvî ise, Sultan Abdülhamîd Han tarafından Galatasaray Lisesi müdürlüğünden bozuk siyâsî düşünceleri sebebiyle azledilmiş bulunmanın igbirâri (gücenikliligi) ile hareket ediyordu. Gerçekten de Ali Suâvî, yavaş yavaş Yahûdî siyâsî emellerinin hâkim olmasıyla Osmanlı aleyhtarlığına meyleden İngiliz siyâsetinin kör bir âleti durumundaydı.[10][11]
Beşiktaş Zaptiye Amiri Hasan Paşa, kısa sürede isyanı bastırdı. Çıkan vuruşma sırasında Ali Suavi, öldürüldü (20 Mayıs 1878).[2] Bu olay, Türk yakın tarihinde önemli bir rol oynayacak olan "masonik darbe" kavramının da ilk önemli örneğiydi.[26] İlk iki senelik saltanatı boyunca camilerde halkla beraber namaz kılan, halkla haşir neşir olan Abdülhamid Han bu hadiseden sonra aşın tedbir alan bir idareci hüviyetine bürünmüştür.[5]
Ancak Skalyeri'nin Abdülhamid'in istihbaratçıları tarafından durdurulması, bu örgüt çevresinde örgütlenen gizli güçlerin bertaraf edilmesi anlamına gelmiyordu. Aksine, Batı kültürünün büyüsüne kapılan aydınlardan (Jön Türkler) gelen ve azınlıklardan destek bulan muhalefet, kısa bir süre sonra Abdülhamid'in önüne büyük bir engel olarak çıktı. Çünkü Abdülhamid dağılmakta olan İmparatorluğu ayakta tutmak için yegane çözümün pan-İslamizm olduğunu görmüştü ve İmparatorluk bünyesindeki tüm Müslümanları İslam kimliği ile bir arada tutmayı hedefliyordu. Bu ise, Osmanlı'nın zafiyetlerini İslam'ın kendisinde gören ve kurtuluşu Batı pozitivizmini ve sekülerizmini ithal etmekte bulan Jön Türkler açısından kabul edilemez bir durumdu. Bu muhalefet, Abdülhamid'i ve onun İslam birliği amacını baltalamak için onyıllar süren bir çaba içine girdi.[26]
Hadiseyi müteakip, Yıldız Sarayı'nda iki tahkik heyeti kuruldu. Yapılan tahkikat neticesinde hadisenin tek başına Ali Suavi'nin çılgınca bir macerasından ibaret olmadığı ve İngiltere'nin de parmağı olduğu anlaşıldı. Hatta devlet ricalinden bir çoğunun da bu harekete gizliden gizliye taraftar olduğunu gösterecek deliller bulundu.[17]
Beşiktaş muhâfızı yedi-sekiz Hasan Paşa'nın kafasına indirdiği bir sopa ile Ali Suâvî'nin can vermesi, bu ihtilâl teşebbüsünün akîm kalmasını sağlamıştır. Ancak Sultân Abdülhamîd, bu ve benzerî vakalar dolayısıyla mâruz bulunduğu büyük tehlikeyi kavramış, devrinin sözde münevverlerinin hamâkat ve ihânetlerine ilâveten Rum, ermeni ve Yahûdîlerin kaynattıkları fitne kazanı sebebiyle muârızlarının "istibdat" diye adlandıra geldikleri sıkı bir dâhilî siyâset tâkibine mecbûr kalmıştır.[10][11]
İngiliz taraftarı olup devletin ancak İngiliz yardımı ile kurtulabileceğine inanan Ali Suavi, Galatasaray Lisesi Müdürlüğünden azledilmesini hazmedemeyerek ve [2] bu muhacirlerin mağdûriyetlerini istismâr ederek toplayabildiği bir kısım issiz-güçsüz takımıyla [10][11] Çırağan Sarayı'na bir baskın düzenledi. Ali Süavi'nin hedefi, Sultan Abdülhamid Hanı saltanattan düşürmek ve yerine Beşinci Murad'ı tekrar padişah yapmaktı.[2]
Sultan V. Murad, mason Mithat Paşa ve avenesi tarafından tâ şehzadeliğinden beri hususî bir sûrette yetiştirilmişti. O da, akil hocası Mithat Paşa gibi 33 dereceden bir masondu. Fakat hiç şüphesiz bu teşkîlata onun gerçek hüviyetini bilmeden girmişti. Bununla beraber serîrler, kendisi pâdişâh olsa menfûr emellerine daha kolay ulaşacaklarını düşünüyorlardı. Ali Suâvî ise, Sultan Abdülhamîd Han tarafından Galatasaray Lisesi müdürlüğünden bozuk siyâsî düşünceleri sebebiyle azledilmiş bulunmanın igbirâri (gücenikliligi) ile hareket ediyordu. Gerçekten de Ali Suâvî, yavaş yavaş Yahûdî siyâsî emellerinin hâkim olmasıyla Osmanlı aleyhtarlığına meyleden İngiliz siyâsetinin kör bir âleti durumundaydı.[10][11]
Beşiktaş Zaptiye Amiri Hasan Paşa, kısa sürede isyanı bastırdı. Çıkan vuruşma sırasında Ali Suavi, öldürüldü (20 Mayıs 1878).[2] Bu olay, Türk yakın tarihinde önemli bir rol oynayacak olan "masonik darbe" kavramının da ilk önemli örneğiydi.[26] İlk iki senelik saltanatı boyunca camilerde halkla beraber namaz kılan, halkla haşir neşir olan Abdülhamid Han bu hadiseden sonra aşın tedbir alan bir idareci hüviyetine bürünmüştür.[5]
Ancak Skalyeri'nin Abdülhamid'in istihbaratçıları tarafından durdurulması, bu örgüt çevresinde örgütlenen gizli güçlerin bertaraf edilmesi anlamına gelmiyordu. Aksine, Batı kültürünün büyüsüne kapılan aydınlardan (Jön Türkler) gelen ve azınlıklardan destek bulan muhalefet, kısa bir süre sonra Abdülhamid'in önüne büyük bir engel olarak çıktı. Çünkü Abdülhamid dağılmakta olan İmparatorluğu ayakta tutmak için yegane çözümün pan-İslamizm olduğunu görmüştü ve İmparatorluk bünyesindeki tüm Müslümanları İslam kimliği ile bir arada tutmayı hedefliyordu. Bu ise, Osmanlı'nın zafiyetlerini İslam'ın kendisinde gören ve kurtuluşu Batı pozitivizmini ve sekülerizmini ithal etmekte bulan Jön Türkler açısından kabul edilemez bir durumdu. Bu muhalefet, Abdülhamid'i ve onun İslam birliği amacını baltalamak için onyıllar süren bir çaba içine girdi.[26]
Hadiseyi müteakip, Yıldız Sarayı'nda iki tahkik heyeti kuruldu. Yapılan tahkikat neticesinde hadisenin tek başına Ali Suavi'nin çılgınca bir macerasından ibaret olmadığı ve İngiltere'nin de parmağı olduğu anlaşıldı. Hatta devlet ricalinden bir çoğunun da bu harekete gizliden gizliye taraftar olduğunu gösterecek deliller bulundu.[17]
Beşiktaş muhâfızı yedi-sekiz Hasan Paşa'nın kafasına indirdiği bir sopa ile Ali Suâvî'nin can vermesi, bu ihtilâl teşebbüsünün akîm kalmasını sağlamıştır. Ancak Sultân Abdülhamîd, bu ve benzerî vakalar dolayısıyla mâruz bulunduğu büyük tehlikeyi kavramış, devrinin sözde münevverlerinin hamâkat ve ihânetlerine ilâveten Rum, ermeni ve Yahûdîlerin kaynattıkları fitne kazanı sebebiyle muârızlarının "istibdat" diye adlandıra geldikleri sıkı bir dâhilî siyâset tâkibine mecbûr kalmıştır.[10][11]
13. Yıldız İstihbarat Teşkilatı
Sultan Abdülhamid Han, Çırağan
baskınından sonra dîn-i İslam'ın ve memleketin selameti için daha tedbirli
olmak lüzumunu duydu. Bu sebeple iç ve dış düşmanların hareketlerini yakından
takip etmek için bugün istihbarat teşkilatı adı verilen hafiye teşkilatını
kurdu. Bu gizli emniyet teşkilatının başında bulunan kimseye, "Serhafiye-i
hazret-i şehriyarî", yani "Padişah'ın baş ajanı" deniyordu.
Modern devletlere örnek olacak şekilde kurduğu bu haber alma teşkilatı,
memleketin her köşesinde devletin aleyhinde yazılanları günü gününde Padişah'a
bildiriyordu. Bu iş için binlerce kişi vazifelendirildi. Sultan, hizmet eden bu
kimselerin karakterlerini çok iyi bildiğinden, getirilen haberleri ona göre
değerlendirirdi. Hepsini okur, pek azı üzerinde dururdu.Onları da güvendiği
adamlara tekrar tetkik ettirir ve gerekendi yaptırırdı. Şahsî kin ve garaz için
yapılan jurnalleri dikkate almazdı.[17]
Bu teşkilâtta kendisine karşı bombalı bir suikastı gerçekleştirmiş bulunan ermeni asilli Jorris'i dahi bir istihbârât elemanı olarak kullanması, sâyân-i dikkattir. Hattâ İngilizler'in Madrid büyükelçileri vefât ettiğinde, onun açılan çelik kasalarında Sultân Abdülhamîd'le muhâbere hâlinde bulunduğuna dâir vesâikin ortaya çıkması, İngilizler'i bu istihbârâtın kuvvet ve şümulü hakkında dehşete sevk etmiştir. Kendisi tahttan indirildikten sonra azılı muhâlifleri tarafından Çırağan Sarayı'nın yakılmış bulunması da, O'nun bu müthiş istihbârât teşkilâtı ile alâkalıdır. Zîrâ bu sarayın bodrum katları, lebalep Sultân Abdülhamîd'e verilmiş jurnallerle doluydu ve hiç şüphesiz ki saray, onları yok etmek için yakılmıştı. Çünkü bu jurnaller, İttihat ve Terakkî'nin ileri gelenlerini birbirine düşürecek mâhiyetteydi. Sathî bir nazarla bakıldığında, bunların birbirleri aleyhine Sultân Abdülhamîd Han'a jurnallik ettikleri ortaya çıkmaktadır.
Bu jurnal keyfiyeti dolayısıyla de Sultân Abdülhamîd, muârızları tarafından haksiz ve çirkin bir sûrette itham edile gelmiştir. Güyâ ulu orta verilmiş saçma-sapan jurnallere istinâden birçok insani sürgüne gönderdiği pek çok yazılıp söylenmiştir. Bu husustaki gerçeğin lâyıkıyla kavranabilmesi ve merhûmun dirâyet, liyâkat ve hassasiyetinin anlaşılabilmesi için bir tek misâl zikredelim:
Birgün yüksek seviyede bir memûrun Çırağan Sarayı önünden geçerken güyâ:
«Âh Sultân Murâd Efendimiz!.. Sen başımızda olsaydın, böyle mi olurdu?!»
meâlinde bir söz söylemiş olduğu yolunda bir jurnal alınmış ve bundan dolayı da o memûrun Fizan'a sürgün edilmesi hususunda irâde-i seniyye sâdir olmuştu. Buna îtiraz eden Sadrazam Saîd Paşa:
«Efendimiz, bu ne hâldir, anlayamıyorum?!. Bu memûrun takriben 6 ay önce ihtilâs (rüşvet) cürmü sâbit olduğu halde onu affetmiştiniz.. Simdi ise, enti-püften bir jurnale istinâden onu sürgüne gönderiyorsunuz?!»
demesi üzerine, o koca Sultân Sadrazam'a su cevâbı vermiştir:
«Hayır Paşa Hazretleri, ben onu bu jurnalden dolayı sürgüne göndermiyorum! Asil sebep, o zikrettiğiniz ihtilâs cürmüdür. Esâsen bu jurnali de kasten kendim verdirttim. Lâkin onu, 6 ay evvel böyle bir tertibe bas vurmadan cezâlandırsaydım, yalnız kendisini değil, çoluk-çocuk ve akrabâlarını da cezâlandırmış olurdum. Onlar da es ve dostlarına karşı mahcup olurlardı. Simdi ise, bu adamı güyâ benim istibdâdıma karşı çıkmış bir insan sıfatıyla kahraman telâkkî edecekler. Böyle olmasını tercih ettim!..»
Bu öyle bir hâdisedir ki, O'nun devri için sürüp gelen hakli-haksiz tenkitlerin değerlendirilmesinde bize büyük bir ışık tutar.[10][11]
Bu teşkilâtta kendisine karşı bombalı bir suikastı gerçekleştirmiş bulunan ermeni asilli Jorris'i dahi bir istihbârât elemanı olarak kullanması, sâyân-i dikkattir. Hattâ İngilizler'in Madrid büyükelçileri vefât ettiğinde, onun açılan çelik kasalarında Sultân Abdülhamîd'le muhâbere hâlinde bulunduğuna dâir vesâikin ortaya çıkması, İngilizler'i bu istihbârâtın kuvvet ve şümulü hakkında dehşete sevk etmiştir. Kendisi tahttan indirildikten sonra azılı muhâlifleri tarafından Çırağan Sarayı'nın yakılmış bulunması da, O'nun bu müthiş istihbârât teşkilâtı ile alâkalıdır. Zîrâ bu sarayın bodrum katları, lebalep Sultân Abdülhamîd'e verilmiş jurnallerle doluydu ve hiç şüphesiz ki saray, onları yok etmek için yakılmıştı. Çünkü bu jurnaller, İttihat ve Terakkî'nin ileri gelenlerini birbirine düşürecek mâhiyetteydi. Sathî bir nazarla bakıldığında, bunların birbirleri aleyhine Sultân Abdülhamîd Han'a jurnallik ettikleri ortaya çıkmaktadır.
Bu jurnal keyfiyeti dolayısıyla de Sultân Abdülhamîd, muârızları tarafından haksiz ve çirkin bir sûrette itham edile gelmiştir. Güyâ ulu orta verilmiş saçma-sapan jurnallere istinâden birçok insani sürgüne gönderdiği pek çok yazılıp söylenmiştir. Bu husustaki gerçeğin lâyıkıyla kavranabilmesi ve merhûmun dirâyet, liyâkat ve hassasiyetinin anlaşılabilmesi için bir tek misâl zikredelim:
Birgün yüksek seviyede bir memûrun Çırağan Sarayı önünden geçerken güyâ:
«Âh Sultân Murâd Efendimiz!.. Sen başımızda olsaydın, böyle mi olurdu?!»
meâlinde bir söz söylemiş olduğu yolunda bir jurnal alınmış ve bundan dolayı da o memûrun Fizan'a sürgün edilmesi hususunda irâde-i seniyye sâdir olmuştu. Buna îtiraz eden Sadrazam Saîd Paşa:
«Efendimiz, bu ne hâldir, anlayamıyorum?!. Bu memûrun takriben 6 ay önce ihtilâs (rüşvet) cürmü sâbit olduğu halde onu affetmiştiniz.. Simdi ise, enti-püften bir jurnale istinâden onu sürgüne gönderiyorsunuz?!»
demesi üzerine, o koca Sultân Sadrazam'a su cevâbı vermiştir:
«Hayır Paşa Hazretleri, ben onu bu jurnalden dolayı sürgüne göndermiyorum! Asil sebep, o zikrettiğiniz ihtilâs cürmüdür. Esâsen bu jurnali de kasten kendim verdirttim. Lâkin onu, 6 ay evvel böyle bir tertibe bas vurmadan cezâlandırsaydım, yalnız kendisini değil, çoluk-çocuk ve akrabâlarını da cezâlandırmış olurdum. Onlar da es ve dostlarına karşı mahcup olurlardı. Simdi ise, bu adamı güyâ benim istibdâdıma karşı çıkmış bir insan sıfatıyla kahraman telâkkî edecekler. Böyle olmasını tercih ettim!..»
Bu öyle bir hâdisedir ki, O'nun devri için sürüp gelen hakli-haksiz tenkitlerin değerlendirilmesinde bize büyük bir ışık tutar.[10][11]
14. Yıldız Mahkemesi
Sultan Abdülaziz Han'ın şehit
edilmesinden beş sene geçmesine rağmen halk, bu menfûr hadiseyi unutmamıştı.
Katillerin yakalanıp adalete teslim edilmesini istiyorlardı. Padişah'a yapılan
müracaatlar, dosyaları dolduruyordu.[17] Sultan Abdülhamid Han, amcası Sultan
Abdülaziz'i şehit ettiren Midhat Paşa ve arkadaşlarının yargılanması için 27
Haziran 1881'de Yıldız Mahkemesi'ni kurdurdu.[2] Surûrî Bey'in başkanlığında
Yıldız'da kurulan mahkemeye davalılar çağrıldı.[17] Bu sırada suçluluğun
verdiği bir duygu ile mahkemeye çıkmaktan korkan Midhat Paşa, İzmir'de Fransız
Konsolosluğuna sığındı. Fransızlar, Midhat Paşa'yı teslim etmek istemedilerse
de Padişah'ın sert direktifi karşısında duramayıp teslime mecbur kaldılar.[2]
Mahkeme neticesinde Sultan Abdülaziz'in şehit edildiği tespit edilmiş; bazı
sanıklar, suçlarını itiraf etmişlerdi. Mabeyinci Fahri, Yozgatlı Mustafa
Pehlivan, Cezayirli Mustafa Pehlivan, Boyabatlı Hacı Mehmed Pehlivan, Midhat
Paşa, şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi, sadrazam Mütercim Rüşdî Paşa, Mahmûd
Celaleddîn ve Nûrî paşalar, idama mahkum edildiler. Abdülhamid Han,
merhametinden, ölümü hak eden bu insanların cezalarını hafifleterek sürgüne
gönderdi.[17]
15. Dış Borçlar Sorunu
Öte yandan devletin
toparlanabilmesi için zamana ihtiyaç olduğuna inanan Abdülhamid Han, bilhassa
savaşlardan kaçınma yoluna gitti. O, savaşlardan zaferle sona erenlerin dahi
milleti yorup bitirdiği görüşündeydi. Saltanatı müddetince daima idareli
davrandı. Devletin pek çok ihtiyaçlarını hazineden para almak yerine kendi
kesesinden karşıladı. Padişah öncelikle devleti ekonomik alanda düştüğü borç
bataklığından kurtarmak istiyordu. Alacaklı devletlerin başında İngiltere ve
Fransa geliyordu. Rusya da, Berlin Muahedesine göre tazminat alacaklısı
durumundaydı. Padişah, 20 Aralık 1881'de yayınlanan Muharrem Kararnamesiyle
borçların ödenebilmesi için yeni bir formül buldu. Bu kararnameye göre devletin
tütün, damga pulu, tuz, ipek, balık ve sigara tekelleri ile bazı imtiyazlı
eyaletlerin maktu vergileri bu iş için kurulan Duyun-i Umumiye teşkilatına
bırakılıyordu. Bu suretle İngiltere ve Fransa başta olmak üzere alacaklılar
verdikleri borçları muntazam bir şekilde tahsil edebileceklerdi. Bunun
karşılığında 278 milyon borcun 161 milyonu, yani yarısından fazlası Türkiye lehine
siliniyordu. Alacaklılar alacaklarını belirli şekilde tahsil edebilecekleri
için memnundular. Meselenin bu şekilde halli ve Osmanlı Devletinin üzerinden
ekonomik baskının kalkması, Sultan Abdülhamid'in büyük başarılarından biri
oldu.[2]
16. Mısır Meselesi
Mısır hidivi İsmail Paşa,
İngiltere ve Fransa'dan 100 milyon altından fazla borç alarak Mısır'ı
kalkamayacağı bir yükün altına sokmuştu. Borçlarını ödeyemeyince de alacaklı
devletler, İsmail Paşa'yı sıkıştırıp Mısır'da mali bir kontrolün kurulmasını
sağladılar. Ayrıca Süveyş kanalı tahvillerinin önemli bir miktarını İngilizler
satın alarak kanal sermayesinin yarısına sahip oldular. Hidiv, borçların
faizlerini bile ödeyemez hale gelince, bir İngiliz'i maliye, bir Fransız'ı da
nafia vekili yapmak mecburiyetinde kaldı. Bunlar, masrafları azaltmak
bahanesiyle Mısır ordusunu 30.000'den 11.000 kişiye indirdiler.Arkasından 2500
subayı da emekliye ayırınca; subaylar, miralay Arabî Bey liderliğinde hidiv
İsmail Paşa'ya isyan ettiler. Mısır, karışınca; Sultan Abdülhamid Han, İsmail
Paşa'yı azlederek yerine oğlu Tevfik Paşa'yı getirdi. (25 Haziran 1879)
Arabî de mirlivalığa terfî ettirilerek paşa unvanı verildi. Arabî Paşa, Mısır'daki Avrupalı memurların işlerine son verip memleketlerine gönderdi. İngilizler, Hindistan yolu üzerinde bulunan Mısır'ı tek başlarına işgal etmeyi tasarlamışlardı. Zira Mısır, İngiliz hakimiyetine girdiği takdirde; Hindistan ve ipek yolu emniyetini sağlayacaklardı. Bu hadiseleri fırsat bilen İngilizler, Mısır'daki Avrupalıların haklarını koruma bahanesiyle amiral Sir Beauchamp Seymour yönetiminindeki İngiliz filosuyla Mısır'a asker çıkarmaya başladılar. İskenderiye'de yapılan kanlı çarpışmalarda Mısır kuvvetleri, bozguna uğradı. İngilizler, Mısır'ı 15 Eylül 1882 günü işgal ederek hedeflerine ulaştılar. Netice'de Mısır, Osmanlı hakimiyetinde kalmak ve ve vergi vermek suretiyle İngiltere'nin işgali altına girdi.[17]
Arabî de mirlivalığa terfî ettirilerek paşa unvanı verildi. Arabî Paşa, Mısır'daki Avrupalı memurların işlerine son verip memleketlerine gönderdi. İngilizler, Hindistan yolu üzerinde bulunan Mısır'ı tek başlarına işgal etmeyi tasarlamışlardı. Zira Mısır, İngiliz hakimiyetine girdiği takdirde; Hindistan ve ipek yolu emniyetini sağlayacaklardı. Bu hadiseleri fırsat bilen İngilizler, Mısır'daki Avrupalıların haklarını koruma bahanesiyle amiral Sir Beauchamp Seymour yönetiminindeki İngiliz filosuyla Mısır'a asker çıkarmaya başladılar. İskenderiye'de yapılan kanlı çarpışmalarda Mısır kuvvetleri, bozguna uğradı. İngilizler, Mısır'ı 15 Eylül 1882 günü işgal ederek hedeflerine ulaştılar. Netice'de Mısır, Osmanlı hakimiyetinde kalmak ve ve vergi vermek suretiyle İngiltere'nin işgali altına girdi.[17]
17. Yunanistan Meselesi
Osmanlı
Devletine hasta adam gözü ile bakıldığı ve paylaşma hesapları yapıldığı bir
devrede başa geçen Sultan Abdülhamid Han'ın, devletin idaresini bizzat eline
aldığı 1878'den sonraki dış siyaseti, dahiyane bir mahiyet arz etmektedir.
Padişah'ın dış siyaseti prensip itibariyle basit fakat uygulaması bakımından
zordu. O, dünyadaki politik gelişmeleri yakından takip etmek üzere sarayda bir
çeşit bilgi merkezi kurdu. Osmanlı ülkesiyle ilgili bütün dünyada çıkan yazılar
ve dış temsilciliklerden Padişah'a gelen raporlar burada toplanır ve
değerlendirilirdi. Abdülhamid Han, zaman zaman önemli gördüğü meselelerde yerli
ve yabancı ilim adamlarından dış politika konusunda bilgi alırdı. Padişah'ın
dış politikada hedefi Osmanlı Devletini savaştan uzak, barış içinde yaşatmak ve
her bakımdan güçlü bir hale getirmekti. Devletler arası rekabetin Osmanlı
Devleti üzerinde yoğunlaştığı bir devirde böyle bir siyaseti uygulamak
gerçekten zordu. Padişah bilhassa Avrupa devletlerinin Türkiye üzerinde
birbirleriyle çatışan çıkar ve ihtiraslarından faydalanmaya çalıştı. Bu sebeple
milletler arası şartlar değiştikçe onun siyaseti de değişiyordu.
Sultan Abdülhamid Han'ın İslam dünyasındaki itibarı pek fazlaydı. Doğu Türkistan ve Orta Afrika'daki Sultanlıklar bile onun adına hutbe okutup, para bastırıyor ve ona tabi oluyorlardı. Padişah'ın, Almanya İmparatoru ve Prusya Kralı İkinci Wilhelm ile şahsi dostluğu vardı. Avusturya ve Macaristan ile dostluk kurulmuş olup, İtalya ile münasebetler iyiydi. Sırbistan ve Romanya etkisizdi. Karadağ ve Bulgaristan prensleri ise, Padişah'a bağlıydılar.[2]
1877 Osmanlı-Rus harbinden sonra yapılan Berlin muahedesiyle Teselya ve Narda, bu savaşla hiçbir ilgisi olmadığı halde Yunanistan'a verilmişti. Bunları kafi görmeyen Yunanistan, Yanya ve Girid'e göz dikmişti. Avrupa devletlerine sırtını dayayan Yunan hükümeti, çeteler halinde Girid'e asker çıkarıp bol miktarda cephane yığdırdı. Yunanlılar, Müslümanları öldürmeye başlayınca, Osmanlı askeri de Rum çetelerine karşılık verdi. Bunun üzerine Yunanlılar; "Osmanlılar, Hıristiyanları kesiyor!" diyerek Avrupa'da Türk mezalimi yaygarasını kopardılar. Osmanlı Devleti'ne karşı seferberlik ilan ettiler. Savaş taraftarı olmayan Sultan, Edhem Paşa kumandasındaki ordusunu hazır hale getirdi.[17]
Yanya ve Girid vilayetlerine göz diken ve Osmanlı hududunda tecavüzkar faaliyetlerde bulunan Yunanistan'a 18 Nisan 1897'de harp ilan edildi. Büyük devletler işe karışmadan Yunanistan'ın işini bitirmek isteyen Sultan Abdülhamid, başkumandan Edhem Paşaya yıldırım savaşı istediğini bildirdi. Avrupalıların 6 ayda geçilemez dedikleri Tırhala-Çatalca hattını bir kaç günde aşan Osmanlı birlikleri, Dömeke önlerinde Yunan ordusunu büyük bir bozguna uğrattılar. Artık Atina'ya 150 km kalmış ve yol açılmıştı. Ancak Yunanistan'ın Osmanlılar eline geçeceğini anlayan Rusya başta olmak üzere Avrupa devletleri, Sultan Abdülhamid'den harbin durdurulmasını rica ettiler. Babıali 10 milyon altın savaş tazminatı ve işgal edilmiş olan Teselya'nın teslimi karşılığında mütarekeye hazır olduğunu bildirdi. Ancak mütareke sırasında işe karışan Avrupa devletleri, [2] Sultan'ı harple tehdit ederek [17] tazminatın 4 milyon altına indirilmesini ve Türkiye'nin küçük bazı toprak parçaları ile yetinmesini sağladılar. Böylece Osmanlı Devleti, bütün Hıristiyan devletlerin bir araya gelmeleri neticesinde, zaferle çıkmış olduğu bir harbin bile faydasını göremedi. Fakat Yunanlılar, önemli ölçüde ezilmiş oldu.[2]
Sultan Abdülhamid Han'ın İslam dünyasındaki itibarı pek fazlaydı. Doğu Türkistan ve Orta Afrika'daki Sultanlıklar bile onun adına hutbe okutup, para bastırıyor ve ona tabi oluyorlardı. Padişah'ın, Almanya İmparatoru ve Prusya Kralı İkinci Wilhelm ile şahsi dostluğu vardı. Avusturya ve Macaristan ile dostluk kurulmuş olup, İtalya ile münasebetler iyiydi. Sırbistan ve Romanya etkisizdi. Karadağ ve Bulgaristan prensleri ise, Padişah'a bağlıydılar.[2]
1877 Osmanlı-Rus harbinden sonra yapılan Berlin muahedesiyle Teselya ve Narda, bu savaşla hiçbir ilgisi olmadığı halde Yunanistan'a verilmişti. Bunları kafi görmeyen Yunanistan, Yanya ve Girid'e göz dikmişti. Avrupa devletlerine sırtını dayayan Yunan hükümeti, çeteler halinde Girid'e asker çıkarıp bol miktarda cephane yığdırdı. Yunanlılar, Müslümanları öldürmeye başlayınca, Osmanlı askeri de Rum çetelerine karşılık verdi. Bunun üzerine Yunanlılar; "Osmanlılar, Hıristiyanları kesiyor!" diyerek Avrupa'da Türk mezalimi yaygarasını kopardılar. Osmanlı Devleti'ne karşı seferberlik ilan ettiler. Savaş taraftarı olmayan Sultan, Edhem Paşa kumandasındaki ordusunu hazır hale getirdi.[17]
Yanya ve Girid vilayetlerine göz diken ve Osmanlı hududunda tecavüzkar faaliyetlerde bulunan Yunanistan'a 18 Nisan 1897'de harp ilan edildi. Büyük devletler işe karışmadan Yunanistan'ın işini bitirmek isteyen Sultan Abdülhamid, başkumandan Edhem Paşaya yıldırım savaşı istediğini bildirdi. Avrupalıların 6 ayda geçilemez dedikleri Tırhala-Çatalca hattını bir kaç günde aşan Osmanlı birlikleri, Dömeke önlerinde Yunan ordusunu büyük bir bozguna uğrattılar. Artık Atina'ya 150 km kalmış ve yol açılmıştı. Ancak Yunanistan'ın Osmanlılar eline geçeceğini anlayan Rusya başta olmak üzere Avrupa devletleri, Sultan Abdülhamid'den harbin durdurulmasını rica ettiler. Babıali 10 milyon altın savaş tazminatı ve işgal edilmiş olan Teselya'nın teslimi karşılığında mütarekeye hazır olduğunu bildirdi. Ancak mütareke sırasında işe karışan Avrupa devletleri, [2] Sultan'ı harple tehdit ederek [17] tazminatın 4 milyon altına indirilmesini ve Türkiye'nin küçük bazı toprak parçaları ile yetinmesini sağladılar. Böylece Osmanlı Devleti, bütün Hıristiyan devletlerin bir araya gelmeleri neticesinde, zaferle çıkmış olduğu bir harbin bile faydasını göremedi. Fakat Yunanlılar, önemli ölçüde ezilmiş oldu.[2]
18. Ermeni Meselesi ve "Kızıl Sultan" İftirası
Sultan Abdülhamid Han'ın fevkalade
akıllı ve tedbirli siyaseti ile bütün İslam alemini kendisine bağladığını gören
İngilizler, Osmanlı Devletinin iyiye gidişini durdurmak ve yıkmak için
faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. Bir taraftan Padişah aleyhine faaliyette
bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni desteklerken, diğer taraftan Arabistan
Yarımadasında bedevi kabilelerini ve Doğu Anadolu'da Ermenileri Osmanlı
Devleti'ne karşı kışkırttılar. Bu arada Osmanlı Devletinden Berlin
antlaşmasının, Anadolu'da Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde ıslahat yapılmasını
isteyen 61. maddenin kesinlikle tatbik edilmesini istediler. Bu uygulamanın
ermeni muhtariyetini doğuracağını bilen Sultan Abdülhamid Han, İngilizleri
yıllarca oyalayarak böyle bir teşebbüse fırsat vermedi. Ayrıca Ermenilerin,
Avrupa devletlerinin dikkatlerini çekmek üzere giriştikleri isyanları anında
bastırdı. Hatta bu iş için polis ve jandarmadan ziyade sivil halkı kullandı
(1895-1896). Bunun üzerine Ermeniler, bir arabaya yerleştirdikleri saatli bomba
ile Padişah'ı Cuma namazından çıkışta öldürmek istediler. Fakat Abdülhamid Han,
bu suikastten kurtuldu. Bütün bu faaliyetler onu, tatbik ettiği politikadan
zerre kadar döndürmedi.[2]
Onun Ermeni komitecilerin hazırladıkları ve Yıldız camiinden çıkarken patlatılan bir arabadaki saatli bombadan kurtulunca, binlerce seyirci ve ecnebi diplomatlara karşı, düşünmeden, hemen söylediği şu kelimeler, kalbinin temizliğini, milletin olgun, şefkatli bir babası olduğunu göstermeye yetişir sanırız:
«Kendimce en büyük emel, ahalinin rahat ve mesut olmasıdır. Bu uğurda, gece-gündüz nasıl çalışıldığı ve gayret gösterildiği malumdur. Gayret ve hüsn-ü niyetimin min tarafillah mükafatı, şu hadiseden, hıfz-ı Huda ile, emin olmaklığımdır. Onun için, Cenab-ı Hakka şükür ve hamd ederim. Müteessir olduğum bir şey varsa, asker evlatlarımdan ve ahaliden bazılarının telef ve mecruh olmalarıdır. Buna, ilelebet teessüf ederim. Tebaamın, hakkımda göstermiş oldukları hissiyata an-samimilkalb memnuniyetimi beyan eyler, afati semaviyye ve erdiyyeden masuniyetleri için dua ederim.» [9]
Anadolu'yu Ermenistan olarak görmek isteyen Fransız yazar Albert Vandal, bu Türk Hakanına "Le Sultan Rouge=Kızıl Sultan" diyerek iftiralar yağdırdı. Ne yazık ki bu satırlar, Osmanlı ülkesindeki İslamiyet ve Türklük düşmanları tarafından da aynen alınarak Padişah'a karşı kullanıldı. Günümüzde dahi bazı gafiller, bu iftiraları eserlerine koyarak genç nesilleri aldatmaktadır.[2]
Onun katil olduğu yalan, kızıl sultan olduğu iftiradır. Avrupalıların ve Ermenilerin yakıştırdığı kızıl sultanlığı benimsemek, onların emellerine hizmet etmek olmaz mı? [3][4]
Devrinin sözde münevverlerinin gafletine bakiniz ki, Belçikalı Ermeni Jorris'in tertibi eseri olan bu suikastı alkışlayanlar görülmüştür. Hattâ zamanın gözde sâiri Tevfik Fikret, bu hâdiseyi anlatan 'bir anlık gecikme' anlamındaki "Bir Lahza-i Teaahur" isimli şiirinde suikastçıyı 'şanlı avcı' diyerek tebcil etmekte ve suikastın muvaffakiyetsizlikle neticelenmesinden doğan teessürlerini terennüm etmekteydi. Buna rağmen Sultân Abdülhamîd'in kendisine karşı en küçük bir mukâbelesini tarihler kaydetmemektedir.[10][11]
Onun Ermeni komitecilerin hazırladıkları ve Yıldız camiinden çıkarken patlatılan bir arabadaki saatli bombadan kurtulunca, binlerce seyirci ve ecnebi diplomatlara karşı, düşünmeden, hemen söylediği şu kelimeler, kalbinin temizliğini, milletin olgun, şefkatli bir babası olduğunu göstermeye yetişir sanırız:
«Kendimce en büyük emel, ahalinin rahat ve mesut olmasıdır. Bu uğurda, gece-gündüz nasıl çalışıldığı ve gayret gösterildiği malumdur. Gayret ve hüsn-ü niyetimin min tarafillah mükafatı, şu hadiseden, hıfz-ı Huda ile, emin olmaklığımdır. Onun için, Cenab-ı Hakka şükür ve hamd ederim. Müteessir olduğum bir şey varsa, asker evlatlarımdan ve ahaliden bazılarının telef ve mecruh olmalarıdır. Buna, ilelebet teessüf ederim. Tebaamın, hakkımda göstermiş oldukları hissiyata an-samimilkalb memnuniyetimi beyan eyler, afati semaviyye ve erdiyyeden masuniyetleri için dua ederim.» [9]
Anadolu'yu Ermenistan olarak görmek isteyen Fransız yazar Albert Vandal, bu Türk Hakanına "Le Sultan Rouge=Kızıl Sultan" diyerek iftiralar yağdırdı. Ne yazık ki bu satırlar, Osmanlı ülkesindeki İslamiyet ve Türklük düşmanları tarafından da aynen alınarak Padişah'a karşı kullanıldı. Günümüzde dahi bazı gafiller, bu iftiraları eserlerine koyarak genç nesilleri aldatmaktadır.[2]
Onun katil olduğu yalan, kızıl sultan olduğu iftiradır. Avrupalıların ve Ermenilerin yakıştırdığı kızıl sultanlığı benimsemek, onların emellerine hizmet etmek olmaz mı? [3][4]
Devrinin sözde münevverlerinin gafletine bakiniz ki, Belçikalı Ermeni Jorris'in tertibi eseri olan bu suikastı alkışlayanlar görülmüştür. Hattâ zamanın gözde sâiri Tevfik Fikret, bu hâdiseyi anlatan 'bir anlık gecikme' anlamındaki "Bir Lahza-i Teaahur" isimli şiirinde suikastçıyı 'şanlı avcı' diyerek tebcil etmekte ve suikastın muvaffakiyetsizlikle neticelenmesinden doğan teessürlerini terennüm etmekteydi. Buna rağmen Sultân Abdülhamîd'in kendisine karşı en küçük bir mukâbelesini tarihler kaydetmemektedir.[10][11]
19. Filistin Meselesi
Sultan
Abdülhamid Han'ın kabul etmediği ve sonuna kadar direttiği önemli konulardan
birisi de Filistin meselesiydi. Siyonistler, Filistin'de bir Yahudi devleti
kurulması için Sultan Abdülhamid'e başvurdular ve Osmanlı maliyesinin en büyük
problemi olan dış borçların bir kalemde silineceğini bildirdiler. Padişah bu
teklifi şiddetle reddettiği gibi, Yahudilerin çeşitli yollarla Filistin'e gelip
yerleşmelerine engel olacak tedbirleri de aldı.[2]
1897 yılında ilk olarak siyasi bir yapıya sokulan Siyonizm'in vazgeçilmez hedefi olan Yahudi devletinin sınırları Tevrat'ta şöyle tarif edilmiştir:
"Ayak tabanınızın bastığı her yer sizin olacak. Sınırınız çölden Lübnan'dan ırmaktan, Fırat ırmağından Garp Denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak, Allah'ın izniyle Rab size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak bastığınız bütün diyar üzerine koyacaktır." (Tevrat, Tekvin Bölümü 12/25)
Siyonistler kendilerine Tevrat tarafından vaat edilen bu topraklara ulaşmak amacıyla 19. yüzyıl sonlarında resmi girişimlere başladılar. 1897 yılında Basel'de yapılan 1. Siyonist Kongresi'nde Yahudi lider Theodore Herzl, Yahudi devletinin sınırlarını şöyle açıklamıştı:
«Kuzey sınırımız Kapadokya'daki (Orta Anadolu) dağlara kadar uzanır. Güneyde de Süveyş Kanalı'na; sloganımız Davud ve Süleyman'ın Filistin'i olacaktır.»
Herzl, bütün dünya Siyonistlerinin vereceği destekten emin olarak kongrede şunları da söylemişti:
«Basel'de ben Yahudi Devleti'ni kurdum. Eğer yüksek sesle söylersem bütün dünya bana güler. Fakat beş sene içinde veya elli sene sonra herkes bunu bilecek.» [26]
Teodor Hertzel, daha önce yazdığı "Yahûdî Devleti" isimli kitâbıyla dünyâ Yahûdîlerinin Filistin'de yeniden toplanmaları gerektiği yolunda teşebbüse geçmiş ve bu gâye için o gün dünyânın en büyük zengini olan Yahûdî Rochild âilesinin desteğini sağlamıştı. Onun namına iki kere Türkiye'ye gelen ve Yahûdîlerin Filistin'e avdet edip orada ikâmet eylemeleri mukâbilinde Osmanlı Devleti'nin dış borçlarını ödemek teklifini Rochild namına Sultân Abdülhamîd'e arz etmiş olan Hertzel'in, O'nun çelik gibi sert irâdesine çarparak redde mahkûm olması sebebiyle, Yahûdîler tarafından bütün dünyâda o büyük hükümdar için bir karalama kampanyası başlatılmıştır.
Bu kampanya sebebiyledir ki, 33 senelik saltanatı boyunca hiç kimsenin burnunu kanatmamış, ancak ana ve babasını öldürmüş olan bir cânî dışında normal mahkemelerce verilen îdâm cezâlarını bile tenfiz ettirmemiş, kendisine suikast yapan bir haremağasını ve hattâ ermeni Jorris'i dahî affetmiş bulunan Sultân Abdülhamîd Han için haksiz ve mesnetsiz bir sûrette 'kızıl sultan' lakabı, meşhur ve harcıâlem bir hâle getirilmiştir. Hayfâ ki, Yahûdîlerin icat edip Ermenilere armağan ettikleri bu iftirâ, böyle ecnebî kimselerden ziyâde vatanin o gün bugündür bir çok talihsiz Türk asilli nesilleri arasında da revaç bulmuştur.[10][11]
Basel'de yapılan ilk Siyonist kongrede çizilen hayali sınırlar Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliği altında bulunuyordu. Theodore Herzl bu toprakları ele geçirmek için birçok kez İstanbul'a geldi. Bu yıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomik olarak zor durumda olduğu biliniyordu. Herzl Sultan Abdülhamid'in bu zor durumundan yararlanarak Filistin'i para karşılığında ele geçirmek istiyordu. Fakat Abdülhamid'in tepkisi Theodore Herzl'in tahmin ettiği gibi olmadı.
Filistin topraklarına göz diken Siyonistlerin Sultan Abdülhamid'den olumsuz cevap almaları, hatta saraydan kovulmaları Siyonistlerin Abdülhamid'e olan düşmanlıklarının ilk tohumlarını atmıştı. O günleri yaşayan Mustafa Turan (Bey) hatıralarında Siyonistlerin Abdülhamid'le olan diyaloglarını ve daha sonraki gelişmeleri şöyle anlatıyor:
1893 baharında Siyonist cemiyetin kurucusu Theodore Herzl, bu konuda görüşmeler yapmak için İstanbul'a gelmiş, Hahambaşı Moşe Levi ile beraber Yıldız Sarayı'nda Abdülhamid'in karşısına çıkmışlardı:
"Padişahımız hazretlerine, Yahudi kullarından bir istirham sunmaya geldik. Bu sadık kullarınız Mukaddes Filistin'e yerleştirilmeleri için emirlerinizi bekliyorlar. Ve bir şükran armağanı olarak beş milyon altın kabul buyurmanızı arz ediyorlar."
Halbuki Sultan Abdülhamid, onların planlarını çoktan haber almış ve cevabını çoktan hazırlamıştı. Sonuç; gelen heyetin saraydan hemen kovulması oluyor, çıkarılan bir fermanla Yahudilerin Filistin'e yerleşmeleri yasaklanıyordu.[26][28]
Theodore Herlz, huzurdan ayrıldıktan sonra, padişah, Newlinski'ye hitaben: “Eğer Bay Herlz, senin benim arkadaş olduğun gibi arkadaşın ise, ona söyle bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satmam, zira bu vatan benim değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne'de şehid düşmüşlerdir. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanlarında kalmışlardır. Türk İmparatorluğu bana ait değildir. Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını vermem. Bırakalım, Museviler milyonlarını saklasınlar, benim imparatorluğum parçalandığı zaman, onlar, Filistin'i hiç karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat, yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade etmem.” şeklinde kesin cevabını bildirmiştir.[15]
İşte masonlar ve Siyonistler bunlardan dolayı Abdülhamid'e düşmandılar. Abdülhamid'e karşı mücadele de böyle başlamış oluyordu... Önce Balkanlar karıştırılıverdi... Sırp ve Bulgar çeteleri desteklendi, kışkırtıldı. Sonra, Taşnak komitesince plan kurdurtulup Yıldız'da Cuma selamlığında Abdülhamid'e karşı suikast planlandı. Suikastta Abdülhamid kurtulmuş ama birçok asker şehit olmuştu. Bu suikastta başarısız olan masonlar-Yahudiler çalışma alanlarını Paris'e kaydırdılar. Çünkü Paris'te birçok Jön Türk vardı. Siyonistler Jön Türkler'e her türlü desteği vermeye başladılar. Yayın ve diğer faaliyetleri oluşturulup Abdülhamid aleyhine kampanyalar başlattılar.[26][28]
Abdülhamid'in bu kararlı tutumu üzerine Yahudilerin tek çıkış yolu onun iktidarına ivedilikle son vermek olacaktı. Herzl, "Siyonizm'in amaçlarına ulaşabilmesi için Osmanlı'nın dağılmasını beklemeliyiz." diyordu. Bunun için de ilk hedef Abdülhamid'in tahttan indirilmesiydi. Abdülhamid'i dış müdahalelerle düşüremeyeceğinin farkında olan Herzl, bunun için devlet içinde güçlü bir kuruluşla işbirliği yapmayı tercih etti. Amacına en uygun kuruluş, Jön Türk hareketinin uzantısı olan İttihat Terakki Cemiyeti'ydi.[26][29]
Filistin'e göç edip yerleşmek gibi ilk nazarda mâsumâne görünen arzularının Sultân Abdülhamîd tarafından mutlak bir sûrette redde mahkûm olduğunu gören Yahûdîler, o mübârek şahsiyeti bertaraf etmedikçe emellerine ulaşamayacaklarını anlamakta gecikmediler. Bundan dolayıdır ki, önce İstanbul'da ve sonra da Yahûdî muhiti Selânik'te temerküz eden İttihat ve Terakkî cemiyetini kurdurarak vatanin bir kısım bedbaht evlatlarını bir propaganda sisinde boğdular.
Tehlikeyi gören Sultân Abdülhamîd, Yahûdîlerin Filistin'de toprak satın almalarını yasakladığı gibi, onların bu emellerine muvâzaa yoluyla ulaşmalarını engellemek için de, her arâzîsini satmak isteyenin yerini şahsî parasıyla satın alarak "emlâk-i şâhâne" hâline getirmiştir. Filistin Çiflikât-i Sâhânesi böylece vücûda gelmiştir. Sultan Abdülhamîd bunlara ilâveten oradaki Müslüman nüfûsu da artırma yoluna gitmiştir.[10][11]
İttihat Terakki Cemiyeti'nde önemli bir etkiye sahip olan grupların biri Selanik'li Yahudi kökenliler, yani dönmelerdi. Bu isimler Abdülhamid'i devirmek için uluslararası finans çevrelerinden yardım sağlamaktaydılar. Cemiyetin diğer bir yardım kaynağı ise Mısır Cemiye-i İsrailiyesi'ydi. Mısır'da bulunan Yahudilerden oluşan bu cemiyet, Jön Türklerin çıkarmış olduğu yayınların Mısır'da kolayca dağıtılmasına yardımcı oluyordu.
Devlet sınırları içindeki Siyonist ve mason hakimiyetinin farkına varan Sultan Abdülhamid, kendine bağlı olarak kurmuş olduğu istihbarat örgütü vasıtasıyla masonları sıkı takibe aldı. Selanik'te bu gelişmeler olurken, masonlardan büyük bir tehlikenin geleceğini hisseden Abdülhamid, mason localarını denetim altına almaya çalıştı. 1894 yılından sonra localarda neler konuşulduğu ve orada yapılan faaliyetlerin içeriği konusunda bir örgütlenme kurmuştu. Osmanlı üzerinde güçlü etkisi olan Ser Locası, Abdülhamid'in etkili istihbarat çalışmalarına fazla dayanamayarak kapanmak zorunda kaldı.[26]
1897 yılında ilk olarak siyasi bir yapıya sokulan Siyonizm'in vazgeçilmez hedefi olan Yahudi devletinin sınırları Tevrat'ta şöyle tarif edilmiştir:
"Ayak tabanınızın bastığı her yer sizin olacak. Sınırınız çölden Lübnan'dan ırmaktan, Fırat ırmağından Garp Denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak, Allah'ın izniyle Rab size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak bastığınız bütün diyar üzerine koyacaktır." (Tevrat, Tekvin Bölümü 12/25)
Siyonistler kendilerine Tevrat tarafından vaat edilen bu topraklara ulaşmak amacıyla 19. yüzyıl sonlarında resmi girişimlere başladılar. 1897 yılında Basel'de yapılan 1. Siyonist Kongresi'nde Yahudi lider Theodore Herzl, Yahudi devletinin sınırlarını şöyle açıklamıştı:
«Kuzey sınırımız Kapadokya'daki (Orta Anadolu) dağlara kadar uzanır. Güneyde de Süveyş Kanalı'na; sloganımız Davud ve Süleyman'ın Filistin'i olacaktır.»
Herzl, bütün dünya Siyonistlerinin vereceği destekten emin olarak kongrede şunları da söylemişti:
«Basel'de ben Yahudi Devleti'ni kurdum. Eğer yüksek sesle söylersem bütün dünya bana güler. Fakat beş sene içinde veya elli sene sonra herkes bunu bilecek.» [26]
Teodor Hertzel, daha önce yazdığı "Yahûdî Devleti" isimli kitâbıyla dünyâ Yahûdîlerinin Filistin'de yeniden toplanmaları gerektiği yolunda teşebbüse geçmiş ve bu gâye için o gün dünyânın en büyük zengini olan Yahûdî Rochild âilesinin desteğini sağlamıştı. Onun namına iki kere Türkiye'ye gelen ve Yahûdîlerin Filistin'e avdet edip orada ikâmet eylemeleri mukâbilinde Osmanlı Devleti'nin dış borçlarını ödemek teklifini Rochild namına Sultân Abdülhamîd'e arz etmiş olan Hertzel'in, O'nun çelik gibi sert irâdesine çarparak redde mahkûm olması sebebiyle, Yahûdîler tarafından bütün dünyâda o büyük hükümdar için bir karalama kampanyası başlatılmıştır.
Bu kampanya sebebiyledir ki, 33 senelik saltanatı boyunca hiç kimsenin burnunu kanatmamış, ancak ana ve babasını öldürmüş olan bir cânî dışında normal mahkemelerce verilen îdâm cezâlarını bile tenfiz ettirmemiş, kendisine suikast yapan bir haremağasını ve hattâ ermeni Jorris'i dahî affetmiş bulunan Sultân Abdülhamîd Han için haksiz ve mesnetsiz bir sûrette 'kızıl sultan' lakabı, meşhur ve harcıâlem bir hâle getirilmiştir. Hayfâ ki, Yahûdîlerin icat edip Ermenilere armağan ettikleri bu iftirâ, böyle ecnebî kimselerden ziyâde vatanin o gün bugündür bir çok talihsiz Türk asilli nesilleri arasında da revaç bulmuştur.[10][11]
Basel'de yapılan ilk Siyonist kongrede çizilen hayali sınırlar Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliği altında bulunuyordu. Theodore Herzl bu toprakları ele geçirmek için birçok kez İstanbul'a geldi. Bu yıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomik olarak zor durumda olduğu biliniyordu. Herzl Sultan Abdülhamid'in bu zor durumundan yararlanarak Filistin'i para karşılığında ele geçirmek istiyordu. Fakat Abdülhamid'in tepkisi Theodore Herzl'in tahmin ettiği gibi olmadı.
Filistin topraklarına göz diken Siyonistlerin Sultan Abdülhamid'den olumsuz cevap almaları, hatta saraydan kovulmaları Siyonistlerin Abdülhamid'e olan düşmanlıklarının ilk tohumlarını atmıştı. O günleri yaşayan Mustafa Turan (Bey) hatıralarında Siyonistlerin Abdülhamid'le olan diyaloglarını ve daha sonraki gelişmeleri şöyle anlatıyor:
1893 baharında Siyonist cemiyetin kurucusu Theodore Herzl, bu konuda görüşmeler yapmak için İstanbul'a gelmiş, Hahambaşı Moşe Levi ile beraber Yıldız Sarayı'nda Abdülhamid'in karşısına çıkmışlardı:
"Padişahımız hazretlerine, Yahudi kullarından bir istirham sunmaya geldik. Bu sadık kullarınız Mukaddes Filistin'e yerleştirilmeleri için emirlerinizi bekliyorlar. Ve bir şükran armağanı olarak beş milyon altın kabul buyurmanızı arz ediyorlar."
Halbuki Sultan Abdülhamid, onların planlarını çoktan haber almış ve cevabını çoktan hazırlamıştı. Sonuç; gelen heyetin saraydan hemen kovulması oluyor, çıkarılan bir fermanla Yahudilerin Filistin'e yerleşmeleri yasaklanıyordu.[26][28]
Theodore Herlz, huzurdan ayrıldıktan sonra, padişah, Newlinski'ye hitaben: “Eğer Bay Herlz, senin benim arkadaş olduğun gibi arkadaşın ise, ona söyle bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satmam, zira bu vatan benim değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne'de şehid düşmüşlerdir. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanlarında kalmışlardır. Türk İmparatorluğu bana ait değildir. Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını vermem. Bırakalım, Museviler milyonlarını saklasınlar, benim imparatorluğum parçalandığı zaman, onlar, Filistin'i hiç karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat, yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade etmem.” şeklinde kesin cevabını bildirmiştir.[15]
İşte masonlar ve Siyonistler bunlardan dolayı Abdülhamid'e düşmandılar. Abdülhamid'e karşı mücadele de böyle başlamış oluyordu... Önce Balkanlar karıştırılıverdi... Sırp ve Bulgar çeteleri desteklendi, kışkırtıldı. Sonra, Taşnak komitesince plan kurdurtulup Yıldız'da Cuma selamlığında Abdülhamid'e karşı suikast planlandı. Suikastta Abdülhamid kurtulmuş ama birçok asker şehit olmuştu. Bu suikastta başarısız olan masonlar-Yahudiler çalışma alanlarını Paris'e kaydırdılar. Çünkü Paris'te birçok Jön Türk vardı. Siyonistler Jön Türkler'e her türlü desteği vermeye başladılar. Yayın ve diğer faaliyetleri oluşturulup Abdülhamid aleyhine kampanyalar başlattılar.[26][28]
Abdülhamid'in bu kararlı tutumu üzerine Yahudilerin tek çıkış yolu onun iktidarına ivedilikle son vermek olacaktı. Herzl, "Siyonizm'in amaçlarına ulaşabilmesi için Osmanlı'nın dağılmasını beklemeliyiz." diyordu. Bunun için de ilk hedef Abdülhamid'in tahttan indirilmesiydi. Abdülhamid'i dış müdahalelerle düşüremeyeceğinin farkında olan Herzl, bunun için devlet içinde güçlü bir kuruluşla işbirliği yapmayı tercih etti. Amacına en uygun kuruluş, Jön Türk hareketinin uzantısı olan İttihat Terakki Cemiyeti'ydi.[26][29]
Filistin'e göç edip yerleşmek gibi ilk nazarda mâsumâne görünen arzularının Sultân Abdülhamîd tarafından mutlak bir sûrette redde mahkûm olduğunu gören Yahûdîler, o mübârek şahsiyeti bertaraf etmedikçe emellerine ulaşamayacaklarını anlamakta gecikmediler. Bundan dolayıdır ki, önce İstanbul'da ve sonra da Yahûdî muhiti Selânik'te temerküz eden İttihat ve Terakkî cemiyetini kurdurarak vatanin bir kısım bedbaht evlatlarını bir propaganda sisinde boğdular.
Tehlikeyi gören Sultân Abdülhamîd, Yahûdîlerin Filistin'de toprak satın almalarını yasakladığı gibi, onların bu emellerine muvâzaa yoluyla ulaşmalarını engellemek için de, her arâzîsini satmak isteyenin yerini şahsî parasıyla satın alarak "emlâk-i şâhâne" hâline getirmiştir. Filistin Çiflikât-i Sâhânesi böylece vücûda gelmiştir. Sultan Abdülhamîd bunlara ilâveten oradaki Müslüman nüfûsu da artırma yoluna gitmiştir.[10][11]
İttihat Terakki Cemiyeti'nde önemli bir etkiye sahip olan grupların biri Selanik'li Yahudi kökenliler, yani dönmelerdi. Bu isimler Abdülhamid'i devirmek için uluslararası finans çevrelerinden yardım sağlamaktaydılar. Cemiyetin diğer bir yardım kaynağı ise Mısır Cemiye-i İsrailiyesi'ydi. Mısır'da bulunan Yahudilerden oluşan bu cemiyet, Jön Türklerin çıkarmış olduğu yayınların Mısır'da kolayca dağıtılmasına yardımcı oluyordu.
Devlet sınırları içindeki Siyonist ve mason hakimiyetinin farkına varan Sultan Abdülhamid, kendine bağlı olarak kurmuş olduğu istihbarat örgütü vasıtasıyla masonları sıkı takibe aldı. Selanik'te bu gelişmeler olurken, masonlardan büyük bir tehlikenin geleceğini hisseden Abdülhamid, mason localarını denetim altına almaya çalıştı. 1894 yılından sonra localarda neler konuşulduğu ve orada yapılan faaliyetlerin içeriği konusunda bir örgütlenme kurmuştu. Osmanlı üzerinde güçlü etkisi olan Ser Locası, Abdülhamid'in etkili istihbarat çalışmalarına fazla dayanamayarak kapanmak zorunda kaldı.[26]
20. 2. Meşrutiyet
Bu arada İngilizlerin
Arabistan'da Cemaleddin Efgäni ve meşhur casus Lawrens yolu ile hilafet
meselesini kurcalamaya başlamaları üzerine, Sultan Abdülhamid de bölgeye büyük
bir derviş kafilesi gönderdi. Aynı şekilde bir kafileyi de Hindistan'a gönderen
Padişah, böylece İngilizlerin propagandalarını etkisiz kılmaya çalıştı.
Padişah'ın bu faaliyetleri üzerine İngilizler onu saltanattan uzaklaştırmadıkça
emellerine kavuşamayacaklarını anladılar. Bunun için İttihat ve Terakki
Cemiyetinin faaliyetlerine hız verdirdiler. Başta Adana olmak üzere memleketin
çeşitli yerlerinde isyanlar çıkardılar. Neticede İttihat ve Terakki Partisine
mensup bazı Türk subayları, Padişah'ı, Kanun-i Esasi'yi ilan etmeye zorladılar.[2]
İttihatçılar tarafından astırılan bildiriler Abdülhamid'e yapılan uyarılar niteliğindeydi. Bu bildirilerle Abdülhamid'e karşı savaş ilan edilirken, Makedonya ve Selanik'teki Mason localarının tam desteği alınmıştı. Abdülhamid, İttihatçıların tehditleri üzerine geri adım atmak zorunda kaldı. Amacı gereksiz yere kan dökmemek idi. Çünkü bazı İttihatçılar, yanlarına Balkanlar'da yaşayan azınlıklara mensup askerleri alarak dağda kurdukları çetelerle devletin merkezleri olan Yıldız ve Babıali üzerinde baskı yapmaya başlamışlardı. İttihatçılar tarafından küstah bir dille çekilen telgraf neticesinde Abdülhamid'in Meşrutiyet'i ilan etmekten başka bir ihtimali kalmamıştı.[26]
Üstad-ı Azam Kemalettin Apak, bu olayın ayrıntılarını şöyle anlatıyor:
«Serez'deki Makedonya Locası'nın azasından olan Serez mutasarrıfı Reşit Paşa kardeşimiz, Meşrutiyet ilanı günü Serez'den İstanbul Yıldız Sarayı'na, İkinci Sultan Abdülhamid'e telgraf çekerek "iki saate kadar Meşrutiyet ilan edilmediği ve cevap verilmediği takdirde ahali tebdili biat edecektir" demişti. Abdülhamid bu telgrafı alınca telaşlanmış ve müsvedde halinde olan bu cevabı tebyiz bile ettirmeden her tarafa telgraf çektirerek İkinci Meşrutiyet'i tamim mecburiyetinde kalmıştır.» [30]
İkinci Abdülhamid Han da 23 Temmuz 1908'de anayasayı tekrar yürürlüğe koyduğunu ilan etti. İkinci Meşrutiyet adı verilen bu olay, beklenenin aksine Osmanlı Devletinin dağılmasını daha da hızlandırdı. Avusturya-Macaristan imparatorluğu 1908'de Bosna-Hersek'i işgal ettiğini bildirdi. Aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. Bir gün sonra da Girit Yunanistan'a katıldığını açıkladı. Bu olaylar cereyan ederken 17 Aralık 1908'de yeni seçilen Meclis-i Meb'usan toplandı. En azılı Osmanlı düşmanları dahi mebus seçilerek meclise girmişti. Mecliste Osmanlı düşmanları daha etkiliydi.
Meşrutiyete göre Sultan, sadece sadrazam ile şeyhülislamı seçebiliyordu. Sadrazam da nazırları seçiyor, kabine güven oyu alırsa çalışıyor, meclis istediği zaman hükümeti düşürebiliyordu. Neticede devletin idaresi ehliyetsiz, tecrübesiz ellere geçti. Böylece çeşitli din, dil ve ırka mensup mebusların hepsi Osmanlı Devletinden ayrılarak istiklallerini ilan etmek için her türlü gayr-i meşru vasıtalara başvuruyorlardı. Binlerce Müslüman'ın kanına giren Yunan, Sırp, Bulgar ve Ermeni çeteleri için umumi af ilan edildi. Osmanlı Devletinden kaçan ne kadar isyancı varsa, hepsine yeniden kapılar açıldı ve bunlar İstanbul'a geldiler. İngilizler, Ruslar ve diğer Hıristiyan devletler, azınlıklara el altından bol miktarda silah gönderdiler.[2]
Yıllardır kurulması düşünülen fakat sürekli olarak Abdülhamid'in engellemeleri neticesinde başarısızlıkla sonuçlanan Büyük Türkiye Locası çalışmaları da Meşrutiyet'in ilanı ile birlikte başarıya ulaştı. Üstad-ı Azam Kemalettin Apak ise masonluk-İttihat ve Terakki ittifakının, Meşrutiyet'in ilanından sonra da devam ettiğini vurgular:
«Masonluk bu bölgede İttihat Terakki Cemiyeti'ne nasıl hizmet etti ise, bilahare Meşrutiyet'in ilanını müteakip bu cemiyet de Türk masonluğunun teşkilatlanıp gelişmesine öylece hizmet etmiş ve onun yükselmesine amil olmuştur.» [26][31]
Meşrutiyet'in ilanından sonra masonların yapmış oldukları propagandalar sayesinde devlet kademesinde mason olmayanların Avrupa ülkelerinde itibar görmeyeceği inancı yaygınlaşmıştı. Araştırmacı-Yazar Mustafa Yalçın, Meşrutiyet'in ilanından sonra mason localarına artan talebi kitabında şöyle anlatıyor:
«Bu propagandalara aldananlar, gecikmeden soluğu mason teşkilatlarının gizli odalarında alıyorlardı. Önce İstanbul'da bir mason büyük şurası oluşturuluyor sonra ilk üyeler en yüksek mason basamağına yani 33. dereceye çıkarılıyordu. Masonluğun bu yüksek basamağına tırmanan biraderler arasında Talat Paşa, Mithat Şükrü Bey, Karasu, Davit Kohen vardı. Bu zatları birdenbire son basamağa çıkaran zat, Mısır Şuray-ı Ali azasından Sakanini biraderdi. Türk masonluğunun Siyon üçgenli tahtına yerleşen İttihat ve Terakki ileri gelenleri, diğer subayları da locaya girmeye zorlayarak kendilerine çekmeye çalışıyorlardı. İttihat Terakki, herkesi bünyesinde toplamaya çalışmakla bir siyasi oluşum havası vermek istiyordu. 31 Mart olayının ardından İttihat ve Terakki liderlerinden Talat Bey, masonlukta bir basamak daha çıkıyor ve büyük üstad oluyordu. Ayrıca memleketin her yerine, Elazığ'dan Malatya'ya varıncaya kadar İttihat Terakki kanalıyla localar açılır olmuştu. Az zamanda yalnız İstanbul'da 24 loca açılmıştı. Bütün memleketteki locaların sayısı 58'e ulaşmıştı.» [26][30]
İttihatçılar tarafından astırılan bildiriler Abdülhamid'e yapılan uyarılar niteliğindeydi. Bu bildirilerle Abdülhamid'e karşı savaş ilan edilirken, Makedonya ve Selanik'teki Mason localarının tam desteği alınmıştı. Abdülhamid, İttihatçıların tehditleri üzerine geri adım atmak zorunda kaldı. Amacı gereksiz yere kan dökmemek idi. Çünkü bazı İttihatçılar, yanlarına Balkanlar'da yaşayan azınlıklara mensup askerleri alarak dağda kurdukları çetelerle devletin merkezleri olan Yıldız ve Babıali üzerinde baskı yapmaya başlamışlardı. İttihatçılar tarafından küstah bir dille çekilen telgraf neticesinde Abdülhamid'in Meşrutiyet'i ilan etmekten başka bir ihtimali kalmamıştı.[26]
Üstad-ı Azam Kemalettin Apak, bu olayın ayrıntılarını şöyle anlatıyor:
«Serez'deki Makedonya Locası'nın azasından olan Serez mutasarrıfı Reşit Paşa kardeşimiz, Meşrutiyet ilanı günü Serez'den İstanbul Yıldız Sarayı'na, İkinci Sultan Abdülhamid'e telgraf çekerek "iki saate kadar Meşrutiyet ilan edilmediği ve cevap verilmediği takdirde ahali tebdili biat edecektir" demişti. Abdülhamid bu telgrafı alınca telaşlanmış ve müsvedde halinde olan bu cevabı tebyiz bile ettirmeden her tarafa telgraf çektirerek İkinci Meşrutiyet'i tamim mecburiyetinde kalmıştır.» [30]
İkinci Abdülhamid Han da 23 Temmuz 1908'de anayasayı tekrar yürürlüğe koyduğunu ilan etti. İkinci Meşrutiyet adı verilen bu olay, beklenenin aksine Osmanlı Devletinin dağılmasını daha da hızlandırdı. Avusturya-Macaristan imparatorluğu 1908'de Bosna-Hersek'i işgal ettiğini bildirdi. Aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. Bir gün sonra da Girit Yunanistan'a katıldığını açıkladı. Bu olaylar cereyan ederken 17 Aralık 1908'de yeni seçilen Meclis-i Meb'usan toplandı. En azılı Osmanlı düşmanları dahi mebus seçilerek meclise girmişti. Mecliste Osmanlı düşmanları daha etkiliydi.
Meşrutiyete göre Sultan, sadece sadrazam ile şeyhülislamı seçebiliyordu. Sadrazam da nazırları seçiyor, kabine güven oyu alırsa çalışıyor, meclis istediği zaman hükümeti düşürebiliyordu. Neticede devletin idaresi ehliyetsiz, tecrübesiz ellere geçti. Böylece çeşitli din, dil ve ırka mensup mebusların hepsi Osmanlı Devletinden ayrılarak istiklallerini ilan etmek için her türlü gayr-i meşru vasıtalara başvuruyorlardı. Binlerce Müslüman'ın kanına giren Yunan, Sırp, Bulgar ve Ermeni çeteleri için umumi af ilan edildi. Osmanlı Devletinden kaçan ne kadar isyancı varsa, hepsine yeniden kapılar açıldı ve bunlar İstanbul'a geldiler. İngilizler, Ruslar ve diğer Hıristiyan devletler, azınlıklara el altından bol miktarda silah gönderdiler.[2]
Yıllardır kurulması düşünülen fakat sürekli olarak Abdülhamid'in engellemeleri neticesinde başarısızlıkla sonuçlanan Büyük Türkiye Locası çalışmaları da Meşrutiyet'in ilanı ile birlikte başarıya ulaştı. Üstad-ı Azam Kemalettin Apak ise masonluk-İttihat ve Terakki ittifakının, Meşrutiyet'in ilanından sonra da devam ettiğini vurgular:
«Masonluk bu bölgede İttihat Terakki Cemiyeti'ne nasıl hizmet etti ise, bilahare Meşrutiyet'in ilanını müteakip bu cemiyet de Türk masonluğunun teşkilatlanıp gelişmesine öylece hizmet etmiş ve onun yükselmesine amil olmuştur.» [26][31]
Meşrutiyet'in ilanından sonra masonların yapmış oldukları propagandalar sayesinde devlet kademesinde mason olmayanların Avrupa ülkelerinde itibar görmeyeceği inancı yaygınlaşmıştı. Araştırmacı-Yazar Mustafa Yalçın, Meşrutiyet'in ilanından sonra mason localarına artan talebi kitabında şöyle anlatıyor:
«Bu propagandalara aldananlar, gecikmeden soluğu mason teşkilatlarının gizli odalarında alıyorlardı. Önce İstanbul'da bir mason büyük şurası oluşturuluyor sonra ilk üyeler en yüksek mason basamağına yani 33. dereceye çıkarılıyordu. Masonluğun bu yüksek basamağına tırmanan biraderler arasında Talat Paşa, Mithat Şükrü Bey, Karasu, Davit Kohen vardı. Bu zatları birdenbire son basamağa çıkaran zat, Mısır Şuray-ı Ali azasından Sakanini biraderdi. Türk masonluğunun Siyon üçgenli tahtına yerleşen İttihat ve Terakki ileri gelenleri, diğer subayları da locaya girmeye zorlayarak kendilerine çekmeye çalışıyorlardı. İttihat Terakki, herkesi bünyesinde toplamaya çalışmakla bir siyasi oluşum havası vermek istiyordu. 31 Mart olayının ardından İttihat ve Terakki liderlerinden Talat Bey, masonlukta bir basamak daha çıkıyor ve büyük üstad oluyordu. Ayrıca memleketin her yerine, Elazığ'dan Malatya'ya varıncaya kadar İttihat Terakki kanalıyla localar açılır olmuştu. Az zamanda yalnız İstanbul'da 24 loca açılmıştı. Bütün memleketteki locaların sayısı 58'e ulaşmıştı.» [26][30]
21. 31 Mart Ayaklanması
İttihat
ve Terakkî iktidarı, kısa zamanda halkın umûmî sûrette nefretini
kazandı.Karşılaştığı tenkitleri şiddetle bastırıyor ve muhâliflerini gazeteci
veya fikir adamı demeden suikastlerle yok ediyorlardı.[10][11] İttihat ve
Terakki Cemiyeti liderleri, yaptıkları acemi siyasetleri ile ortalığı birbirine
karıştırmışlardı. Yapacakları icraatlarda kendilerine destek olması için,
Selanik'ten avcı taburlarını getirerek taş kışlaya yerleştirdiler.[2] Ancak
bunların başlarındaki subaylar, kısa zamanda Beyoğlu âlemleriyle siyâset
girdabına sürüklenip askerleriyle alâkalarını kestiler. Serbest kalan avcı
taburları efrâdı, halkla temas edince, İttihat ve Terakkî'nin irtikap ettiği
mel'ûnâne zulüm ve hıyânetlerini öğrenerek kendilerini korumaya memur oldukları
bu kadroya karşı ayaklandılar.[10][11]
İttihatçılar, kendilerine karşı olanları çekinmeden öldürüyorlar, memlekette terör havası estiriyorlardı. Kısa zamanda halkın huzuru kaçtı. İttihatçılar, lanetle anılmaya başlandı. Yine bunların baskısıyla hükümet alaylı subayları ordudan çıkarttı. Bu sırada bazı gazeteler, İttihatçılara karşı halkın dini duygularını galeyana getiren neşriyat yaparak, halkı ve orduyu isyana teşvik ediyordu. Rumi 31 Mart günü dördüncü avcı taburuna bağlı askerler gece yarısı isyan ederek subaylarını hapsettiler. Padişah Abdülhamid Han, isyanı Hüseyin Hilmi Paşa'nın gönderdiği bir telgraf sonucu öğrendi. İsyancılar, sadrazamın azledilmesini, görevden alınan alaylı subayların tekrar orduya alınmasını istiyorlardı. Bunun üzerine Hüseyin Hilmi Paşa'yı sadrazamlıktan azlederek yerine Tevfik Paşa'yı getirdi ve Müşir Edhem Paşayı da harbiye nazırı yaptı. Mabeyin başkatibi ile isyancılara isyandan vazgeçtikleri takdirde affedildiklerine dair bir hatt-ı hümayun gönderdi. Bunun üzerine isyan bir miktar yatıştı. Ancak, ertesi gün yine alevlendi.
İsyanın Rumeli'deki yankısı büyük oldu. Hadisenin kim tarafından hazırlandığı belli olmadığı için, Sultan boy hedefi oldu. Üçüncü ordu ile gönüllü Bulgar müfrezesi ve Sırp, Yunan, Yahudi, Arnavut çetecilerden müteşekkil bir ordu kurularak İstanbul'a sevk edildi.
Mevcudu 15.000'e varan Hareket Ordusu, 24 Nisan'da Topkapı ve Edirnekapı'dan şehre girerek yol üzerindeki askeri karakolları teslim aldı ve Harbiye Nezaretini işgal etti. Taksim kışlası ile Taşkışla'daki mukavemet, şiddetli top ateşi karşısında kırıldı. Bu arada Yıldız Sarayının işgali sırasında Sultan Abdülhamid Han, kendisine sadık olan Birinci ordu ile, Hareket ordusuna karşı konulması hususunda yapılan teklifleri kabul etmeyerek; “Müslümanların halifesi olduğunu ve Müslüman'ı Müslüman'a kırdıramayacağını” söyledi. Eğer ülkenin en mükemmel ordusu olan Birinci Ordu'ya, karşı koyma emri verilseydi, derme çatma olan Hareket ordusu bir anda dağıtılabilirdi. Padişah'ın emrine boyun eğen askerler silahların teslim edince, 25 Nisan günü Hareket Ordusu, İstanbul'a hakim oldu. Mahmud Şevket Paşa, sıkıyönetim ilan ederek suçlu-suçsuz bir çok insanı idam ettirdi. Yüzlerce Balkan çetesiyle saraya girerek kıymetli eşyaları yağmaladı. İttihat ve Terakki, hakimiyetini devam ettirmek için İstanbul'da terör havası estirmeye başladı.[2]
İttihatçılar, kendilerine karşı olanları çekinmeden öldürüyorlar, memlekette terör havası estiriyorlardı. Kısa zamanda halkın huzuru kaçtı. İttihatçılar, lanetle anılmaya başlandı. Yine bunların baskısıyla hükümet alaylı subayları ordudan çıkarttı. Bu sırada bazı gazeteler, İttihatçılara karşı halkın dini duygularını galeyana getiren neşriyat yaparak, halkı ve orduyu isyana teşvik ediyordu. Rumi 31 Mart günü dördüncü avcı taburuna bağlı askerler gece yarısı isyan ederek subaylarını hapsettiler. Padişah Abdülhamid Han, isyanı Hüseyin Hilmi Paşa'nın gönderdiği bir telgraf sonucu öğrendi. İsyancılar, sadrazamın azledilmesini, görevden alınan alaylı subayların tekrar orduya alınmasını istiyorlardı. Bunun üzerine Hüseyin Hilmi Paşa'yı sadrazamlıktan azlederek yerine Tevfik Paşa'yı getirdi ve Müşir Edhem Paşayı da harbiye nazırı yaptı. Mabeyin başkatibi ile isyancılara isyandan vazgeçtikleri takdirde affedildiklerine dair bir hatt-ı hümayun gönderdi. Bunun üzerine isyan bir miktar yatıştı. Ancak, ertesi gün yine alevlendi.
İsyanın Rumeli'deki yankısı büyük oldu. Hadisenin kim tarafından hazırlandığı belli olmadığı için, Sultan boy hedefi oldu. Üçüncü ordu ile gönüllü Bulgar müfrezesi ve Sırp, Yunan, Yahudi, Arnavut çetecilerden müteşekkil bir ordu kurularak İstanbul'a sevk edildi.
Mevcudu 15.000'e varan Hareket Ordusu, 24 Nisan'da Topkapı ve Edirnekapı'dan şehre girerek yol üzerindeki askeri karakolları teslim aldı ve Harbiye Nezaretini işgal etti. Taksim kışlası ile Taşkışla'daki mukavemet, şiddetli top ateşi karşısında kırıldı. Bu arada Yıldız Sarayının işgali sırasında Sultan Abdülhamid Han, kendisine sadık olan Birinci ordu ile, Hareket ordusuna karşı konulması hususunda yapılan teklifleri kabul etmeyerek; “Müslümanların halifesi olduğunu ve Müslüman'ı Müslüman'a kırdıramayacağını” söyledi. Eğer ülkenin en mükemmel ordusu olan Birinci Ordu'ya, karşı koyma emri verilseydi, derme çatma olan Hareket ordusu bir anda dağıtılabilirdi. Padişah'ın emrine boyun eğen askerler silahların teslim edince, 25 Nisan günü Hareket Ordusu, İstanbul'a hakim oldu. Mahmud Şevket Paşa, sıkıyönetim ilan ederek suçlu-suçsuz bir çok insanı idam ettirdi. Yüzlerce Balkan çetesiyle saraya girerek kıymetli eşyaları yağmaladı. İttihat ve Terakki, hakimiyetini devam ettirmek için İstanbul'da terör havası estirmeye başladı.[2]
22. Sultan Abdülhamid'in Hal'i (Tahttan İndirilmesi)
Sultân Abdülhamîd, bu gürûha
karşı -maalesef- aşırı merhameti sebebiyle hareketsiz kaldı. Halbuki sarayının
etrafında iyi tâlim ve terbiye görmüş otuz bin asker vardı. Neticede tâç ve
tahtı için su hengâmede bile kan dökmeye râzı olmadı.[10][11] İsteseydi yalnız
Taksim ve Taş kışladaki talimli asker ve sadık subaylar, gelen çapulcu
alaylarını darmadağınık edebilirdi. Fakat, kardeş kanının dökülmesini istemedi.
İstanbul'a giren hareket ordusu kumandanları, doğru Yıldız sarayına geldiler.
Hazineyi, asırlardan beri toplanmış olan kıymetli yadigârları ve dünyanın en
zengin kütüphanelerinden olan saray kitaplığının bir kısmını yağma ettiler.
Padişahın altın arabası bile parçalanıp paylaşıldı. Bu barbarca saldıranlar,
birer kahraman, kurtarıcı ilan edildi.[9]
27 Nisan 1909 günü, Ayan ve Mebuslar meclisi toplandı. Ayan'dan Gazi Ahmed Muhtar Paşa, kürsüye gelerek, önceden kararlaştırıldığı gibi Padişah'ın hal' edilmesini teklif etmişti. Bu teklif kabul edildikten sonra, yine Gazi Ahmet Muhtar Paşa, hal' kararının bir fetvaya istinat ettirilmesi lüzumuna işaret etmişti. Hal' fetvasının ilk müsveddesini mebuslardan Elmalılı Hamdi Yazır hoca yazmıştı. Fetvada Sultan Abdülhamid Han'a 31 Mart İsyanına sebep olmak, din kitaplarını tahrif etmek ve yakmak, devletin hazinesini israf etmek, insanları suçsuz oldukları halde idam ettirmek... gibi asılsız suçlar yükleniyordu. Fetva emini Hacı Nuri Efendi, bu suçlamaların iftira olduğunu ileri sürerek fetvayı imzalamadı. Ancak Meclis, bu fetva gereği Sultan'ı hal' kararı aldı.[2]
Usûlen tanzîm edilen bu fetvâ, tamamen haksiz ve mesnetsizdi. Kendisine bulunabilen kusur, "kütüb-i mu'tebere-i dîniyyeyi cem' u ihrâk", yâni mûteber dînî kitapları toplatıp yaktırmaktı.
Bu bühtanın asli sudur: O zaman Kurân-i Kerîm'in şahıslarca basım ve yayını yasaktı. Kurân-ı Kerîm'i devlet bastırır ve parasız dağıtırdı. Şahısların Kurân-i Kerîm tab'ında gereken ihtimâmı gösteremeyecekleri düşüncesiyle konulmuş bulunan bu yasağa rağmen Kurân-i Kerîm tab' olursa, bunlar müsâdere edilip ihrâk olunur (yakılır), külleri de îtinâ ile çiğnenmeyecek bir toprağa gömülürdü.[10][11]
İttihad ve Terakki merkez-i umumîsi azalarından Fatin Gökmen'in aktardığına göre; Sultan Abdülhamid'in hıyanetine ilişkin bir vesika bulmak amacıyla Hâfız İsmail Hakkı Paşa ile birlikte hazine-i hassa'nın tüm evraklarını ve hesaplarını tetkike memur edilirler. Üç aylık tetkikleri sırasında; Bulgar Kralı'ndan gelen bir telgraf bulurlar. Kralın gönderdiği telgraf metni şöyledir:
“Edirne'yi bana verirseniz ben Hareket Ordusu'nu dağıtırım ve saltanatınız tehlikeden masun kalır.”
Sultan Abdülhamid ise telgrafında şu karşılığı verir:
“Ben ne saltanatım ne de hanedanım için Müslüman askerlerinin üzerine bir Hıristiyan ordusunun taarruzunu asla istemem.”
Bunları anlatırken gözleri yaşaran Fatin Gökmen: “Biz bu telgrafı bulunca hayretten donakaldık. Ve o zaman kanaat getirdik ki merhum Sultan Hamid'e isnat olunan kötülüklerin hepsi yalan ve iftiradır...” [32][33]
diğer taraftan, hal' fetvâsı ait olduğu makamdan sâdir olmamıştır. Bu maksatla parlamentoya celbedilen ve kendisine baskı tatbik edilen fetvâ emîni Hacı Nûrî Efendi, Pâdişâh'ın hal'i için kâfî bir ser'î sebep mevcut olmadığını beyândan sonra:
"Hal', meşûmdur (uğursuzdur)! Sultân Abdülazîz hal' edildi. Arkasından koca Rumeli elden gitti. Rumeli'den milyonlarca muhâcir İstanbul'a geldi. Medrese ve câmîler, lebalep bunlarla doldu. Ben o zaman medrese talebesiydim. Yetîm çocukları sırtımda taşımaktan omuzlarım çürümüştü. Mâdem ki ille de Pâdişâh'ın hal'ini arzu ediyorsunuz, kendisine arz ediniz; O, kendi kendisini azletsin!.." dedi.
Bu münâkaşaya şâhit olan Talat Paşa, ipin ucunun elinden kaçacağını anlayınca, ulemâdan olan milletvekillerine istenilen fetvâyı vermeleri için baskı yaptı. Bu baskı neticesinde tefsir sâhibi Elmalılı Hamdi Efendi'nin takrîri (söyleyip yazdırması) ile Sultân Abdülhamîd Han hakkındaki mâhut hal' fetvâsı ortaya çıktı.[10][11]
Nihayet, hal' kararını Padişah'a tebliğ için, Ayan ve Mebusan'ı temsilen bir heyet seçilmiş ve Yıldız Sarayına gönderilmişti.
Sultan Abdülhamid Han'a hal'ini tebliğ için Yıldız'a gönderilen heyetin teşekkül tarzı ise, Türk tarihinin en yüz kızartıcı hadiselerinden birisi oldu. Bütün Osmanlı tebaasını temsil etmesi gerektiği iddiası ile teşekkül olunan heyette tek bir Türk yoktu. Bunlar; Yahudi Emanuel Karasso, Arnavut Esat Toptani, Ermeni Aram Efendi ve Padişah'ın uzun seneler yaverliğini yapmış olan katışık soydan Arif Hikmet Paşa idiler. Padişah, hal' kararını tebliğe gelenlerin kimler olduğunu, mabeyin başkatibi Cevad Bey'e sorup öğrenince; “Bir Türk padişahına, İslam halifesine hal' kararını bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?!” demekten kendini alamadı.[2]
Sultân, bu heyette su Yahûdî çıfıtı da görünce, diğerlerine dönüp:
«Sizler, Müslümansınız! Beni halîfe olarak görüp görmemeyi arzu etmek hakkınızdır. Lâkin bu Yahudi'nin aranızda işi ne?!.»
deyince, diğerleri, bu söz üzerine başlarını önlerine eğdiler. O zaman Sultân, bütün bu olanların mukadderât îcâbı olduğunu düşünerek:
"Bu, azîz ve alîm olan Allâh'ın takdîridir..." meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.[10][11]
İttihatçılar, o gece (27 Nisan 1909) Sultan Abdülhamid Han'ı İstanbul'dan çıkararak, kontrol altında tutabilecekleri Selanik'e naklettiler.
Bu sırada hiçbir şeyini almasına izin verilmedi. Padişah'a yolculuğunda üç kızı ile oğullarının ikisi refakat etti. Selanik'te Alatini Köşkü kendisine tahsis edildi.[2] Bu köşk, zengin bir Yahudi ailesi olan Alatini biraderlere aitti.[10][11] Burada çok sıkı bir nezaret içinde acıklı yıllar geçirdi. Gazete okumasına dahi izin verilmedi.[2]
Burada sıradan bir adama bile revâ görülmeyecek zulüm ve baskılar altında tutuldu. Çoluk-çocuk bütün âile efrâdı günlerce aç bırakıldı. "Emlâk-i sâhâne"si millîleştirildiği (!) gibi, menkul serveti de tamamen elinden alindi.
Hareket Ordusu, İstanbul'a geldiğinde Pâdişâh'ın tahttan indirilmesini müteakiben Yıldız Sarayı'nı tamamen yağmalayarak zenginleşmiş bulunan subaylar, bir de bu sürgün hâdisesinden sonraki yağma ile "orduya hediye" (!) adi altında âdetâ büyük bir servete kondular. O derecede ki, takriben on yıl sonra Sultân Vahidüddîn merhûmun tâlimatı ile yapılan tahkîkatta ortaya çıkan tablo yüz kızartıcıdır. Yagmagir ve hırsızların listesi, Hareket Ordusu Mahmud Şevket Paşa'dan başlayarak en küçük zâbite kadar kocaman bir liste teşkil etmiş, fakat o buhranlı zamanda bu hıyânetin hesâbini sormak -maalesef- mümkün olmamıştır.
Sultân Abdülhamîd Han'ı bertaraf eden İttihat ve Terakkî erkânı ülkeyi câhilâne bir sûrette idâre etmeye başladı. Yumuşak huylu pâdişâh Sultân Reşâd, kendilerinin elinde âciz bir kukladan farksızdı.[10][11]
Sultan Abdülhamid Han, Selanik'te üç yıldan fazla kaldı. Yunanistan'ın Osmanlı Devletine savaş ilan etmesi üzerine, Büyük kabine denilen Gazi Ahmed Muhtar Paşa kabinesi, Sultan Abdülhamid Han'ın Selanik'te muhafazası zorlaşacağından, İstanbul'a nakledilmesini kararlaştırdı. Sultan Reşad da bu kararı tasdik etti.
1 Kasım 1912 günü Loreley vapuru ile İstanbul'a getirilen Hakan-ı sabık (eski padişah), ikametine tahsis olunan Beylerbeyi Sarayına yerleştirildi.
Sultan Abdülhamid Han, Beylerbeyi Sarayında beş buçuk yıl yaşadı. Bu müddet zarfında, otuz üç yıl dahiyane bir denge siyaseti ile harp riskine sokmadan ayakta tutmaya çalıştığı devletin bir oldu bittiye getirilerek savaş-ı umumi felaketine sürüklendiğine şahit oldu.[2]
Sultan Hamid hanın kansız ve huzur içinde geçen idaresinden sonra memleket, siyasi idamlar, suikastler ülkesi oldu. Çok kimseleri idam ettiler. Birbirlerini, hatta kendi başkumandanları olan Mahmud Şevket paşayı da dört aylık sadrazam iken 11 Haziran 1331 (1913) de kendileri öldürdü. Yerine getirilen Mısır prensi Said Halim paşanın 3 sene, 7 ay ve 23 günlük ve bunun yerine gelen Talat paşanın bir buçuk senelik sadaret zamanlarında, memleket karma karışık oldu. Herkes, ölüm, hapis korkusu içinde idi. Can, mal ve namus emniyeti kalmadı. İslam düşmanlığı, küfür ve irtidad moda olmaya başladı. Her vilayette zalimler türedi. 1329 (m. 1911) da Arnavut isyanı oldu. Mahmud Şevket paşa büyük kuvvetle önleyemedi. Sultan Reşad 16 Haziranda Kosova'ya gitti. 522 sene önce, dedesinin zafer kazandığı yerde, yüz bin Arnavut ile Cuma namazı kıldı. Huzuru temin etti. Mahmud Şevket paşanın 82 taburla yapamadığını, sultan Muhammed Reşad, bir gövde gösterisi ile temin eyledi.[9]
İttihat ve Terakkî hükümetinin gaflet ve cehâletleri, birçok acı felâketlere sebep oldu. Trablusgarb'daki mahallî mukâvemet devâm ederken Balkan Harbi çıktı. Ordunun hiçbir ciddî hazırlığı ve istihbaratı yoktu. Düşmanın süratle ilenmesi karşısında Selânik'i tehlikede gören İttihat ve Terakkî hükümeti, Sultân Abdülhamîd'i oradan İstanbul'a nakletmek teşebbüsünde bulundu. Sultân Abdülhamîd, ne sebeple İstanbul'a nakledilmek istendiğini sorunca, kendisine karşı karşıya bulundukları askerî tehlike nakledilerek, düşmanın Selânik'e yaklaşmakta olduğu bildirildi. Pâdişâh'ın dış dünyâ ile yıllardan beri bütün alâkası kesilmiş bulunduğundan olup bitenlerden haberi yoktu. Durumu öğrenince dehşete kapıldı ve:
"–Gâlibâ siz kiliseler meselesini hallettiniz!.." diye hicranla haykırdı.
Ardından bunu kendisine haber veren Râsim Bey'e büyük bir öfke ile:
"Râsim Bey! Râsim Bey!.. Selânik demek, İstanbul'un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede?.. Ecdâd kanlarıyla sulanan bu toprakları nasıl terk ederiz? Biz buraları bırakıp gidersek, târih ve ecdâd bizim yüzümüze tükürmez mi?.. Birâderim Hazretleri, buranın tahliyesine râzı mi oldular? nasıl olur? Hayır, ben râzı değilim!... Yetmiş yaşımda olduğuma bakmayın! Bana bir tüfek verin, asker evlatlarımla beraber Selânik'i son nefesime kadar müdâfaa edeceğim..." dedi.
Fakat kendisine Sultân Reşâd'ın selâmı ve ricâsı iletilince, bir Osmanlı hânedânı mensûbu olmanın mesûliyeti ile Pâdişâh'ın irâdesine boyun eğmek zorunda kalarak İstanbul'a nakledilmeyi kabul ederken, büyük bir teessür içindeydi.
Doğruydu. Balkan kavimlerinin aralarında bir ittifak kurulmasının asil sebebi, kiliseler meselesinin halledilmiş olmasıydı.
Oysa Abdülhamîd Han, İstanbul'da Balat'taki Rum Ortodoks patrikliğinin karşısına bunların Rum patrikliğine muâdil ve onunla ayni hukûka sahip "erkşahlık" adıyla Bulgar kilise riyâsetini tesis etmişti. Patrikhâne demek olan bu müessesenin binasını da, bir gecede monte ettirmişti.
Bu surette Bulgar kilisesi, Sultân Abdülhamîd'in bu siyâsî manevrası ile teessüs etmiş oldu. Bu bir ihtiyaç olduğu ortaya çıkınca, Bulgar ve Rumlar'ın müştereken oturdukları yerlerde kavga başladı.
Gâfil İttihatçılar, işbaşına gelince, "kiliseler kanunu" denilen bir kanun çıkardılar. Rum ve Bulgarlar'ın müştereken yaşadıkları yerlerdeki kiliseleri onlar arasında taksimi için nüfûs ekseriyetini esas aldılar. Sayım yaptılar. Hangi taraf ekseriyette ise kiliseyi hükümet kuvvetlerini kullanarak o tarafa teslim edip kilisesiz kalan tarafa da iki sene içinde devlet parasıyla yeni bir kilise yaptırarak aralarındaki ihtilâfı bertaraf ettiler.
Bu surette kiliseler kavgası hitâma erince, Bulgarlar ve Yunanlar, birkaç yıl içinde dost oldukları gibi, ezelî düşmanımız Sırplılar'ı da yanlarına alarak Balkan Harbi'ni başlattılar.
İttihat ve Terakkî hükümetlerinin cehâlet ve hıyânetleri saymakla bitmez... Sultân Abdülhamîd Han'ın artık Yahûdî güdümüne girmiş bulunan İngiliz siyâsetine karşı Almanları tahrîk etmesinin mâhiyetini anlayamayan İttihatçılar, Balkan Harbi'ni müteakiben ortaya çıkan I. Cihan Harbi'ne de Almanlar''n yanında girmek ahmaklığını gösterdiler. Hem de bir Yahûdî emr-i vâkîsi ile...
İttihatçılar, düşman tazyîkinden kaçıyormuş gibi yaparak Çanakkale Boğazı'ndan içeriye giren Goben ve Breslaw isimli iki Alman zırhlısını güyâ onları satın alıyorlarmış gibi göstererek müttefiklerin protestolarından kurtulmak istediler. Bu gemilerin filo kumandanı Amiral Suson Yahûdî asıllı idi. Hususî bir tâlimatla hareket ediyordu. Gemi efrâdının İstanbul'da sıkıldığını söyleyerek Karadeniz'e açılmak müsaadesi istedi. Artik Osmanlı bayrağı çekmiş olan bu gemilere bir Türk kumandan tâyin edilmemişti. Amiral Suson, Karadeniz'de bir Rus nakliye gemisine taarruz ederek Osmanlı Devleti'ni bu emr-i vâkî ile harbe soktuğu zaman, bundan, Enver Paşa dışında hükümet erkânından hiç kimsenin haberi yoktu.
Henüz Balkan Harbi fâciasının yaraları sarılmamışken sırf Almanlar'ın yükünü hafifletmek maksadıyla Osmanlı Devleti'nin hazırlıksız bir surette harbe dâhil olması, yıkılışın en korkunç âmili olmuştur.
Harbin sonu belli olmaya başladığı hengâmede, Sultân Abdülhamîd'i devirmekle hatâ ettiklerini nihâyet anlayabilen İttihat ve Terakkî reisleri Enver ve Talat Paşalar, artik Beylerbeyi Sarayı'nda ikâmet etmekte bulunan mahlû (tahttan indirilmiş) Pâdişâh'ı ziyâret edip fikrini sordular. O koca Sultân, bir atlas getirterek onlara, İngiliz sömürgelerini göstertti. Nüfûslarını yekûn ettirdi. Sonra Almanlar''n sömürgelerini sordu. Tâbi Almanlar''n sömürgesi olmadığı ortaya çıktı. Sultân keder dolu bir hüzünle:
"Şu hesâbi da mi yapamadınız?!. Hiç İngiltere'ye karşı Almanlar''n yanında harbe girilir miydi? Ben Almanlar'ı İngiliz emellerini dengelemek için kullandım. Bundan öteye bir şey düşünmedim. Simdi fikrimi soruyorsunuz!.. Bu evvelce gerekliydi; artik çok geç!.." dedi.
İkisi de nemli gözlerle sarayı terk ederlerken:
"Bizler, böyle bir sultanin kıymetini takdîr edemedik! Ne büyük bir hatâya düştük!.." diyorlardı.[10][11]
Sultan Abdülhamid, 18 Mart 1917 tarihinde hatıratına şunları yazıyordu: "Düşünüyorum. Üç kıtaya yayılmış koskoca bir cihangirlik, on yılda bir avuç toprak haline geldi. Vebali kimin?.. Kimin olduğunu bulsak ne işe yarar, vatan elden gittikten sonra..." [34]
Ebüzziya takviminin 19 Şubat 1945 pazartesi yaprağında diyor ki:
«Meşrutiyetin başlangıcı, memleketimiz için büyük felaket ve ziyanlara sebep oldu. Çünkü 1911 de Trablusgarb İtalyanlara bırakıldı. 1912 de Balkan harbi bozgunu oldu. İki büyük kıta ile ilişiğimiz kesildi. Afrika'da 1.200.000 kilometre², Rumeli'de 250.000 kilometre² yerimiz elden gitti. Birinci cihan harbinde de 1.000.000 kilometre²den fazla toprak kayboldu. Koca imparatorluk, yağma edildi. Bu felaketlere, ittihat ve terakkinin, gafil, cahil, fırkacı, inatçı, bölücü idaresi sebep oldu.» [9]
İngilizler ile Fransızların Çanakkale Boğazını zorladıkları günlerdi. Boğaz istihkamlarının dayanamayacağı ve düşman donanmasının Marmara Denizine geçebileceğinden endişe edildiği için bir tedbir olarak padişahın ve hükümetin Eskişehir'e nakli kararlaştırılmıştı. Durum Abdülhamid Han'a bildirilince; “Ben Fatih'in torunuyum. Hiçbir vakit Bizans İmparatoru Kostantin'den aşağı kalamam. Dedem, İstanbul'u alırken; Kostantin, askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Biraderim, nereye giderse gitsinler. Fakat o ve hükümet, İstanbul'dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben, Beylerbeyi Sarayından ayağımı dışarıya atmam!” diye cevap verdi. Onun bu kararlılığı karşısında hükümet, İstanbul'da kaldı. Böylece devletin daha o gün yıkılmasını önlemiş oldu.[2]
27 Nisan 1909 günü, Ayan ve Mebuslar meclisi toplandı. Ayan'dan Gazi Ahmed Muhtar Paşa, kürsüye gelerek, önceden kararlaştırıldığı gibi Padişah'ın hal' edilmesini teklif etmişti. Bu teklif kabul edildikten sonra, yine Gazi Ahmet Muhtar Paşa, hal' kararının bir fetvaya istinat ettirilmesi lüzumuna işaret etmişti. Hal' fetvasının ilk müsveddesini mebuslardan Elmalılı Hamdi Yazır hoca yazmıştı. Fetvada Sultan Abdülhamid Han'a 31 Mart İsyanına sebep olmak, din kitaplarını tahrif etmek ve yakmak, devletin hazinesini israf etmek, insanları suçsuz oldukları halde idam ettirmek... gibi asılsız suçlar yükleniyordu. Fetva emini Hacı Nuri Efendi, bu suçlamaların iftira olduğunu ileri sürerek fetvayı imzalamadı. Ancak Meclis, bu fetva gereği Sultan'ı hal' kararı aldı.[2]
Usûlen tanzîm edilen bu fetvâ, tamamen haksiz ve mesnetsizdi. Kendisine bulunabilen kusur, "kütüb-i mu'tebere-i dîniyyeyi cem' u ihrâk", yâni mûteber dînî kitapları toplatıp yaktırmaktı.
Bu bühtanın asli sudur: O zaman Kurân-i Kerîm'in şahıslarca basım ve yayını yasaktı. Kurân-ı Kerîm'i devlet bastırır ve parasız dağıtırdı. Şahısların Kurân-i Kerîm tab'ında gereken ihtimâmı gösteremeyecekleri düşüncesiyle konulmuş bulunan bu yasağa rağmen Kurân-i Kerîm tab' olursa, bunlar müsâdere edilip ihrâk olunur (yakılır), külleri de îtinâ ile çiğnenmeyecek bir toprağa gömülürdü.[10][11]
İttihad ve Terakki merkez-i umumîsi azalarından Fatin Gökmen'in aktardığına göre; Sultan Abdülhamid'in hıyanetine ilişkin bir vesika bulmak amacıyla Hâfız İsmail Hakkı Paşa ile birlikte hazine-i hassa'nın tüm evraklarını ve hesaplarını tetkike memur edilirler. Üç aylık tetkikleri sırasında; Bulgar Kralı'ndan gelen bir telgraf bulurlar. Kralın gönderdiği telgraf metni şöyledir:
“Edirne'yi bana verirseniz ben Hareket Ordusu'nu dağıtırım ve saltanatınız tehlikeden masun kalır.”
Sultan Abdülhamid ise telgrafında şu karşılığı verir:
“Ben ne saltanatım ne de hanedanım için Müslüman askerlerinin üzerine bir Hıristiyan ordusunun taarruzunu asla istemem.”
Bunları anlatırken gözleri yaşaran Fatin Gökmen: “Biz bu telgrafı bulunca hayretten donakaldık. Ve o zaman kanaat getirdik ki merhum Sultan Hamid'e isnat olunan kötülüklerin hepsi yalan ve iftiradır...” [32][33]
diğer taraftan, hal' fetvâsı ait olduğu makamdan sâdir olmamıştır. Bu maksatla parlamentoya celbedilen ve kendisine baskı tatbik edilen fetvâ emîni Hacı Nûrî Efendi, Pâdişâh'ın hal'i için kâfî bir ser'î sebep mevcut olmadığını beyândan sonra:
"Hal', meşûmdur (uğursuzdur)! Sultân Abdülazîz hal' edildi. Arkasından koca Rumeli elden gitti. Rumeli'den milyonlarca muhâcir İstanbul'a geldi. Medrese ve câmîler, lebalep bunlarla doldu. Ben o zaman medrese talebesiydim. Yetîm çocukları sırtımda taşımaktan omuzlarım çürümüştü. Mâdem ki ille de Pâdişâh'ın hal'ini arzu ediyorsunuz, kendisine arz ediniz; O, kendi kendisini azletsin!.." dedi.
Bu münâkaşaya şâhit olan Talat Paşa, ipin ucunun elinden kaçacağını anlayınca, ulemâdan olan milletvekillerine istenilen fetvâyı vermeleri için baskı yaptı. Bu baskı neticesinde tefsir sâhibi Elmalılı Hamdi Efendi'nin takrîri (söyleyip yazdırması) ile Sultân Abdülhamîd Han hakkındaki mâhut hal' fetvâsı ortaya çıktı.[10][11]
Nihayet, hal' kararını Padişah'a tebliğ için, Ayan ve Mebusan'ı temsilen bir heyet seçilmiş ve Yıldız Sarayına gönderilmişti.
Sultan Abdülhamid Han'a hal'ini tebliğ için Yıldız'a gönderilen heyetin teşekkül tarzı ise, Türk tarihinin en yüz kızartıcı hadiselerinden birisi oldu. Bütün Osmanlı tebaasını temsil etmesi gerektiği iddiası ile teşekkül olunan heyette tek bir Türk yoktu. Bunlar; Yahudi Emanuel Karasso, Arnavut Esat Toptani, Ermeni Aram Efendi ve Padişah'ın uzun seneler yaverliğini yapmış olan katışık soydan Arif Hikmet Paşa idiler. Padişah, hal' kararını tebliğe gelenlerin kimler olduğunu, mabeyin başkatibi Cevad Bey'e sorup öğrenince; “Bir Türk padişahına, İslam halifesine hal' kararını bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?!” demekten kendini alamadı.[2]
Sultân, bu heyette su Yahûdî çıfıtı da görünce, diğerlerine dönüp:
«Sizler, Müslümansınız! Beni halîfe olarak görüp görmemeyi arzu etmek hakkınızdır. Lâkin bu Yahudi'nin aranızda işi ne?!.»
deyince, diğerleri, bu söz üzerine başlarını önlerine eğdiler. O zaman Sultân, bütün bu olanların mukadderât îcâbı olduğunu düşünerek:
"Bu, azîz ve alîm olan Allâh'ın takdîridir..." meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.[10][11]
İttihatçılar, o gece (27 Nisan 1909) Sultan Abdülhamid Han'ı İstanbul'dan çıkararak, kontrol altında tutabilecekleri Selanik'e naklettiler.
Bu sırada hiçbir şeyini almasına izin verilmedi. Padişah'a yolculuğunda üç kızı ile oğullarının ikisi refakat etti. Selanik'te Alatini Köşkü kendisine tahsis edildi.[2] Bu köşk, zengin bir Yahudi ailesi olan Alatini biraderlere aitti.[10][11] Burada çok sıkı bir nezaret içinde acıklı yıllar geçirdi. Gazete okumasına dahi izin verilmedi.[2]
Burada sıradan bir adama bile revâ görülmeyecek zulüm ve baskılar altında tutuldu. Çoluk-çocuk bütün âile efrâdı günlerce aç bırakıldı. "Emlâk-i sâhâne"si millîleştirildiği (!) gibi, menkul serveti de tamamen elinden alindi.
Hareket Ordusu, İstanbul'a geldiğinde Pâdişâh'ın tahttan indirilmesini müteakiben Yıldız Sarayı'nı tamamen yağmalayarak zenginleşmiş bulunan subaylar, bir de bu sürgün hâdisesinden sonraki yağma ile "orduya hediye" (!) adi altında âdetâ büyük bir servete kondular. O derecede ki, takriben on yıl sonra Sultân Vahidüddîn merhûmun tâlimatı ile yapılan tahkîkatta ortaya çıkan tablo yüz kızartıcıdır. Yagmagir ve hırsızların listesi, Hareket Ordusu Mahmud Şevket Paşa'dan başlayarak en küçük zâbite kadar kocaman bir liste teşkil etmiş, fakat o buhranlı zamanda bu hıyânetin hesâbini sormak -maalesef- mümkün olmamıştır.
Sultân Abdülhamîd Han'ı bertaraf eden İttihat ve Terakkî erkânı ülkeyi câhilâne bir sûrette idâre etmeye başladı. Yumuşak huylu pâdişâh Sultân Reşâd, kendilerinin elinde âciz bir kukladan farksızdı.[10][11]
Sultan Abdülhamid Han, Selanik'te üç yıldan fazla kaldı. Yunanistan'ın Osmanlı Devletine savaş ilan etmesi üzerine, Büyük kabine denilen Gazi Ahmed Muhtar Paşa kabinesi, Sultan Abdülhamid Han'ın Selanik'te muhafazası zorlaşacağından, İstanbul'a nakledilmesini kararlaştırdı. Sultan Reşad da bu kararı tasdik etti.
1 Kasım 1912 günü Loreley vapuru ile İstanbul'a getirilen Hakan-ı sabık (eski padişah), ikametine tahsis olunan Beylerbeyi Sarayına yerleştirildi.
Sultan Abdülhamid Han, Beylerbeyi Sarayında beş buçuk yıl yaşadı. Bu müddet zarfında, otuz üç yıl dahiyane bir denge siyaseti ile harp riskine sokmadan ayakta tutmaya çalıştığı devletin bir oldu bittiye getirilerek savaş-ı umumi felaketine sürüklendiğine şahit oldu.[2]
Sultan Hamid hanın kansız ve huzur içinde geçen idaresinden sonra memleket, siyasi idamlar, suikastler ülkesi oldu. Çok kimseleri idam ettiler. Birbirlerini, hatta kendi başkumandanları olan Mahmud Şevket paşayı da dört aylık sadrazam iken 11 Haziran 1331 (1913) de kendileri öldürdü. Yerine getirilen Mısır prensi Said Halim paşanın 3 sene, 7 ay ve 23 günlük ve bunun yerine gelen Talat paşanın bir buçuk senelik sadaret zamanlarında, memleket karma karışık oldu. Herkes, ölüm, hapis korkusu içinde idi. Can, mal ve namus emniyeti kalmadı. İslam düşmanlığı, küfür ve irtidad moda olmaya başladı. Her vilayette zalimler türedi. 1329 (m. 1911) da Arnavut isyanı oldu. Mahmud Şevket paşa büyük kuvvetle önleyemedi. Sultan Reşad 16 Haziranda Kosova'ya gitti. 522 sene önce, dedesinin zafer kazandığı yerde, yüz bin Arnavut ile Cuma namazı kıldı. Huzuru temin etti. Mahmud Şevket paşanın 82 taburla yapamadığını, sultan Muhammed Reşad, bir gövde gösterisi ile temin eyledi.[9]
İttihat ve Terakkî hükümetinin gaflet ve cehâletleri, birçok acı felâketlere sebep oldu. Trablusgarb'daki mahallî mukâvemet devâm ederken Balkan Harbi çıktı. Ordunun hiçbir ciddî hazırlığı ve istihbaratı yoktu. Düşmanın süratle ilenmesi karşısında Selânik'i tehlikede gören İttihat ve Terakkî hükümeti, Sultân Abdülhamîd'i oradan İstanbul'a nakletmek teşebbüsünde bulundu. Sultân Abdülhamîd, ne sebeple İstanbul'a nakledilmek istendiğini sorunca, kendisine karşı karşıya bulundukları askerî tehlike nakledilerek, düşmanın Selânik'e yaklaşmakta olduğu bildirildi. Pâdişâh'ın dış dünyâ ile yıllardan beri bütün alâkası kesilmiş bulunduğundan olup bitenlerden haberi yoktu. Durumu öğrenince dehşete kapıldı ve:
"–Gâlibâ siz kiliseler meselesini hallettiniz!.." diye hicranla haykırdı.
Ardından bunu kendisine haber veren Râsim Bey'e büyük bir öfke ile:
"Râsim Bey! Râsim Bey!.. Selânik demek, İstanbul'un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede?.. Ecdâd kanlarıyla sulanan bu toprakları nasıl terk ederiz? Biz buraları bırakıp gidersek, târih ve ecdâd bizim yüzümüze tükürmez mi?.. Birâderim Hazretleri, buranın tahliyesine râzı mi oldular? nasıl olur? Hayır, ben râzı değilim!... Yetmiş yaşımda olduğuma bakmayın! Bana bir tüfek verin, asker evlatlarımla beraber Selânik'i son nefesime kadar müdâfaa edeceğim..." dedi.
Fakat kendisine Sultân Reşâd'ın selâmı ve ricâsı iletilince, bir Osmanlı hânedânı mensûbu olmanın mesûliyeti ile Pâdişâh'ın irâdesine boyun eğmek zorunda kalarak İstanbul'a nakledilmeyi kabul ederken, büyük bir teessür içindeydi.
Doğruydu. Balkan kavimlerinin aralarında bir ittifak kurulmasının asil sebebi, kiliseler meselesinin halledilmiş olmasıydı.
Oysa Abdülhamîd Han, İstanbul'da Balat'taki Rum Ortodoks patrikliğinin karşısına bunların Rum patrikliğine muâdil ve onunla ayni hukûka sahip "erkşahlık" adıyla Bulgar kilise riyâsetini tesis etmişti. Patrikhâne demek olan bu müessesenin binasını da, bir gecede monte ettirmişti.
Bu surette Bulgar kilisesi, Sultân Abdülhamîd'in bu siyâsî manevrası ile teessüs etmiş oldu. Bu bir ihtiyaç olduğu ortaya çıkınca, Bulgar ve Rumlar'ın müştereken oturdukları yerlerde kavga başladı.
Gâfil İttihatçılar, işbaşına gelince, "kiliseler kanunu" denilen bir kanun çıkardılar. Rum ve Bulgarlar'ın müştereken yaşadıkları yerlerdeki kiliseleri onlar arasında taksimi için nüfûs ekseriyetini esas aldılar. Sayım yaptılar. Hangi taraf ekseriyette ise kiliseyi hükümet kuvvetlerini kullanarak o tarafa teslim edip kilisesiz kalan tarafa da iki sene içinde devlet parasıyla yeni bir kilise yaptırarak aralarındaki ihtilâfı bertaraf ettiler.
Bu surette kiliseler kavgası hitâma erince, Bulgarlar ve Yunanlar, birkaç yıl içinde dost oldukları gibi, ezelî düşmanımız Sırplılar'ı da yanlarına alarak Balkan Harbi'ni başlattılar.
İttihat ve Terakkî hükümetlerinin cehâlet ve hıyânetleri saymakla bitmez... Sultân Abdülhamîd Han'ın artık Yahûdî güdümüne girmiş bulunan İngiliz siyâsetine karşı Almanları tahrîk etmesinin mâhiyetini anlayamayan İttihatçılar, Balkan Harbi'ni müteakiben ortaya çıkan I. Cihan Harbi'ne de Almanlar''n yanında girmek ahmaklığını gösterdiler. Hem de bir Yahûdî emr-i vâkîsi ile...
İttihatçılar, düşman tazyîkinden kaçıyormuş gibi yaparak Çanakkale Boğazı'ndan içeriye giren Goben ve Breslaw isimli iki Alman zırhlısını güyâ onları satın alıyorlarmış gibi göstererek müttefiklerin protestolarından kurtulmak istediler. Bu gemilerin filo kumandanı Amiral Suson Yahûdî asıllı idi. Hususî bir tâlimatla hareket ediyordu. Gemi efrâdının İstanbul'da sıkıldığını söyleyerek Karadeniz'e açılmak müsaadesi istedi. Artik Osmanlı bayrağı çekmiş olan bu gemilere bir Türk kumandan tâyin edilmemişti. Amiral Suson, Karadeniz'de bir Rus nakliye gemisine taarruz ederek Osmanlı Devleti'ni bu emr-i vâkî ile harbe soktuğu zaman, bundan, Enver Paşa dışında hükümet erkânından hiç kimsenin haberi yoktu.
Henüz Balkan Harbi fâciasının yaraları sarılmamışken sırf Almanlar'ın yükünü hafifletmek maksadıyla Osmanlı Devleti'nin hazırlıksız bir surette harbe dâhil olması, yıkılışın en korkunç âmili olmuştur.
Harbin sonu belli olmaya başladığı hengâmede, Sultân Abdülhamîd'i devirmekle hatâ ettiklerini nihâyet anlayabilen İttihat ve Terakkî reisleri Enver ve Talat Paşalar, artik Beylerbeyi Sarayı'nda ikâmet etmekte bulunan mahlû (tahttan indirilmiş) Pâdişâh'ı ziyâret edip fikrini sordular. O koca Sultân, bir atlas getirterek onlara, İngiliz sömürgelerini göstertti. Nüfûslarını yekûn ettirdi. Sonra Almanlar''n sömürgelerini sordu. Tâbi Almanlar''n sömürgesi olmadığı ortaya çıktı. Sultân keder dolu bir hüzünle:
"Şu hesâbi da mi yapamadınız?!. Hiç İngiltere'ye karşı Almanlar''n yanında harbe girilir miydi? Ben Almanlar'ı İngiliz emellerini dengelemek için kullandım. Bundan öteye bir şey düşünmedim. Simdi fikrimi soruyorsunuz!.. Bu evvelce gerekliydi; artik çok geç!.." dedi.
İkisi de nemli gözlerle sarayı terk ederlerken:
"Bizler, böyle bir sultanin kıymetini takdîr edemedik! Ne büyük bir hatâya düştük!.." diyorlardı.[10][11]
Sultan Abdülhamid, 18 Mart 1917 tarihinde hatıratına şunları yazıyordu: "Düşünüyorum. Üç kıtaya yayılmış koskoca bir cihangirlik, on yılda bir avuç toprak haline geldi. Vebali kimin?.. Kimin olduğunu bulsak ne işe yarar, vatan elden gittikten sonra..." [34]
Ebüzziya takviminin 19 Şubat 1945 pazartesi yaprağında diyor ki:
«Meşrutiyetin başlangıcı, memleketimiz için büyük felaket ve ziyanlara sebep oldu. Çünkü 1911 de Trablusgarb İtalyanlara bırakıldı. 1912 de Balkan harbi bozgunu oldu. İki büyük kıta ile ilişiğimiz kesildi. Afrika'da 1.200.000 kilometre², Rumeli'de 250.000 kilometre² yerimiz elden gitti. Birinci cihan harbinde de 1.000.000 kilometre²den fazla toprak kayboldu. Koca imparatorluk, yağma edildi. Bu felaketlere, ittihat ve terakkinin, gafil, cahil, fırkacı, inatçı, bölücü idaresi sebep oldu.» [9]
İngilizler ile Fransızların Çanakkale Boğazını zorladıkları günlerdi. Boğaz istihkamlarının dayanamayacağı ve düşman donanmasının Marmara Denizine geçebileceğinden endişe edildiği için bir tedbir olarak padişahın ve hükümetin Eskişehir'e nakli kararlaştırılmıştı. Durum Abdülhamid Han'a bildirilince; “Ben Fatih'in torunuyum. Hiçbir vakit Bizans İmparatoru Kostantin'den aşağı kalamam. Dedem, İstanbul'u alırken; Kostantin, askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Biraderim, nereye giderse gitsinler. Fakat o ve hükümet, İstanbul'dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben, Beylerbeyi Sarayından ayağımı dışarıya atmam!” diye cevap verdi. Onun bu kararlılığı karşısında hükümet, İstanbul'da kaldı. Böylece devletin daha o gün yıkılmasını önlemiş oldu.[2]
23. Vefatı
Abdülhamid Han, Savaş-ı
Umuminin sonuna yaklaşıldığı 1918 yılının Şubat ayı başında hastalandı. Yetmiş
yedi yaşındaydı. Şiddetli bir nezleye tutulmuş, yaşlılığından dolayı yatağa
düşmüştü. 10 Şubat 1918 günü akşamı vefat etti ve [2] büyükbabası için
Divanyolu'nda yaptırılmış olan [14] Çemberlitaş'taki Sultan Mahmud türbesine
defnedildi.[2] Vefatında 75 yaşını 4 ay geçiyordu.[15]
Ulu Hâkan, 1918'de vefât ettiği zaman bütün mağdur ve mazlûm millet yas bağlamış, bütün İstanbul halkı görülmemiş mahşerî bir kalabalıkla O'nu dîvân yolundaki türbesine defnederek Âhiret'e yolcu ederlerken bazıları:
"Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Ulu Hakan?" diyerek ağıt yakmışlardır.[10][11]
İttihat ve Terakki'nin Türk ve milliyetçi kadrosu, Abdülhamîd'în ne büyük, hattâ emsalsiz bir Padişah olduğunu biliyor, fakat onu makamına iade etmek ve tutulan istikameti değiştirmek için vaktin geçmiş olduğunu esefle görüyordu. İttihatçılık hareketinde eser müessiri aşmış ve gizli tesir (Yahudi ve Mason tesiri) artık istikamet değiştirmeyi imkânsız hale getirmişti. Nitekim Abdülhamîd'in cenaze namazında hüngür hüngür ağlamaktan kendisini alamayan Talât Paşa bu ince ruh ukdesinin ilancısı olmuştur.[35]
Birinci cihan harbine Osmanlılar üç milyon askerle katıldı. Bir milyon zayi eyledi. Bunun dörtyüzbini cephede şehid oldu. Müttefiklerimizin mevcudu yirmi üç milyon olup, onbeşbuçuk milyon zayiatımız oldu. Bunun üçbuçukmilyonu cephede öldü. Düşman orduları mevcudu, kırk üç milyon idi. Bunların yirmi üç milyonu zayi oldu. Yalnız beş buçuk milyonu cephede öldü.[9]
Sultan Abdülhamid'i tahttan indiren paşalar ise sonunda, memleketi düşman çizmeleri altında bırakarak kaçtılar. İlk olarak Enver Paşa, Talat Paşa, Doktor Behaeddin Şakir, Doktor Nazım, 30 Ekim 1918'de Mondros Antlaşmasını imza ettikten sonra, gece yarısı ülkeyi terk ettiler. Talat Paşa, 1921'de 49 yaşında Berlin'de, Enver Paşa 1922'de 40 yaşında Türkistan'da, Cemal Paşa da 1922'de 50 yaşında Tiflis'te öldürüldüler.[2]
Avrupa'daki mason locaları, bu başarılarını uzaktan keyif ile seyrediyorlar, İslamiyet'i yok etmek için, yeni planlar hazırlıyorlardı. Masonlar, ittihatçılara yaptırdıkları bu cinayetleri Mithat paşa ve arkadaşları gibi maşalarla, daha otuz bir yıl önce ve pek kıyasıya yaptıracaklardı. Fakat, çok akıllı, zeki, ileriyi görüşü keskin ve tam Müslüman olan, ikinci Abdülhamid han, bunu anlamış, bu felaketleri önlemiş, İslam âlemine saadet, huzur sağlamıştı. Bunun için, bu yüce hakana, kızıl sultan, korkak, zalim gibi isimler taktılar. Böylece gençleri aldatmaya, onun sevgisini, büyüklüğünü gönüllerden çıkarmaya uğraştılar.[9]
Kendisine karşı en çirkin ve şiddetli muhâlefeti göstermiş bulunanlar bile, zamanla ve arkasından sökün etmiş olan fâciaların îkâzıyla uyanarak nedâmet hislerini terennüm etmişlerdir. Bunlardan biri olan filozof Rızâ Tevfîk'in de kulaktan kulağa yayılıp meşhur olmuş bulunan Abdülhamîd-i Sânî'nin Rûhâniyetinden Istimdâd isimli şiirini dikkatlerinize sunalım:
Nerdesin şevketli Abdülhamîd Han?
Ulu Hâkan, 1918'de vefât ettiği zaman bütün mağdur ve mazlûm millet yas bağlamış, bütün İstanbul halkı görülmemiş mahşerî bir kalabalıkla O'nu dîvân yolundaki türbesine defnederek Âhiret'e yolcu ederlerken bazıları:
"Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Ulu Hakan?" diyerek ağıt yakmışlardır.[10][11]
İttihat ve Terakki'nin Türk ve milliyetçi kadrosu, Abdülhamîd'în ne büyük, hattâ emsalsiz bir Padişah olduğunu biliyor, fakat onu makamına iade etmek ve tutulan istikameti değiştirmek için vaktin geçmiş olduğunu esefle görüyordu. İttihatçılık hareketinde eser müessiri aşmış ve gizli tesir (Yahudi ve Mason tesiri) artık istikamet değiştirmeyi imkânsız hale getirmişti. Nitekim Abdülhamîd'in cenaze namazında hüngür hüngür ağlamaktan kendisini alamayan Talât Paşa bu ince ruh ukdesinin ilancısı olmuştur.[35]
Birinci cihan harbine Osmanlılar üç milyon askerle katıldı. Bir milyon zayi eyledi. Bunun dörtyüzbini cephede şehid oldu. Müttefiklerimizin mevcudu yirmi üç milyon olup, onbeşbuçuk milyon zayiatımız oldu. Bunun üçbuçukmilyonu cephede öldü. Düşman orduları mevcudu, kırk üç milyon idi. Bunların yirmi üç milyonu zayi oldu. Yalnız beş buçuk milyonu cephede öldü.[9]
Sultan Abdülhamid'i tahttan indiren paşalar ise sonunda, memleketi düşman çizmeleri altında bırakarak kaçtılar. İlk olarak Enver Paşa, Talat Paşa, Doktor Behaeddin Şakir, Doktor Nazım, 30 Ekim 1918'de Mondros Antlaşmasını imza ettikten sonra, gece yarısı ülkeyi terk ettiler. Talat Paşa, 1921'de 49 yaşında Berlin'de, Enver Paşa 1922'de 40 yaşında Türkistan'da, Cemal Paşa da 1922'de 50 yaşında Tiflis'te öldürüldüler.[2]
Avrupa'daki mason locaları, bu başarılarını uzaktan keyif ile seyrediyorlar, İslamiyet'i yok etmek için, yeni planlar hazırlıyorlardı. Masonlar, ittihatçılara yaptırdıkları bu cinayetleri Mithat paşa ve arkadaşları gibi maşalarla, daha otuz bir yıl önce ve pek kıyasıya yaptıracaklardı. Fakat, çok akıllı, zeki, ileriyi görüşü keskin ve tam Müslüman olan, ikinci Abdülhamid han, bunu anlamış, bu felaketleri önlemiş, İslam âlemine saadet, huzur sağlamıştı. Bunun için, bu yüce hakana, kızıl sultan, korkak, zalim gibi isimler taktılar. Böylece gençleri aldatmaya, onun sevgisini, büyüklüğünü gönüllerden çıkarmaya uğraştılar.[9]
Kendisine karşı en çirkin ve şiddetli muhâlefeti göstermiş bulunanlar bile, zamanla ve arkasından sökün etmiş olan fâciaların îkâzıyla uyanarak nedâmet hislerini terennüm etmişlerdir. Bunlardan biri olan filozof Rızâ Tevfîk'in de kulaktan kulağa yayılıp meşhur olmuş bulunan Abdülhamîd-i Sânî'nin Rûhâniyetinden Istimdâd isimli şiirini dikkatlerinize sunalım:
Nerdesin şevketli Abdülhamîd Han?
Feryâdim varır mi bârıgâhına?..
Târihler adini andığı zaman;
Sana hak verecek ey koca Sultan!
Bizdik utanmadan iftirâ atan;
Asrin en siyâsî Pâdişâhına!..
pâdişâh hem zâlim hem deli dedik;
İhtilâle kıyâm etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse biz "belî" dedik;
Çalıştık fitnenin intibâhına...
Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz;
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz;
Sâde deli değil, edebsizmişiz;
Tükürdük atalar kıblegâhına!
Nâdimlerden biri olan Süleyman Nazif de nedâmet hislerini söyle ifâde eder:
Kaç zamandır gelmemişken yâda biz;
İşte geldik Sen'den istimdâda biz;
Hasret olduk eski istibdâda biz!.. [10][11]
İşte geldik Sen'den istimdâda biz;
Hasret olduk eski istibdâda biz!.. [10][11]
İkinci Abdülhamid'in sekizi erkek, dokuzu da kız olmak üzere 17 çocuğu dünyaya gelmiştir.
Çocukları: Mehmed Efendi (1871-1937), Abdülkadir Efendi (1878-1945), Ahmed Efendi (1878-1945), Burhaneddin Efendi (1885-1948), Abdürrahim Efendi (1894-1954), Nureddin Efendi (1901-1950), Bedreddin Efendi (1901-1904), Mehmed Abid Efendi (1904-?) , Ulviye Sultan (1868-1872), Zekiye Sultan (1878-1952), Naime Sultan (1876-1945), Naile Sultan (1884-1956), Şadiye Sultan (1887-1977), Ayşe Sultan (1887-1977), Refika Sultan (1907-1908).[15]
24. Eserleri
Sultan Abdülhamid zamanında,
her vilayette mektepler, hastaneler, yollar, çeşmeler, yapıldı. Viyana'dan
başka bir yerde eşi bulunmayan modern bir tıp fakültesi açıldı. 1876'da Mekteb-i
Mülkiyeyi yaptırdığı gibi 1879'da da bir müze yaptırdı. 1880'de Hukuk Mektebi
ve Divan-ı Muhasebatı (Sayıştay) kurdu. Beyoğlu Kadın Hastanesini yaptırdı.
1881'de Güzel Sanatlar Akademisi, 1883'te Yüksek Ticaret Mektebi, 1884'te
Yüksek Mühendis Mektebi ve Yatılı Kız Lisesi açıldı. 1886'da Terkos Suyunu
İstanbul'a getirtti ve Mülkiye Lisesini açtı. 1887'de Alman İmparatoru
İstanbul'a geldiğinde, Sultan Ahmed Meydanında Alman Çeşmesi yapıldı. 1889'da
Bursa'da İpekçilik Mektebini yaptırdı. 1891'de Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi
ile Kağıthane'de bir poligon kurdurdu. 1890'da Bursa demiryolunu ve Aşiret
Mektebini yaptırdı. 1891'de Üsküdar Lisesi ve Rüşdiyye Mektepleri ve yeni
postane binası ve Osmanlı Bankası ile reji binalarını ve Yafa-Kudüs demiryolu
ile Ankara demiryolu yapıldı. Yine 1892'de Hamidiye Kağıt Fabrikası, Kadıköy
Havagazı Fabrikası ve Beyrut Limanı Rıhtımını yaptırdı. 1893'te Osmanlı sigorta
şirketi, Küçüksu Barajı ve Manastır-Selanik demiryolu yapıldı. 1894'te
Şam-Horan demiryolu ve Eskişehir-Kütahya demiryolu yapıldı. Yine 1894'te
Hamidiye Yüksek Ticaret Mektebi ve Galata-Tophane Rıhtımı, Dolmabahçe Saat
Kulesi inşa edildi. 1895'te Beyrut-Şam demiryolu, Darülaceze binası, mum
fabrikası, Afyon-Konya demiryolu, Sakız Limanı Rıhtımı, şimdiki İstanbul Lisesi
binası, İstanbul-Selanik demiryolu yapıldı. Ereğli kömür ocakları çalıştırıldı.
1896'da Tuna Nehrinde Demirkapı Kanalını, Kapalıçarşı tamirini yaptırdı. Akıl
Hastanesini, 1900'de Medine-i münevvereye kadar telgraf hattı yaptırdı. 1902'de
Hamidiye Hicaz demiryolu Zerka'ya kadar işledi. Kağıthane'deki Hamidiye suyu
İstanbul'a getirildi. Yeni balıkhane, Haydarpaşa Rıhtımı, Maden Arama Mektebi,
Şam'da Tıbbiye-i Mülkiye yapıldı. Haydarpaşa'da 1903'te Askeri Tıbbiye Mekteb-i
Şahanesi, 1904'te Dilsiz ve Sağırlar Mektebi açıldı. 1904'te Bingazi'ye telgraf
hattı yapıldı. 1905'te İstanbul-Köstence kablosu döşendi. Haydarpaşa İstasyon
Binası yapıldı. Beşiktaş Tepesindeki Yıldız Sarayı ve önündeki camiyi yaptırdı.
Velhasıl Avrupa'da yapılan yeniliklerin hepsini en modern şekilde yurdumuzda
yaptırdı.
Ne yazık ki, 1909'da tahttan indirilince, bütün bu ilerlemeler durdu ve memleket kana boyandı. Abdülhamid Han, İstanbul-Eskişehir-Ankara ve Eskişehir-Adana-Bağdat ve Adana- Şam-Medine demiryollarını yaptırdığı zaman, başka memleketlerde bu kadar demiryolu yoktu. Din bilgileri, fen ve edebiyat ile ilgili pek çok kitap bastırdı. Köylere kadar kurslar açtırdı. Parasız kitaplar gönderdi. Harp gücünü kaybetmiş olan eski gemileri Haliç'e çekip Avrupa'da yapılan üstün evsaflı kruvazörler, zırhlılar ile donanmayı kuvvetlendirdi. Askeri, subayı öyle şerefli olmuştu ki, bir kahvenin önünden bir binbaşı geçerken, kahvede oturanlar ayağa kalkarak saygı gösterirlerdi. Öyle bereket vardı ki, bir binbaşının evinde pişen yemekten, bir mahalle fakirlerinin karnı doyardı. Bütün millet, sivil, asker, herkes birbirini severdi.[2]
Ne yazık ki, 1909'da tahttan indirilince, bütün bu ilerlemeler durdu ve memleket kana boyandı. Abdülhamid Han, İstanbul-Eskişehir-Ankara ve Eskişehir-Adana-Bağdat ve Adana- Şam-Medine demiryollarını yaptırdığı zaman, başka memleketlerde bu kadar demiryolu yoktu. Din bilgileri, fen ve edebiyat ile ilgili pek çok kitap bastırdı. Köylere kadar kurslar açtırdı. Parasız kitaplar gönderdi. Harp gücünü kaybetmiş olan eski gemileri Haliç'e çekip Avrupa'da yapılan üstün evsaflı kruvazörler, zırhlılar ile donanmayı kuvvetlendirdi. Askeri, subayı öyle şerefli olmuştu ki, bir kahvenin önünden bir binbaşı geçerken, kahvede oturanlar ayağa kalkarak saygı gösterirlerdi. Öyle bereket vardı ki, bir binbaşının evinde pişen yemekten, bir mahalle fakirlerinin karnı doyardı. Bütün millet, sivil, asker, herkes birbirini severdi.[2]
25. Abdülhamid Hakkında Yanlış Bildiğimiz 10 Şey
Geçtiğimiz 10 Şubat günü Sultan
II. Abdülhamid'in 91. ölüm yıldönümüydü. Hakkında olumlu bir şey söylemenin bile
cesaret istediği yıllar yaşadık ama artık mızraklar çuvallara sığmaz oldu.
Çuvalları delip çıkan gerçeğin mızrakları hepimizi şaşırtıyor. Neler mi onlar?
Sayıları çok fazla ama içlerinden 10 tanesini seçtim. Beraber çıkarmaya
çalışalım mı?
1. Kızıl Sultandı (!)
Bu iddia, Albert Vandal adlı
bir Fransız yazar tarafından ortaya atılmıştı. Atılış sebebi de, Abdülhamid'in
Ermeni isyanlarını bastırtmış olmasıdır. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere
Avrupa kamuoyunda Abdülhamid'in kan dökücü bir padişah olduğu propagandası
başlatıldı. İşte "Kızıl", yani kan döken Sultan lakabı bu sırada
asıldı boynuna. Hadi Ermenilerin böyle demesini anladık; iyi ama bir tekini
bile idam ettirmemiş olan Abdülhamid'e Jön Türkler neden "Kızıl
Sultan" dediler? 1915'te yüz binlerce Ermeni'yi tehcir ettirecek olanlar,
25 yıl önce Ermeni propaganda ordusunun neferleri olmakta sakınca
görmemişlerdi.
2. Meşrutiyet düşmanıydı (!)
93 Harbi'nde Osmanlı
topraklarının üçte biri kaybedilmişti. Bu çapta bir toprak kaybı karşısında
meclisteki farklı milliyetlere mensup üyeler paniğe kapılmış, her biri kendi
milletinin topraklarını kurtarma telaşına düşmüştü. Birleştirici olacağı
ümidiyle kurulan meclis, tam tersine bölücü bir meclis olmuştu. İki seçenek
vardı: Ya parçalanmaya seyirci kalmak ama meşrutiyetten taviz vermemek ya da
meşrutiyeti askıya almak ama ülkeyi parçalanmaktan kurtarmak. Abdülhamid
ikincisini seçti ki, aynı durumda devlet refleksi zaten başkasını yapmasına
müsaade etmezdi.
3. Milleti cahil bıraktı (!)
Bilinenin aksine, Osmanlı
tarihinin en canlı eğitim hamlesi, Abdülhamid dönemine rastlar. Sevan
Nişanyan'ın hesaplamalarına göre Türkiye, Abdülhamid dönemiyle kıyaslanabilecek
bir okullaşma düzeyine yeniden ancak 1950'li yıllarda ulaşabilmiştir. Mesela
1895'te TC sınırlarına tekabül eden bölgede bine yakın (835) ortaokul ve lise
bulunuyorken 1923'te bu sayı 95'e düşmüştür.
1895'teki yüz bine yakın öğrenci sayısı (97.837), 1950-51 sezonunda aşağı yukarı aynı seviyede seyretmektedir (90.356). Öncesiyle kıyasladığımızda Abdülhamid dönemindeki eğitim patlaması daha görünür hale gelir. Tahta geçtiği yıl 250 olan rüşdiye sayısı 1909'da 900'e, 6 olan idadi sayısı 109'a çıkmıştır. 1877'de İstanbul'da sadece 200 tane modern ilkokul varken 1905'te 9 bine çıkmıştı. Her yıl ortalama 400 ilkokul açılmıştır ki, bu, Cumhuriyet döneminde bile kırılamamış bir rekordur.
1895'teki yüz bine yakın öğrenci sayısı (97.837), 1950-51 sezonunda aşağı yukarı aynı seviyede seyretmektedir (90.356). Öncesiyle kıyasladığımızda Abdülhamid dönemindeki eğitim patlaması daha görünür hale gelir. Tahta geçtiği yıl 250 olan rüşdiye sayısı 1909'da 900'e, 6 olan idadi sayısı 109'a çıkmıştır. 1877'de İstanbul'da sadece 200 tane modern ilkokul varken 1905'te 9 bine çıkmıştı. Her yıl ortalama 400 ilkokul açılmıştır ki, bu, Cumhuriyet döneminde bile kırılamamış bir rekordur.
4. Denizciliğe düşmandı (!)
Abdülaziz döneminde dünyanın 3.
büyük deniz gücü olmuştuk ama bu donanmanın sadece yıllık boya parası bile
Denizcilik Bakanlığı'nın bütçesini aşıyordu! Abdülhamid, "karacı"
idi, kabul. Ama Atatürk de, İnönü de karacı idi. Demek ki, Türkiye'nin etrafı
denizlerle çevrili bile olsa böylesine büyük bir deniz gücünü besleyebilecek
ekonomik altyapısı mevcut değildi. Savaş gemisi alıp yeniden dışarıya bağımlı
kalmaktansa Abdülhamid tercihini kara ve demiryollarından yana kullandı.
İttihatçılar da, Atatürk de, İnönü de demiryoluna öncelik vermediler mi?
5. Keyfî sansür uyguladı (!)
Sansürün elbette savunulacak
tarafı yok. Ancak PKK ile mücadele döneminde basının nasıl ağır bir sansür
altında çalıştığını unutmadık. Sansür vardı, evet. Fakat siyasi konulara
girilmemesi aynı zamanda edebiyatımızın görkemli eserlerinin ortaya çıkması
gibi hayırlı bir sonuç da vermemiş midir? Hem Takrir-i Sükûn döneminde
uygulanan "cellat sansürü"yle hiç mi hiç kıyaslanamaz
Abdülhamid'inki.
6. Hafiye teşkilatı zararlıydı (!)
Hafiye teşkilatının topluma
nefes aldırmadığını iddia edenler, aksi halde ne yapılması gerektiğini de
söylemelidirler. Meydanı İngiliz, Rus, Fransız ajanlarına mı bırakmalıydı?
Hafiyesiz, ajansız, casussuz bir devlet olur mu? Unutmayalım ki, Fransa'nın
İstanbul büyükelçisi, Abdülhamid'in tahta geçtiği yıl sokaklarda Fransız
Kralı'nın posterlerinin Ermeni hamalları tarafından satıldığını yazıyordu.
Devlet Londra, Paris ve Petersburg'dan yönetiliyor, "Hasta Adam"ın kimin kucağında öleceği tartışılıyordu. Abdülhamid, iktidarın dizginlerine asılabilmek için hafiye teşkilatını kurmak zorundaydı. Elbette suiistimaller olmuştur ama yakınlarından biliyoruz ki, Sultan her jurnali okuyor ama mutlaka yazanın adam olma niteliğine göre değerlendirmeye tabi tutuyordu.
Devlet Londra, Paris ve Petersburg'dan yönetiliyor, "Hasta Adam"ın kimin kucağında öleceği tartışılıyordu. Abdülhamid, iktidarın dizginlerine asılabilmek için hafiye teşkilatını kurmak zorundaydı. Elbette suiistimaller olmuştur ama yakınlarından biliyoruz ki, Sultan her jurnali okuyor ama mutlaka yazanın adam olma niteliğine göre değerlendirmeye tabi tutuyordu.
7. Despottu (!)
'İstibdat' kelimesini 'despotizm'
diye çevirmek yanlıştır. Hele totalitarizm hiç değil. Kaldı ki, İslam siyaset
düşüncesinde "istibdat" meşru yönetim şekillerindendi. Mesela İbn
Haldun 'istibdat'ı tek adam yönetimi, yani otokrasi anlamında kullanır ve meşru
yönetim şekillerinden biri kabul eder. Kaldı ki, önüne gelen idam cezalarını
sürekli affeden birinin istibdâdın yetkilerini hangi yönde kullandığını da
pekala görmüş oluyoruz.
8. 31 Mart'ı tertiplemişti (!)
31 Mart isyanında en ufak bir
katkısının olmadığı kesin olarak ortaya çıktığı halde asırlık İttihatçı
propagandanın etkisi hâlâ sürüyor. İsyanı araştırma komisyonu başkanı Yusuf
Kemal (Tengirşenk), 31 Mart'ın Abdülhamid'in eseri olmayıp İttihatçılara karşı
yabancı casus şebekeleri ile mürtecilerin teşebbüsleri olduğunu yazmıştır. Rıza
Tevfik ise mahkemede şunları söylemiştir: 31 Mart uydurma ihtilali hazırlandığı
zaman ben Talat Bey'e beyhude yere kardeş kanı dökülmesinin büyük bir cinayet
olduğunu anlattım. Aldığım cevap şu oldu: "Ne yapalım, Cemiyetin paraya
ihtiyacı var, bunu da ancak Yıldız Sarayı'nın hazinesi karşılayabilir."
9. Hamidiye Alayları gereksizdi (!)
Hamidiye Alayları, şunlara
yaramıştı:
1.
Askerlik yapmayan
Kürtlerle kolluk kuvveti eksikliği giderildi.
2.
Rus istilasına karşı
caydırıcı oldu.
3.
Kürtler ve konar
göçerlerin dış güçlerce kullanılmasına engel oldu.
4.
Aşiretlerin yerleşik
hayata geçmelerini hızlandırdı.
5.
Çocuklar İstanbul'daki
Aşiret Mektebi'nde eğitilerek Osmanlılık bilinci edindiler.
6.
Aşiret kavgalarının
önüne geçildi.
7.
Sükûnet sağlanınca Doğu
ve Güneydoğu Anadolu'nun imarına çalışıldı...
10. Korkaktı (!)
Namık Kemal'in oğlu Ali Ekrem
Bey'in dediği gibi "Abdülhamid'in korkak olduğunu sananlar yanılırlar.
Korkak olmak şöyle dursun, tam tersine cesurdu." Dolmabahçe Sarayı'ndaki
bir bayramlaşma sırasında deprem olmuş ve tavana asılı 1,5 tonluk bir avize
yere düşmüştü. O kargaşalıkta salonda kılı kıpırdamayan tek kişi,
Abdülhamid'di. Keza yanı başında bomba patlarken bile metanetini yitirmemiş,
öğleden sonra elçilerle mutad görüşmelerini dahi aksatmamıştı. Kızı Ayşe
Sultan'a söyledikleri karakterini iyi özetler: "Kalbimde yalnız ALLAH
korkusu vardır. Bir hadise olmadan evvel onu önlemek için telaş ederim. Ama
tehlikenin içinde bunduğumu hissedersem icabında ateşe atılmaktan bile
çekinmem." [36]
26. Hakkında Ne Dediler?
«Abdulhamid'i anlamak, her şeyi
anlamak olacaktır!» (Necip Fazıl Kısakürek)
«100 gram aklın 90 gramı Abdulhamid Han'da, 5 gramı bende, 5 gramı da diğer siyasilerdedir!» (Prens Bismarck)
«Sen, bir anne gibi tuttun ufukları...» (Sezai Karakoç)
«Abdülhamid devrinin her yirmi dört saati bin muamma ile doludur.» (Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu)
«İlk şaşırmak ilk adımda başladı diyorum.Daire-i hususiye bu mu idi?(Halid Ziya Uşaklıgil)
«Çok hassasiyetli, azametli idi. Hiç şüphesiz şahsen merhametli idi.» (Fethi Okyar)
«Bize ümmetin günahını kendinde bulmak,kendinde yenmek, kendisiyle fenaya erdirmek isteyen ruh dünyasının kahramanları lazımdır.» (Nurettin Topçu)
«II. Abdülhamit, meziyet ve kusurları ile son imparatordu. Ondan sonra Osmanlı tahtının bir pırıltısı ve ağırlığı kalmamıştı.» (Turgut Özakman-Diriliş/Çanakkale 1915'ten)
«Onlar sanıyorlar ki ,biz sussak mesele kalmayacak,Halbuki biz sussak tarih susmayacak,Tarih sussa,Hakikat susmayacak.» (Sezai Karakoç)
«Dünyanın son hükümdarı,son evrensel imparator 2.Abdülhamid han'dır.» (İlber Ortaylı)
«Sen değil naşın hükümdar olsa elyakdır bize/ Dönsün etsin taht-ı Osmaniye tabutun cülus» (Ahmet Rasim)
«Abdülhamid'in yönetim tarzı azami müsamahadır» (Mustafa Kemal ATATÜRK)
«Padişah Abdülhamid sayesinde Batı âlemi, bilhassa Dışişleri teşkilatları; Halifeye, İslâm âleminin Papası gözüyle bakıyorlardı. Onun bu sıfatla kullanabileceği nüfuzdan çekiniyorlar, hattâ korkuyorlardı.» (Wanbery) [37]
Hakkında haksız hükümler verilen mazlum padişah'ı, şerefli hizmetleri bulunan bu değerli idareciyi bir defa daha rahmetle yâd edip, hayatı hakkında bu kısa tetkikimizi Yahya Kemal'in kendisi için yazdığı kıtasıyla noktalıyoruz. Şöyle diyor Yahya Kemal:
"Ey şehryâr-ı â'tıfet-âsâr-ı muhterem
Ey Tâc-dâr-ı mâ'delet-efkâr-ı zu'1-kerem
Sensin, o pâdşâh-ı dil-âgâh-ı pür-himem
Kim vasf-ı Hazretin'de senin her ne söylesem
Abradır ey Halîfe-i pür-lutf-u mâ'delet" [5]
«100 gram aklın 90 gramı Abdulhamid Han'da, 5 gramı bende, 5 gramı da diğer siyasilerdedir!» (Prens Bismarck)
«Sen, bir anne gibi tuttun ufukları...» (Sezai Karakoç)
«Abdülhamid devrinin her yirmi dört saati bin muamma ile doludur.» (Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu)
«İlk şaşırmak ilk adımda başladı diyorum.Daire-i hususiye bu mu idi?(Halid Ziya Uşaklıgil)
«Çok hassasiyetli, azametli idi. Hiç şüphesiz şahsen merhametli idi.» (Fethi Okyar)
«Bize ümmetin günahını kendinde bulmak,kendinde yenmek, kendisiyle fenaya erdirmek isteyen ruh dünyasının kahramanları lazımdır.» (Nurettin Topçu)
«II. Abdülhamit, meziyet ve kusurları ile son imparatordu. Ondan sonra Osmanlı tahtının bir pırıltısı ve ağırlığı kalmamıştı.» (Turgut Özakman-Diriliş/Çanakkale 1915'ten)
«Onlar sanıyorlar ki ,biz sussak mesele kalmayacak,Halbuki biz sussak tarih susmayacak,Tarih sussa,Hakikat susmayacak.» (Sezai Karakoç)
«Dünyanın son hükümdarı,son evrensel imparator 2.Abdülhamid han'dır.» (İlber Ortaylı)
«Sen değil naşın hükümdar olsa elyakdır bize/ Dönsün etsin taht-ı Osmaniye tabutun cülus» (Ahmet Rasim)
«Abdülhamid'in yönetim tarzı azami müsamahadır» (Mustafa Kemal ATATÜRK)
«Padişah Abdülhamid sayesinde Batı âlemi, bilhassa Dışişleri teşkilatları; Halifeye, İslâm âleminin Papası gözüyle bakıyorlardı. Onun bu sıfatla kullanabileceği nüfuzdan çekiniyorlar, hattâ korkuyorlardı.» (Wanbery) [37]
Hakkında haksız hükümler verilen mazlum padişah'ı, şerefli hizmetleri bulunan bu değerli idareciyi bir defa daha rahmetle yâd edip, hayatı hakkında bu kısa tetkikimizi Yahya Kemal'in kendisi için yazdığı kıtasıyla noktalıyoruz. Şöyle diyor Yahya Kemal:
"Ey şehryâr-ı â'tıfet-âsâr-ı muhterem
Ey Tâc-dâr-ı mâ'delet-efkâr-ı zu'1-kerem
Sensin, o pâdşâh-ı dil-âgâh-ı pür-himem
Kim vasf-ı Hazretin'de senin her ne söylesem
Abradır ey Halîfe-i pür-lutf-u mâ'delet" [5]
Kaynaklar
[1] Mehmet Akif Ersoy, "Safahat",
"Zulmü Alkışlayamam" şiirinden.
[2] Yeni Rehber Ansiklopedisi, "Abdülhamid Han II" maddesi, İhlas Gazetecilik, İstanbul 1993.
[3] Ocak Dergisi, 11 Mayıs 1956, sayı: 11.
[4] www.nihalatsiz.org/abdulhamidhan.htm
[5] www.sevde.de/Tarihe_san_ver/ABDULHAMiD_HAN.htm
[6] Mustafa Armağan, "Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı", Ufuk Kitap, Nisan 2006, Arka kapak yazısı
[7] tr.wikipedia.org/wiki/Abdülhamid'in_Kurtlarla_Dansı_(kitap)
[8] K. Mehmet Hocaoğlu, "Abdülhamid Han ve Muhtıraları", Türkiyat Matbaacılık, İstanbul 1989. s. 7, 9-14,
[9] www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=2460
[10] www.enfal.de/ecdad18.htm
[11] Osman Topbaş, "II. Abdülhamid Han", Altınloluk dergisi, Kasım/Aralık 1997
[12] www.turksultans.com/sultans.php?id=38
[13] Mustafa Turan, "Artısıyla Eksisiyle Sultan 2.Abdülhamit Han"
[14] tr.wikipedia.org/wiki/II._Abdülhamit
[15] Mustafa Keleş & Fatih Kaya, "Sultan II. Abdulhamid Han", www.muhammedmucahid.com/y/Sahsiyetler/Tarihisahsiyetler/abdulhamidhan.htm
[16] www.osmanli700.gen.tr/padisahlar/34index.html
[17] Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, "Abdülhamid Han II" maddesi, c.1., s. 33-51.
[18] Mehmet Aydın, "II. Abdülhamid Han'ın Liderlik Sırları", İzci Yayınları, İstanbul 1999.
[19] Mustafa R. Özgür, "Osmanlı Sultanı 2. Abdülhamid Han", www.hicrandergisi.com/insanvehayat/osmanli-sultani-2-abdulhamid-han.html
[20] Ayşe Osmanoğlu, "Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım)", 3. baskı, Ankara 1986, Selçuk Yayınları, s. 24-25.
[21] Kasr-ı Arifan Dergisi, Kasım 2009, s. 6.
[22] www.ikinciabdulhamid.com/ali-haydar-efendi-hazretleri-anlatiyor-261.html
[23] Mustafa Armağan, a.g.e., s.79.
[24] Mustafa Armağan, a.g.e., s.99.
[25] www.kuranvebilim.com/html2/makaleler/abdulhamit_siyonistler_masonlar.htm
[26] Kemalettin Apak, "Türkiye'de Masonluk Tarihi", s.24.
[27] İsmet Bozdağ, "Abdülhamid Han'ın Hatıra Defteri", İstanbul 1980.
[28] Mustafa Yalçın, "Jön Türkler'in Serüveni", İlke Yayınları, İstanbul, 1994, s.186-187
[29] Harun Yahya, "Siyonizmin Dünya Egemenliği Politikası"
[30] Kemalettin Apak, a.g.e., s.39
[31] Kemalettin Apak, a.g.e., s.41
[32] İbrahim Arvas, "Tarihî Hakikatler", Ankara 1964, s. 10.
[33] www.ikinciabdulhamid.com/sultan-hamid'in-burnu-hamidi-burun-mu-yoksa-“sumuklu-burun”-mudur-268.html
[34] www.milligazete.com.tr/haber/sultan-abdulhamid-han-in-tahttan-indirilmesi-113036.htm
[35] Necip Fazıl Kısakürek, "Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han", Büyük Doğu Yayınları, 14. baskı, s. 627
[36] www.fussilet.com/tarihin-sir-kosesi/abdulhamid-hakkinda-bilinen-10-yanlis-t19199.0.html
[37] tr.wikiquote.org/wiki/II._Abdulhamid
[2] Yeni Rehber Ansiklopedisi, "Abdülhamid Han II" maddesi, İhlas Gazetecilik, İstanbul 1993.
[3] Ocak Dergisi, 11 Mayıs 1956, sayı: 11.
[4] www.nihalatsiz.org/abdulhamidhan.htm
[5] www.sevde.de/Tarihe_san_ver/ABDULHAMiD_HAN.htm
[6] Mustafa Armağan, "Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı", Ufuk Kitap, Nisan 2006, Arka kapak yazısı
[7] tr.wikipedia.org/wiki/Abdülhamid'in_Kurtlarla_Dansı_(kitap)
[8] K. Mehmet Hocaoğlu, "Abdülhamid Han ve Muhtıraları", Türkiyat Matbaacılık, İstanbul 1989. s. 7, 9-14,
[9] www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=2460
[10] www.enfal.de/ecdad18.htm
[11] Osman Topbaş, "II. Abdülhamid Han", Altınloluk dergisi, Kasım/Aralık 1997
[12] www.turksultans.com/sultans.php?id=38
[13] Mustafa Turan, "Artısıyla Eksisiyle Sultan 2.Abdülhamit Han"
[14] tr.wikipedia.org/wiki/II._Abdülhamit
[15] Mustafa Keleş & Fatih Kaya, "Sultan II. Abdulhamid Han", www.muhammedmucahid.com/y/Sahsiyetler/Tarihisahsiyetler/abdulhamidhan.htm
[16] www.osmanli700.gen.tr/padisahlar/34index.html
[17] Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, "Abdülhamid Han II" maddesi, c.1., s. 33-51.
[18] Mehmet Aydın, "II. Abdülhamid Han'ın Liderlik Sırları", İzci Yayınları, İstanbul 1999.
[19] Mustafa R. Özgür, "Osmanlı Sultanı 2. Abdülhamid Han", www.hicrandergisi.com/insanvehayat/osmanli-sultani-2-abdulhamid-han.html
[20] Ayşe Osmanoğlu, "Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım)", 3. baskı, Ankara 1986, Selçuk Yayınları, s. 24-25.
[21] Kasr-ı Arifan Dergisi, Kasım 2009, s. 6.
[22] www.ikinciabdulhamid.com/ali-haydar-efendi-hazretleri-anlatiyor-261.html
[23] Mustafa Armağan, a.g.e., s.79.
[24] Mustafa Armağan, a.g.e., s.99.
[25] www.kuranvebilim.com/html2/makaleler/abdulhamit_siyonistler_masonlar.htm
[26] Kemalettin Apak, "Türkiye'de Masonluk Tarihi", s.24.
[27] İsmet Bozdağ, "Abdülhamid Han'ın Hatıra Defteri", İstanbul 1980.
[28] Mustafa Yalçın, "Jön Türkler'in Serüveni", İlke Yayınları, İstanbul, 1994, s.186-187
[29] Harun Yahya, "Siyonizmin Dünya Egemenliği Politikası"
[30] Kemalettin Apak, a.g.e., s.39
[31] Kemalettin Apak, a.g.e., s.41
[32] İbrahim Arvas, "Tarihî Hakikatler", Ankara 1964, s. 10.
[33] www.ikinciabdulhamid.com/sultan-hamid'in-burnu-hamidi-burun-mu-yoksa-“sumuklu-burun”-mudur-268.html
[34] www.milligazete.com.tr/haber/sultan-abdulhamid-han-in-tahttan-indirilmesi-113036.htm
[35] Necip Fazıl Kısakürek, "Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han", Büyük Doğu Yayınları, 14. baskı, s. 627
[36] www.fussilet.com/tarihin-sir-kosesi/abdulhamid-hakkinda-bilinen-10-yanlis-t19199.0.html
[37] tr.wikiquote.org/wiki/II._Abdulhamid
Yorumlar
Yorum Gönder