Son Nefes 1
Cenâb-ı Hak, bekâ sıfatını bu âlemde yalnız kendisine tahsis buyurmuştur.
Onun için onun yüce zâtından başka her varlık fânîdir. Nitekim âyet-i kerîmede:
“Yeryüzünde
bulunan her şey fânîdir…” (er-Rahmân,
26) buyurulmuştur.
Bunun
tecellîsi de:
“Her
can, ölümü tadacaktır.” (el-Enbiyâ, 35) beyânı üzere ölüm iledir.
Bu itibarla bilhassa insanın her dâim bu gerçeği tefekkür ile yaşaması
zarûrîdir. Bunun için bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:
“Ölüm
sarhoşluğu gerçekten gelir de: İşte (ey
insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir.” (Kâf,
19)
İnsan ki, bu fânî dünyâya bir imtihan için gönderilmiştir. Dolayısıyla onun
en büyük gâyesi, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanıp Dâru’s-selâm’a, yâni selâm ve
saâdet evi olan cennete nâil olmaya çalışmak olmalıdır. Bunun da yolu:
“O gün
ne mal fayda verir, ne evlâd!.. Ancak kalb-i selîm ile gelenler müstesnâ!..” (eş-Şuarâ, 88-89) hakîkatinin muhtevâsına girebilmektir.
Bu da,
nefs terbiyesi ile mümkündür. Nefs terbiyesinin özü de, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tam teslimiyet, bağlılık
ve itâattir. Yâni yirmi üç senelik nebevî hayattan, daha doğrusu Hazret-i
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönül iklîminden hisse
alabilmektir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’i Cebrâil -aleyhisselâm- vâsıtasıyla Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbine indirmiştir.
Dolayısıyla Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in
bütün ibâdet, söz, davranış ve muâmelâtı, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri
mâhiyetindedir. Bu hakîkatler çerçevesinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalb âleminden
lâyıkıyla nasip almak için, onu candan, maldan, ehl ü ıyâlden ve sâir her
şeyden daha çok sevmek şarttır. Bu muhabbet kulu, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle
yoğurur. Yâni ona muhabbet, Allâh’a muhabbet, Allâh’a muhabbet de ona
muhabbettir. İşte vuslat için gönlün, bu kıvâma ulaşması zarûrîdir.
Bütün
bunlar, son nefese hazırlığın en güzel adımlarıdır. Nasıl ki bardağa düşen son
damla, önceki damlalara göre iş görüp bardağın taşmasına sebep oluyorsa, daha
önceki nefeslerimiz de böyledir. Yâni son nefesimiz, evvelki nefeslerimize göre
bir netice hâsıl eder. Onun için, son nefese hazırlık, şu an aldığımız
nefesleri nasıl kullandığımıza bağlıdır. Ömrünü Allâh ve Rasûlullâh aşkı ile
geçiren ve bu istikamette amel-i sâlihlerle süsleyen has kullar, son demlerinde
kelime-i şehâdet ile huzûr içerisinde göçerler. Yâni Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu müjdesine nâil
olurlar:
“Bir
kimse son nefeste (hâlisan) kelime-i tevhîd getirirse, cennete girer…” (Hâkim, Müstedrek, I, 503)
Yâni bir ömür kelime-i tevhîd ikliminde yaşayanlar, son demde onunla Hakk’a
yolculuk ederler. Çünkü onlar, vakitlice kelime-i tevhîddeki «lâ» ile bütün
fânî, izâfî ve nefsânî takıntıları ve putları gönülden silip atmışlar ve «illâ»
ile kalbe yalnız Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetini doldurmuşlardır.
Bilmelidir ki şu kâinât, kudret eliyle kurulmuş, binbir nakışla tezyîn
edilmiş fânî bir ikâmetgâhtır. Kâinatta hiçbir şey gâyesiz yaratılmamıştır.
İnsanoğlu için dünya hayatının gâyesi, âhiret saâdetini elde edebilmektir. Bu
sebeple Rabbimiz, biz kullarını şöyle îkaz buyuruyor:
“Ey
îmân edenler! Allâh’a karşı, O’nun azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ üzere olun
ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i
İmrân, 102)
Her hayat sâhibinin başından mutlakâ geçecek olan ölüm, fânî hayâta büyük
vedâ ânı ve her canlının şahsına münhasır yaşayacağı husûsî bir kıyâmettir.
Şunu unutmamalıdır ki, insanoğlu aslında her gece ve gündüz, farkında
olarak veya olmaksızın, sayısız ölüm sebepleri ile karşı karşıyadır. Ölüm,
insanı her an pusuda beklemektedir. Hazret-i Mevlânâ Mesnevî’sinde şöyle buyurur:
“Aslında
her an, canının bir cüz’ü ölüm hâlindedir. Her an, can verme zamanıdır ve her
an, ömrün tükenmektedir.”
Gerçekten hergün şu fânî hayattan bir gün daha uzaklaşırken kabre bir adım
daha yaklaşmıyor muyuz? Hergün ömür takvimimizden bir sayfa kopmakta değil
midir?
Hayatın sel misâli akışı karşısında insanın gâfil olmaması için yine
Hazret-i Mevlânâ şu îkâzda bulunur:
“Ey
insan! Aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki hâlini ve bir
binânın günün birinde harâbe hâline geleceğini düşün de aynadaki yalana
aldanma!..”
Son nefesimiz, binbir hikmet çerçevesinde bir sırr-ı ilâhîdir. Yâni
istikbâlimize dâir bildiğimiz en kat’î gerçek olan ölüm vâkıasının, ne zaman
gerçekleşeceği ilâhî takdîre bağlıdır. Hakîkaten insanoğlu ömrü boyunca sayısız
kere ölümle yüzyüze gelmektedir. Yaşanan hastalıklar, beklenmeyen sürprizler,
meydana gelen felâketler, hayatta her an mevcud olan, fakat insanın gaflet ve
acziyeti sebebiyle çoğu kez habersiz olduğu nice hayatî tehlikeler, ölümle
insan arasında ne ince bir perde bulunduğunu göstermiyor mu? O hâlde insanoğlu
yukarıdaki âyet-i kerîmelerin muhtevâsına hergün sayısız defa dâhil olmakta ve
bir bakıma âhirette verilmeyecek olan mühlet ve fırsatı, bu dünyâda tekrar
tekrar almış olmaktadır. Buna rağmen insan, büyük bir teyakkuz içinde bulunması
gerekirken, maalesef binbir gaflet içinde ömür takviminden yaprakların
birer-ikişer düşüşünü, ekseriyetle hissiz bir şekilde seyrediyor. Tıpkı kayalar
üzerinden boşa akıp giden yağmur damlaları gibi…
Aslında bizler, doğduğumuz günden beri her gün bir parça ölüyoruz, farkında
olmadan her gün ölüme doğru yol almaktayız. Zaman şeridinden düşen her ânın
bizi hakîkat sabahına yaklaştırmasını, âyet-i kerîme ne güzel ifâde eder:
“Kime
uzun ömür verirsek, biz onun yaratılışını (gençliğini ve güzelliğini) bozar, beli bükük hâle
getiririz. O kimseler bunu idrâk etmez mi? (Yolculuk ne
tarafa?)” (Yâsîn, 68)
Hazret-i
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den önce yaşayıp da onun
geleceğini haber veren Kus bin Sâide adlı sâlih kul, âdeta yukarıdaki âyet-i
kerîmeyi îzâh sadedinde Ukaz Panayırı’nda yaptığı bir konuşmasında insana âid
kudret akışlarını, bu fânî hayâtın mâcerâ ve manzarasını ne güzel sergiler:
“Ey
insanlar!
Geliniz,
dinleyiniz, belleyiniz ve ibret alınız!
Yaşayan
ölür, ölen fenâ bulur. Yağmur yağar, otlar biter. Çocuklar doğar ve anaların,
babaların yerlerini alır. Sonra hepsi de mahvolur gider. Vukûâtın ardı arkası
kesilmez. Hepsi birbirini takip eder…”
Hepimiz, Hakk’ın bize verdiği sayılı nefesleri harcayarak, son nefesi verdiğimiz
gün dünyâ ve içindeki bütün bağlantılarımızla ya vedâlaşarak ya da
vedâlaşamadan ölümle buluşacağız. Fakat âşık-ı sâdıklar için bu buluşma, belki
de ölüm değil, bir diriliş olacaktır. Bir şeb-i arûs olarak tahakkuk edecektir.
Onun için:
“Ölmeden
evvel ölünüz.” sırrına ermek gerekir.
Bu sırrı Hazret-i Mevlânâ şöyle ifâdelendirir:
“Dirilmek
için ölünüz!..”
Nitekim
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın buyurduğu gibi:
“İnsanlar
uykudadır. Ölümle uyanırlar…”
Bu itibarla nefsanî duygularımıza ve dünyevî isteklerimize mağlup olmayıp,
asıl yaşayışın, hayvanî rûhla değil, bize Cenâb-ı Hak tarafından üfürülen ilâhî
rûh ile olduğunu bilmelidir.
Dolayısıyla
en fecî ölüm, Hak’tan gâfil olmak, onun rızâsını kaybetmektir… Onun için bir
mü’min, nasıl yaşayıp nasıl ölmesi îcâb ettiğini idrâk etmeli ve îmândan ihsâna
ulaşabilmenin eğitimini yapmalıdır. Zîrâ peygamberlerin dışında hiç kimsenin ne
hâl üzere öleceği ve ne şekilde dirileceği hususunda bir teminâtı bulunmamaktadır.
Hâl böyleyken, Yusuf -aleyhisselâm-’ın Cenâb-ı Hakk’a:
“…Yâ
Rabbî! Benim canımı Müslüman olarak al ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle.” (Yûsuf, 101) diye ilticâ etmesi, bizler
için pek derin bir mânâ taşımaktadır.
Bu bakımdan her kul, havf ve recâ yâni korku ve ümid duyguları arasında bir
kalbî kıvâma sâhip olmak mecbûriyetindedir. Dolayısıyla bu hâlet-i rûhiyenin
sağlayacağı teyakkuz ve rikkat-i kalbiye ile, ömrünü dâimâ, son nefesini îmân
ile verebilme endişesi ile geçirmelidir.
Âhiretteki hâlimizin ne olacağına dâir ilk ve net işâret, son nefesteki
hâlimizde ortaya çıkmaktadır. Son nefesinde ebedî kurtuluşa erme mücâdelesi
veren îmân kahramanları ve nâil oldukları mükâfâtlar, hidâyet rehberimiz olan
Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere birer ibret levhası hâlinde sergilenmektedir:
Nitekim Firavun’un sihirbazları, Hazret-i Mûsâ’nın gösterdiği açık bir
mûcize karşısında:
“–Âlemlerin Rabb’ine, Mûsâ ve Hârûn’un Rabb’ine îmân ettik!” diyerek derhal
secdeye kapanmış, îmân nîmetiyle şereflenmişlerdi.
Lâkin ahmak Firavun, öfkelenmiş ve sâhip olduğu saltanat ve gücüyle sanki
vicdanlara da hükmedebilirmiş gibi onları tehdîd etmişti:
“–Ben size izin vermeden ona îmân ettiniz ha! Andolsun, ellerinizi ve
ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım!..” demişti.
Sihirbazlar ise büyük bir îmân vecdi içinde:
“–Senin zulmün bize bir zarar veremez! Senin zarârın dünyâya âiddir. Âhiret
saâdeti ise, ebedîdir!” diyerek îmân celâdetiyle tavır koymuşlardı.
Ne ibretlidir ki bu çetin zulüm karşısında bile onlar, zulümden kurtulabilme
derdine değil, son nefeste bir îmân zaafı göstermeksizin müslüman olarak can
verebilmenin endişesine düşerek Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ ettiler:
“…Rabbimiz!
Bize bol bol sabır ver ve müslüman olarak canımızı al!” (el-A’raf, 126)
Nihâyet nâil oldukları hidâyetin bedelini, kol ve bacaklarının çapraz
kesilmesi şeklinde ödeyerek şehîd ve velî olma şerefiyle Cenâb-ı Hakk’a
kavuştular.
Zâlimler, Ashâb-ı Uhdûd’u, Allâh’a îmân etmelerini suç sayarak, içi ateş
dolu hendeklere atıyorlardı. O sâdık mü’minler ise, bu zulme rağmen
inançlarından vazgeçmediler ve dâvâları uğruna korkusuzca ölüme giderek
îmânlarının bedelini Hak Teâlâ’ya vecd ile ödediler. Zîrâ Allâh’tan hakkıyla
korkanlar, başka hiçbir şey karşısında korku duymazlar.
Ashâb-ı Karye’den Habîb-i Neccâr, îmânı ve irşâdı dolayısıyla taşlanarak
katledilmişti. Fakat bu dünyâya âit pancurların kapandığı son nefesinde,
gideceği âleme âit pencereler açılıp nâil olacağı ilâhî lutuflar kendisine
gösterilince o, kavminin gafletine acıyarak:
“…Keşke
kavmim bunu bilseydi!..”
(Yâsîn, 26) dedi. Zîrâ kendisine, fânî âlemdeki taşlanmasının karşılığında
sonsuz bir saâdet bahşedilmişti.
Yine Îsevîliğin ilk yayıldığı dönemlerde Romalılar, Yunanlılar ve
putperestlerle birleşip o günkü ehl-i îmânı arenalarda arslanlara
parçalatıyorlardı. O mü’minlerse, arslanların dişleri arasında hayatta kalma
değil, bilâkis îmânlarını kurtarma mücâdelesi veriyorlardı. Onlar bu ağır zulme
sabredip Allâh indindeki yüce mükâfâtı tercîh etmişlerdi…
Hiç
şüphesiz bu güzel hâller, bir ömür Allâh ile beraber olma şuurunda
yaşayabilmenin lutufkâr neticesidir. Bu bakımdan Allâh ile beraber olabilmek,
kulluğun en yüce bir zirvesi ve zarûretidir.
Rivâyete nazaran bir vâiz kürsüde kıyamet ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin
arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. Vâiz, sohbetinin sonuna doğru Cenâb-ı
Hakk’ın kabirde soracağı suallerden bahisle:
“İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını mülkünü nerede harcadın,
sorulacak! İbâdetlerin ne durumda, sorulacak! Haram-helâle dikkat ettin mi,
sorulacak!.. Bunlar sorulacak; şunlar da sorulacak!..” diye uzun uzadıya birçok
husus saydı.
Bu kadar teferruata rağmen meselenin özüne dikkatin çekilmemesi üzerine
Şiblî Hazretleri, vâize seslendi:
“Ey
vâiz efendi! Allâh Teâlâ o kadar çok suâl sormaz. O sorar ki: Ey kulum! Ben
seninleydim, sen kiminleydin!”
O hâlde en büyük düstur, Hak ile olabilmek ve nefesleri zâyî etmemek. Şu
kelâm-ı kibârda bu hâl ne güzel ifade edilmiştir:
Zâyî
olmuş, anladık;
Sensiz
geçen sâatimiz…
Bu
düstura davet sadedinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-,
İbn-i Ömer -radıyallâhu anhumâ-’nın iki omuzunu tutmuş ve şöyle buyurmuştur:
“Dünyada
sanki bir garip veya bir yolcu gibi ol!..”
Bu hissiyatla İbn-i Ömer -radıyallâhu anhumâ- da, sohbetlerinde daima şu
nasihatte bulunurdu:
“Akşama
ulaştığında sabahı gözetme, sabaha kavuştuğunda da akşamı bekleme. Sağlıklı
anlarında hastalık zamanın için, hayatın boyunca da ölümün için tedbir al.” (Buhârî, Rikak 3)
Hayatın
bir yaz yağmuru gibi akışını ifade eden bu cümleler, bizi gerçek hayata
istikametlendirmektedir. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-,
bunu bir duâsında şöyle ifade buyurur:
“Allâh’ım!
Gerçek hayat sadece âhiret hayatıdır.” (Buhârî,
Rikak 1)
Bu sırrı en güzel bir şekilde idrâk eden ashâb-ı kirâmın hayatı, sayısız
fazîlet, hikmet ve ibretlerle doludur:
Müşriklere
esir düşüp öldürülmek üzere bulunan Hubeyb’in şehîd edilmeden evvel bir
tek arzusu, “Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e
muhabbet dolu bir selâm gönderebilmek”ti… Gözlerini mahzun bir şekilde
semâya kaldırdı ve:
“–Allâhım!
Burada selâmımı Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e
ulaştıracak kimse yok. O’na selâmımı Sen ulaştır!..” diye ilticâ etti.
O sırada
ashâbıyla Medine’de oturmakta olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Onun
üzerine de selâm olsun!” mânâsında: “ve aleyhisselâm” buyurdular.
Bunu duyan ashâb-ı kirâm hayretle:
“–Yâ Rasûlallâh! Kimin selâmına karşılık verdiniz?” diye sorunca:
“–Kardeşiniz
Hubeyb’in selâmına.” buyurdu.1
Ayrıca
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-,
Hazret-i Hubeyb’i «şehidlerin ulusu» diye tavsif
etmiş ve:
“O,
cennette benim komşumdur!” buyurmuştur.
Bu aşk ve şevke bir başka misâl:
Uhud
Harbi nihâyetinde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-,
şehid ve yaralıların kontrol edilmesini emir buyurmuşlardı. Husûsiyle âkıbetini
merâk ettiği bir sahâbî vardı: “Sa’d bin Rebî -radıyallâhu anh-.”
Allâh
Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onu bulup ne durumda
olduğunu öğrenmesi için ashâbından birini harb meydanına gönderdi. Sahâbî, Sa’d
-radıyallâhu anh-’ı ne kadar aradıysa da bulamadı, ne
kadar seslendiyse de cevap alamadı. Nihâyet son bir ümidle:
“–Ey Sa’d! Beni Rasûlullâh gönderdi. Allâh Rasûlü, senin diriler arasında
mı, yoksa şehidler arasında mı bulunduğunu kendisine haber vermemi emretti.”
diye yaralı ve şehidlerin bulunduğu tarafa doğru seslendi.
O sırada
son anlarını yaşayan ve cevap verecek mecâli kalmamış olan Sa’d -radıyallâhu anh-, kendisini Allâh Rasûlü’nün merak
ettiği haberini duyunca bütün gücünü toplayarak cılız bir inilti hâlinde:
“–Ben,
artık ölüler arasındayım!” diyebildi.
Belli ki artık öteleri seyrediyordu…
Sahâbî,
Sa’d -radıyallâhu anh-’ın yanına koştu. Onu, vücûdu kılıç
darbeleriyle delik-deşik olmuş, âdetâ kalbura dönmüş bir vaziyette gördü. Ve
ondan ancak kısık bir sesle, fısıltı hâlinde şu müthiş sözleri işitti:
“–Vallâhi,
gözleriniz kımıldadığı müddetçe, Peygamber Efendimizi düşmanlardan korumaz da,
O’na bir musîbet erişmesine fırsat verirseniz, sizin için Allâh katında ileri
sürülebilecek hiçbir mâzeret yoktur!”2
Sa’d bin
Rebî -radıyallâhu anh-’ın, ümmete âdetâ bir vasiyet
mâhiyetindeki bu sözleri, aynı zamanda fânî hayâta vedâ sözleri oldu.
Hazret-i Huzeyfe’nin anlattığı şu hâdise de, ashâbın son nefeste bile
sergilediği ulvî ahlâk ve fazîleti aksettirmesi bakımından ne kadar câlib-i
dikkattir:
Yermuk Muhârebesi’nde idik. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak
darbeleri ile yaralanan Müslümanlar, düştükleri sıcak kumların üzerinde can
vermeye başlamışlardı. Bu arada ben de bin bir güçlükle kendimi toparlayarak,
amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında
biraz dolaştıktan sonra, nihâyet aradığımı buldum. Fakat ne çâre, bir kan gölü
içinde yatan amcamın oğlu, göz işâretleriyle dahî zor konuşabiliyordu. Daha
evvel hazırladığım su kırbasını göstererek:
“–Su istiyor musun?” dedim.
Belli ki istiyordu, çünkü dudakları harâretten âdetâ kavrulmuştu. Fakat
cevap verecek mecâli yoktu. Sanki göz işâreti ile de muzdarip hâlini îmâ
ediyordu.
Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru uzatırken biraz ötedeki
yaralıların arasından İkrime’nin sesi duyuldu:
“–Su! Su!.. Ne olur bir tek damla olsun su!..”
Amcamın oğlu Hâris, bu feryâdı duyar duymaz, kendisinden vazgeçerek göz ve
kaş işâretiyle suyu hemen İkrime’ye götürmemi istedi.
Kızgın kumların üzerinde yatan şehidlerin aralarından koşa koşa İkrime’ye
yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım. İkrime elini kırbaya uzatırken
Iyaş’ın iniltisi duyuldu:
“–Ne olur bir damla su verin! Allâh rızâsı için bir damla su!..”
Bu feryâdı duyan İkrime, elini hemen geri çekerek suyu Iyaş’a götürmemi
işâret etti. Hâris gibi o da içmedi.
Ben kırbayı alarak şehidlerin arasında dolaşa dolaşa Iyaş’a yetiştiğim
zaman kendisinin son sözlerini işitiyordum. Diyordu ki:
“–İlâhî! Îmân dâvâsı uğruna canımızı fedâ etmekten asla çekinmedik. Artık
bizden şehâdet rütbesini esirgeme. Hatâlarımızı affeyle!”
Belli ki, Iyaş artık şehâdet şerbetini içiyordu. Benim getirdiğim suyu
gördü, fakat vakit kalmamıştı… Başladığı kelime-i şehâdeti ancak bitirebildi.
Derhal geri döndüm, koşa koşa İkrime’nin yanına geldim; kırbayı uzatırken
bir de ne göreyim; İkrime de şehid olmuş!
Bâri amcamın oğlu Hâris’e yetişeyim dedim.
Koşa koşa ona geldim. Ne çâre ki, o da ateş gibi kumların üzerinde kavrula
kavrula rûhunu teslîm eylemişti… Ne yazık ki kırba, dolu olarak üç şehidin
ortasında kaldı.3
Huzeyfe
-radıyallâhu anh- o andaki hâlet-i rûhiyesini şöyle
anlatır:
“–Hayatımda birçok hâdiseyle karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar
duygulandırıp heyecanlandırmadı. Aralarında akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı
hâlde, bunların birbirlerine karşı bu derecedeki diğergâm, fedâkâr ve şefkatli
hâlleri, yâni son nefeslerini de hayatlarındaki gibi fazîlet içerisinde
vermeleri ve «ancak müslüman olarak ölünüz» âyet-i kerîmesinin şuuru ile hayâta
vedâ edebilmeleri, gıpta ile seyredip hayran olduğum en büyük îmân celâdeti
olarak hâfızamda derin izler bıraktı…”
Cenâb-ı
Hak, cümlemizin son nefeslerini hüsn-i hâtime ile neticelendirsin. Bu fânî
dünyâdaki son nefesimizi, ebedî vuslatımızın ilk nefesi eylesin!
Âmîn!
Dipnotlar: 1) Bkz.
Buhârî, Megâzî, 10; Vâkıdî, Megâzî, s. 280-281. 2) Bkz. İbn-i Abdilber, İstiâb, c. II, s. 590. 3) Bkz.
Hâkim, Müstedrek, III, 270.
2003 – Ocak, Sayı: 203, Sayfa: 032
Yorumlar
Yorum Gönder