Gayeli ve Plânlı Yaratılış
Gayeli ve Plânlı Yaratılış
Bu
kâinattaki varlıklar, bir yaratıcı tarafından belirli bir maksada ve gayeye
göre plânlanarak mı şekillendirilmişlerdir, yoksa bir yaratıcı eseri olmayıp
şans eseri tesadüfen mi ortaya çıkmışlardır?
Söz
gelişi, güneşin orada, yerkürenin burada bulunuşu ve belli bir süratle
dönmeleri, gayeli bir davranış mıdır? Plânlanmış bir hareket midir? Yoksa,
gelişigüzelliğin bir sonucu mudur? Yeryüzünün hâkimi olan insan, acaba bir
takım tesadüf ve rastlantıların ürünü müdür? Yoksa, belirli bir gayeye göre bir
Yaratıcı tarafından plânlı olarak mı yaratılmıştır? Varlıkların plânlı
Yaratılmış olabileceğini ifade etmek, ‘bilimsel’ bir düşünce tarzı değil midir?
İnsanlık
tarihi kadar eski olan bu sorulara cevap bulma gayreti, değişik düşünce
akımlarını doğurmuştur. “Felsefi fikirler” olarak ifade edebileceğimiz bu
görüşler, iki ana grup altında değerlendirilebilir. Birisi, tesadüf ve
rastlantıları esas alan ve bir yaratıcının varlığını kabul etmeyen düşünce
tarzı, diğeri de her bir varlığın gayeli yaratıldığını kabul eden görüş.
Günümüzün
evrim felsefesinin temelini teşkil eden tesadüfçü görüş, Milattan Önce 5.
asırda Leucippus ve Democritus’la başlamış, değişik versiyonlar ve adlar
altında günümüze kadar ulaşmıştır. Bu felsefi düşünceye göre, canlıların
yapısında, bir gayeyi, bir plânı araştırmak gereksizdir. Meselâ, gözler görmek
için yaratılmamış, şans eseri oluşmuştur. Canlı, şans eseri ona bir defa sahip
olduğunda görmemesi imkânsızdır. Bu yüzden tabiattaki gözle görünen açık
intizamın ve ahengin temel sebebi şans ve ihtiyaçlardır.
İlk
insan Hz. Âdem’den itibaren gayeliliği esas alan düşünce sistemine göre ise,
hiçbir şeyin başıboş ve tesadüf eseri olmadığı, bütün varlıkların belirli bir
gaye ve hedefe göre plânlanarak yaratıldığı belirtilir. Günümüzde buna “Plânlı
Tasarım” deniyor. Amerikalı Biyokimyacı Michael Behe’nin öncülük yaptığı bu
görüş, Darwin’nin Kara Kutusu (Darwin’s Black Box) kitabıyla şöhret buldu.
Darwin Teorisine alternatif olarak ileri sürülen bu görüşe göre, Darwin
zamanında hücrenin içini bilinmeyen bir “Kara Kutu” olduğu, hücrenin detayları
anlaşıldıkça, burada “çok kompleks bir tasarımın” bulunduğuna dikkat çekiliyor.
Behe’ye göre, canlılardaki kompleks sistemlerin doğal seleksiyon ve mutasyonla,
yani bilinçsiz mekanizmalarla ortaya çıkması imkânsızdır. Bu durum, hücrenin
bilinçli bir şekilde tasarlandığını göstermektedir.
Yaratılış
ve gayeliliği savunanlar; atomun etrafında saniyede 50 bine yakın devir yapan
elektronun, bir an bile tesadüfle ve başıbozuklukla hareket edemeyeceğini
belirtilirler.
Elektronların
gelişi güzel hareket ettiği farz edilse, o elektronun hızla yörüngesinden
fırlayarak, diğer atom sistemlerinin parçalanmasına ve neticede zincirleme atom
reaksiyonlarıyla bir anda kâinatın atom bombası gibi infilak edebileceğine
dikkati çekerler.
Böylece,
bir atom ve elektron hareketinin dahi başıboş ve tesadüf eseri olamayacağını
nazara verirler. Dolayısıyla, bütün varlıkların sonsuz bir kudret ve ilim
sahibi tarafından plânlı ve gayeli yaratılıp idare edildiğini nazara alırlar.
Materyalist
felsefeyi savunan evrimcilerin en çok üzerinde durdukları konulardan birisi,
varlıkların plânlı ve maksatlı yaratılmış olduklarını ileri sürmenin ‘bilimsel’
olmadığı, böyle bir düşüncenin ‘dogmatik’ olduğu ve tartışılamayacağı
iddialarıdır. Niçin bu iddialarında ısrarlıdırlar? Çünkü Selimiye’yi kabul
edip, Mimar Sinan’ı kabul etmemek mümkün değildir. Dolayısıyla, “Selimiye
Camii’ni bir ustanın yapmış olmasını düşünmek bilimsel değildir” deyip mantıklı
düşünmenin önü kesiliyor ve her şey tesadüfe veriliyor. Tesadüfen çorba bile
oluşmazken, dünyadaki sonsuz sayıdaki varlıkların tesadüfen meydana geldiğini
kabul, onlara göre, bilimsel bir düşünce tarzı oluyor!
Gözlüğün
ustası vardır, ama göz tesadüfün eseridir!
Aslında
plânsız ve tesadüflerin ürünü bir varlığı incelemek yerine, plânlı tasarımın
bulunduğunu bilerek araştırmanın çok daha mantıklı ve araştırma ruhunu
kamçılayıcı olduğunu onlar da kabul ediyor. Ama maalesef, materyalist düşünceye
olan dogmatik yaklaşım, mantıklı düşünmeye de ket vuruyor. Bir insanın
kullandığı gözlüğün mutlaka bir ustasının olduğu ve bunun bir gayeye göre ve
ölçülü yapıldığında herkes hemfikirdir. Ama gözün yapısına gelince, o tesadüfe
veriliyor!
Bir
ilah yerine sayısız ilah
Her
saniye binlerce değişik ve planlı reaksiyonların cereyan ettiği hücreyi, bu
materyalist felsefeye göre, bu hücrenin içersindeki DNA molekülleri idare
etmektedir. Üstelik bunlar ‘akıllı moleküller’ olarak adlandırılır. Bu
moleküller hücrenin en ince ayrıntılarına kadar her şeyi bilecek, o canlının
geçmiş ve geleceğini kavramış olacak. Tabiî bu yetmez, gerekli icraatları
yapacak, hücreler arasındaki organizasyonu sağlayacak kudrete sahip bulunacak.
Velhasıl, bu moleküller bir ilah kadar ilim, irade ve kudrete sahip olmalıdır.
Böyle bir düşünceyi savunanlar, bir ilahı kabul etmeyip, atom ve moleküller
adedince ilahları kabule mecbur kalıyorlar.
İşin
garibi, tek ilahı kabul ederek meseleye yaklaşım bilimsel bir düşünce tarzı
olmadığı gerekçesiyle hemen reddediliyor. Ama her bir atoma veya moleküle bir
ilah kadar görev yüklemek, tek ilmi düşünce sistemi olarak takdim ediliyor.
Bize de, “Bu kadarına da pes doğrusu” demek düşüyor.
Din,
ilme karşı mıdır?
Evrim
felsefesini savunanların üzerinde ısrarla durdukları konulardan birisi de,
dinin bilime karşı olduğu iddialarıdır. Bunda bütün bütün haksız da
değillerdir? Çünkü Orta Çağ’da Avrupa Hıristiyan dünyası ve mütegalibe sınıfı,
bütün fen, ilim ve sanattaki gelişme ve düşüncelere, İsevilik hakiki dininden
uzaklaşmış ve bozulmuş bir din adına ket vurmuşlar, hiçbir ilmi gelişmeye geçit
vermemişler ve hatta taraftarlarını cezalandırmışlardır. Fransız İhtilali’nden
sonra da, ilim ve fen taraftarları, bu dine, daha doğrusu din adına yapılan
nüfuza karşı baş kaldırmış ve bütün bilimsel düşünce ve teknik gelişmeler bu
tarihten sonra, dinden tamamen soyutlanarak ateist bir düşünce ile takdim edile
gelmiştir.
Hakikatten
uzaklaşmış Hıristiyanlık ve onun geçmişteki din adına uygulamalarıyla,
İslâmiyet suçlu sandalyesine oturtulmamalıdır. Maalesef günümüzde materyalist
felsefenin önderliğinde, insanlık tarihi boyunca, batıl dinler de dahil, din
adına yapılmış bütün yanlışlıkların faturası İslâmiyet’e kesilmektedir.
Kâinat
kitabı nasıl okunur?
İslâm
dini, kâinatın tamamını adeta bir kitap gibi kabul eder. Allah’ın kudret
sıfatının eseri olan ve elementlerle yazılmış bir kitap. Yani, kâinat kitabı.
Her bahar sanki bu kitabın bir sayfası, asırlar o kitabın formaları hükmünde.
İnsan da bu kitapta bir kelimedir. Bütün ilimlerin konusu, bu kâinat kitabıdır.
Yani, taşıyla, toprağıyla, havasıyla ve suyuyla, bitkiler, hayvanlar ve
insanlarıyla âlemi dolduran canlı ve cansız umum varlıkların yapısını, bağlı
olduğu kanunları ortaya koyma görevi ilimlerindir.
Kainat
Kitabından Manzara
İlimler
bir bakıma bu kâinat kitabını tefsir etmekte, yani açıklamaktadır. Atomdan
galaksilere kadar her bir cismin yapısında ve tâbi olduğu kanunlarda; yüksek ve
derin bir ilmin, geniş bir kavrayışın, engin ve sonsuz bir düşüncenin, son
derece hassas bir ölçü ve plânlamanın, gayet merhametli ve sanatlı yapılışın
varlığı görülmektedir. İşte, Cenâbı Hakk’ın eseri olan bu kâinat kitabı bize,
O’nu tanıttırıyor. İlimde ne kadar çok terakki edilse, yani varlıklar hakkında
ne kadar geniş bilgi sahibi olunsa, O’nun kâinattaki tasarrufunun, hikmet ve
hakimiyetinin bilinmesini sağlayacağı, dolayısıyla Allah’ın o kadar daha iyi
tanınmış olacağı vurgulanır. Bu Allah’ı bilme ilmine “Marifetullah”
denmektedir.
Allah’ın
isimleri sonsuz olduğu için, marifetullahta terakkinin de, sınırı yoktur.
Cisimlerdeki
bu ölçülü, bir maksat ve gayeye göre plânlı yaratılışın düşünülmesi de
“Tefekkür”, fikir ve akıl yürütme, yorumlama olarak ifade edilir. Böyle bir
saatlik akıl yürütme ve düşünmeyi, İslâmiyet bir sene nafile ibadetten üstün
görmektedir. Kur’an’da; “Düşünmez misiniz?” “Akıl etmez misiniz?” diyerek akla
havale eder. Akıllı düşünmeye teşvik eder. “Rabbim ilmimi arttır de,” “Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” demektedir.
Böyle
bir din, ilme karşı olabilir mi? Zaten bütün ilimler, Cenâbı Hakk’ın kâinat
kitabının tefsiri ve açıklaması değil mi? Kur’an da O’nun kitabı, kâinat da.
Kur’an’a ters düşen, ilim değil, ancak bir takım teori ve hipotezler olabilir.
Nitekim; “İlim mü’minin kaybolmuş malıdır, nerede bulursa almalıdır,”
“Yeryüzündeki âlimler, gökteki yıldızlar gibidir,” “Âlimin uykusu, cahilin
ibadetinden hayırlıdır,” “Âlimlerin mürekkebi ile şehitlerin kanı tartılsa,
birincisi ikincisinden ağır gelir,” “Bir âlimin ölümü, bütün bir milletin
ölümünden daha büyük bir kayıptır,” “Daima, bildiğiniz şeylere ait kitaplar
yazınız,” “Beşikten mezara kadar ilim tahsil edin” “İlmimi arttırmayan güne
yazıklar olsun” gibi ve benzeri hadisler, Müslümanları ilme ve okumaya teşvik
etmekte, iki günü birbirine eşit olanın aldanmış olacağını belirtmektedir.
Bazı
şahıs veya grupların geçmişte ya da günümüzde, din adına uygunsuz davranış ve
çıkışları ise, bunun dinde kaynağı gösterilmedikçe, İslâmi bir davranış ve
düşünce tarzı olarak kabul edilemez, böyle bir yaklaşım ilmin prensiplerine de
ters düşer.
Müslümanlar
neden geri kaldı?
“Madem
İslâmiyet ilim ve tekniğe karşı değil, niçin Müslümanlar maddeten geri kaldı?”
suali sıkça sorulur. Müslümanların fen, teknik ve ilimde geri kalmış oldukları
doğrudur. Fakat bunun sebebi İslâmiyet değil, Müslümanların tembelliğidir.
Bilindiği
gibi Cenâbı Hakk’ın iki kitabı vardır. Birisi, Kur’an, diğeri de, Kâinat
Kitabı. Bu iki kitabın kanun ve kuralları farklıdır. Kâinat kitabının
kurallarına uyan mükafatını, uymayan da cezasını bu dünyada görür. Tabiat
kanunları olarak ifade edilen, bu kâinat kitabının kanunlarına kim uyarsa
mükafatını bu dünyada alır. Çalışmanın mükafatı servettir. Bunda kâfir Müslüman
ayrımı yoktur. Kim çalışırsa o kazanır. Tembelliğin cezası da sefalettir.
Meselâ, Hasan Efendi ile Agop Efendi komşudur. Hasan Efendi devamlı ibadet ve
zikirle meşguldür. Bahar gelince bahçesine hiçbir şey ekmez. Agop Efendinin de
meşguliyeti bahçesidir. Bahar gelince bahçeye, domates, biber, patlıcan v.s.
eker. Yaz gelince sebzeyi elbette Agop Efendi yiyecektir. Hasan Efendinin
mükafatı da ahirettedir.
Şimdi,
Müslümanların durumu Hasan Efendinin durumu gibi de değildir. Hiç olmazsa o,
ahiretini kurtarmaya çalışıyordu. Müslümanlar dünyayı terk etti, ahireti de
unuttu. Halbuki İslâmiyet, Hasan Efendi gibi davranmamızı bize tavsiye etmiyor.
Hem ahireti hem de dünyayı beraber götürmemizi istiyor. Nitekim, farzları
yapmak kaydıyla, bütün dünyaya ait müspet işlerimizi yapmakla nafile ibadet
sevabı kazanacağımızı bildiriyor. Yani, Hasan Efendi, farz ibadetlerini yapıp
bahçesini de ekip dikse, yaz gelince sebzesini yiyecek, dünyası mamur olacak,
ayrıca, bahçede geçirdiği o zamanı da nafile ibadetten sayılacaktır.
Araştırma
ve incelemede geçen zamanı ibadetten sayan din, ilme karşı olabilir mi?
Aynı
şekilde, İslâmiyet, bir ilim adamının, farz ibadetlerini yapmak kaydıyla,
araştırması başında geçirdiği zamanını da nafile ibadet sevabıyla
mükafatlandıracağını vaat etmektedir. Böyle bir yaklaşım, ilmi düşünce ve
çalışmaya mani değil, bilâkis teşvikçidir. Bu dinin ilme karşı gösterilmesi,
olsa olsa feleğin çarklarının ters döndüğünün işaretidir.
Prof.Dr.
Adem Tatlı
Yorumlar
Yorum Gönder