Ebû Abdurrahman Sülemî Rahmetullahi Aleyh Hazretlerinden Nasihatler
01- “Ey kardeşim! Sana Allah Teâlâ’ya itaat ve ibadet etmeyi tercih etmeni, O’na muhalefet edip karşı gelmekten sakınmayı, bütün varlığınla O’na yönelmeni, bütün endişe ve üzüntülere karşı O’na dönmeni, insanların önünde eğilmeyi ve onlara itimat etmeyi terketmeni tavsiye ediyorum.
02- Ayrıca bütün
sebeplerde, işlerinde (yüce Allah’ı unutup) sebeplere yönelmenden seni
sakındırırım.
03- Bilakis bütün
hallerinde Allah Teâlâ’ya yönelmeli, itimat etmeli ve yalnız O’na tevekkül
etmelisin. Nitekim Allah (celle celâluhû) şöyle buyurmuştur: ‘Kim Allah’a
dayanıp güvenirse O ona yeter’ (Talâk 65/3).
04- Şunu bil ki bütün
mahlûkat, insanlar acizdir. Kendisine fayda vermekten aciz olan bir kimse
başkasına fayda vermeye nasıl güç yetirebilir ki? Bu nedenledir ki selef
âlimlerinden bazıları şöyle demiştir: ‘Yaratılmış bir insanın başka bir
insandan yardım istemesi, mahkûm bir kimsenin bir başka mahkûmdan yardım
istemesi gibidir.’”
05- Tevekkül, bütün
işlerini Allah Teâlâ’ya havale etmendir. Senin için takdir ve tercih ettiği
şeye güzellikle razı ol.
06- Zahiri hükümleri
iyi bilmeyen kimse, bâtınî hallerini güzelleştiremez.
07- Halleri ilme ters
düşen birine sûfî ismi verilemez.
08- Allah yolunda
ilerlemek istiyorsan her hilinde doğruluk ve bütün işlerinde edep üzere ol.
09- Ölümün ne zaman
geleceğini bilmeyen kimsenin mal toplaması ve başkalarına sarf etmemesi
cahillikten başka bir şey değildir.
10- Gizli hallerinde ve
yalnızken borç ve emanet hususunda Allah’tan korkan emin kimselerle istişare
yap.
11- Ebû Abdurrahmân
es-Sülemî (radıyallahü anh) buyurdu ki:
12- “Tasavvuf yolunda ilerlemek
isteyen bir talebeye şu iki şey mutlaka lâzımdır Her hâlinde doğruluk ve bütün
işlerinde edeb üzere bulunmaktır.”
13- “Biz öyle büyük
zâtlara yetiştik ki, onlar Kur’ân-ı kerîmde bulunan âyet-i kerîmeleri onar onar
öğrenirlerdi, öğrendikleri on âyetteki hükümleri, kendi yaşayışlarında tatbik
etmedikçe, diğer on âyete geçmezlerdi.”
14- Büyük âlimler, Ebû
Abdurrahmân es-Sülemî hazretlerinin yazdığı Tefsîr-i hakâyık isimli eserini,
tefsîrden ziyâde te’vîl kitabı sayarlar. O âlimlere göre; te’vîllerin doğruluğu
da, tefsîr ile ölçülerek anlaşılır. Te’vîl, tefsîre uymazsa atılır. Uyarsa,
alınabilir denildi. Tefsîr kitaplarını yazanlar, tefsîr kısımlarını tefsîr
olarak, te’vîl kısmım da, tefsîre uygun olduğu için yine tefsîr olarak kabûl
buyurmuşlardır. Ebû Abdurrahmân es-Sülemî hazretlerinin Hakâik tefsîrinde
buyuruyor ki:
15- “Namaza başlarken
elleri kulaklara kaldırıp tekbir almak; Allahtan başka her şeyi arkaya atıp iki
dünyâyı bıraktım, yüzümü senin cemâline çevirdim demektir.”
16- “Fecr sûresinin
birinci âyet-i kerîmesi olan “Vel-Fecri” (Fecre yemîn olsun) kelimesi,
âriflerin kalblerinden kaynayıp gelen ma’rifetlere yemîndir. Nitekim naklolunur
ki, âşıkın kalbi, aşk ateşinden yanmakta, Allahü teâlâya kavuşmanın şevkiyle
hareket etmekte ve yedi kat gökler, onun nûru ile dolmaktadır. Melekûttaki
melekler, “Yâ Rabbî! Bu nasıl bir nûrdur ki, yeryüzünden yükseldi ve yedi kat
gökleri, cemâlinin parlak nûru ile süsledi?” derler. Allahü teâlâ da,”Bir
âşıkınaşkdenizi olup, kalbinde elem doğmuştur. Bu, benim cemâlimin ma’rifet dalgasıdır
ki, ben ona, onun bana olan iştiyâkından daha fazla müştakım” buyurur. Ba’zı
tefsîrlerde, “Vel-Fecri” kelimesi, Muhammed aleyhisselâma yemîndir. Bundan
sonra gelen “Ve Leyâlin aşr” âyet-i kerîmesi ise, Muhammed aleyhisselâmın çok
sevdiği aşere-i mübeşşere, ya’nî Cennetle müjdelenmiş on Sahâbiye yemîndir”
şeklinde bildirilmektedir.
17- “Bizim yolumuzun
esâsı üç şeydir: Helâl yemek, her hareketinde Peygamber efendimize (aleyhisselâm)
tâbi olmak ve bütün amellerinde hâlis niyet etmektir.”
18- Yine Hakâik tefsîrinde
Ebû Bekr-i Râzî’nin Dirâc’dan naklen şöyle buyurduğu bildirilmektedir.
“Tevekkül imâna yakındır. Herkesin tevekkülü, îmânı miktârıncadır. O halde
tevekkül etmek isteyenin, imânını amel ile beraber, sağlam bulundurması
gerekir.”
19- Yine Hakâik
tefsîrinde, Mutaffifîn sûresinin tefsîrinde Hamdûn-i Kassâr (radıyallahü anh)
buyurdu ki: “Vay o kimsenin hâline ki, din kardeşinin ayıbını görür, onunla
meşgûl olur da, kendi ayıbını görmez, aklına bile getirmez. İşte âyet-i
kerîmedeki tatfif=eksik ölçmek budur.”
20- “Fütüvvet; Allahü
teâlânın emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmak, güzel huylu olmaktır.
21- Fütüvvet sahibi
olan iyi bir Müslüman, dostlarıyla sohbet eder. Onların ihtiyâçlarını giderir.
Kendisine yapılan kötülüklere bile iyilikle karşılık verir. Kabahatlileri
cezalandırmaz. Başkalarının kusurlarını araştırmaz. Kimsenin hatâsını yüzüne
vurmaz. Hiç kimseyi azarlamaz. Misâfir gittiği yerde, ikram edilen yemekte
kusur bulmaz! Bütün güzel huyları kendinde toplamıştır. Dostlarını ziyâret
edip, dostluk bağlarını kuvvetlendirir. Komşularının, akrabalarının,
dostlarının haklarını gözetir. Yemek âdabına dikkat eder, arkadaşlarının yemeğe
önce başlamasını kendisine tercih eder. Günah olmayan husûslarda arkadaşlarına
uyar. Dostlarının, kendi malından tasarruf etmelerine müsâade eder. Kendisini
ziyâret için gelenlere yer verir, ikramda bulunur. Ziyâfet verir, güler yüz
gösterir.
22- Fütüvvet sahibi iyi
bir Müslüman, Allahü teâlânın dostlarını sever, düşmanlarını sevmez. Sevdiğini
Allah için sever. Doğruluktan hiçbir zaman ayrılmaz. Dostlarının sevincine
katılır, onlara karşı asık suratlı durmaz. Çünkü sevgili Peygamberimiz (aleyhisselâm)
“Allahü teâlâ, dostlarının yüzüne karşı somurtan insana buğz eder” buyurdu.
23- İyi bir Müslüman,
iyiliklerini görmez ve yaptığı işlerden karşılık beklemez. Tövbe etmeyi
geciktirmez ve tövbesinde sebat eder. Allahü teâlânın emri olduğu için çok
çalışır, hiç bir zaman rızkından endişeye düşmez. Tevekkül sahibidir.
Başkalarının kendisine nasıl davranmalarını istiyorsa, insanlara da o şekilde
muâmelede bulunur. Nefsi için istediğini, başkaları için de ister. Duâ ederken,
duânın edeblerine uyar, kulluk vazîfelerine dört elle sarılır. Her an kendini
hesaba çeker. Bu âna kadar geçen zamanının isyan ile geçtiğini düşünerek, tövbe
ve istiğfara devam eder. Haramlardan sakınır, Allahü teâlâyı hiç unutmaz.
Zamanlarını ibâdet ile geçirir. Nefsinin ve şeytanın hîlelelerinden sakınır,
dünyâya meyl etmekten, ya’nî dünyâyı sevmekten cenâb-ı Hakka sığınır. Allahü
teâlâyı unutturan her şeyden şiddetle kaçar, bütün uzuvlarını yaratılış
gayesine uygun kullanır. Her Müslümana hüsn-i zân eder.
24- Hakîkî bir Müslüman,
devamlı nasihat eder. Emr-i bil ma’rûf ve nehyri anil münkerde bulunur. Kendi
kusurlarını düşünür, merhamet sahibidir. Şehvetlerine uymaz, başolma sevdasına
kapılmaz, parmakla gösterilmekten kaçınır. Allahü teâlânın emirlerini yapmakta,
yasaklarından sakınmakta ve buna devam etmekte sabırlıdır. Dîni İslâma hizmet
etmekten zevk duyar. Bu konuda karşısına çıkan her türlü zahmete katlanır.
Başına gelen belalara sızlanmaz. Fütüvvet sahibi iyi huylu bir Müslüman,
kendisini ilgilendirmeyen şeylerle ve başkalarının ayıbını araştırmakla
uğraşmaz. Dünyâya tama’ etmez. Doğru sözü kabûl eder, itirazda bulunmaz. Zengin
ise, fakir olanlardan ücretsiz hizmet beklemez.
25- Cüneyd-i Bağdadî
hazretleri, talebelerinden birinin pazardan aldığı yiyecekleri, fakire verip
taşıttığını görünce, o yiyeceği yemeyip dağıttırmıştır. Orada hazır bulunan
İbrâhim Havvâs ise, o talebe arkadaşına, “Dünyâyı gözünde o kadar büyütmüşsün
ki, fakiri yiyeceklerinin hamalı yapıyorsun” buyurdu.
26- İyi bir Müslüman
dünyâ malı için arkadaşlarına kırılmaz. Kimseden birşey istemez. Kanâat
sahibidir. Allahü teâlânın verdiği ni’metlere dâima hamd eder. Kalbinin kırık
olduğu zamanlarda, Müslüman kardeşlerine duâ eder, onlar için af ve afiyet
temennisinde bulunur. Cimrilikten sakınır, Allah için vermekten zevk alır.
Kendisi için bâki olan, cebinde sakladığı değil, Allah için vermiş olduğudur. Müslümanların
huzûrunu, kendi huzûruna tercih eder. Onların verdiği zahmetlere sabırla karşı
koyar. Kimseye karşı kibirlenmez, böbürlenmez ve kimseyi hor görmez.
27- Fütüvvet sahibi
hakîkî bir Müslüman, yarım iş yapmaz. Başladığı işi bitirir. Anne ve babasına
öf bile demez. Onların günah olmayan emirlerini yapar. Çocuklarına iyi bir terbiye
verir, dinini öğretir. Şefkatlidir. Ailesi ile iyi geçinir, onu iyi idâre eder.
Haram olmayan isteklerini, gücü yettiği kadar yerine getirir. Akrabalarını
ziyâret eder, uzak olanlara gidemezse, mektûpla gönüllerini alır. Onlara iyilik
etmekten geri kalmaz. Herkese: güler yüzlüdür. Kalb kırmanın Kâ’be’yi yıkmaktan
daha büyük günah olduğunu bilir. Zenginlere, zenginliğinden dolayı hürmet
etmez. Her Müslümana karşı tevâzu sahibidir. Âlimlerin buyurduğu gibi hareket
eder. Evliyâlık hâllerini inkâr etmez. Bid’at sahiplerinden, insanların Allahü
teâlâya ulaşmasına engel olan kimselerden, arslandan kaçar gibi sakınırlar.
28- Fütüvvet sahibi
olan iyi bir Müslüman, kimseyi özür dilemeğe mecbûr etmez. Sır saklayıcıdır,
ihânet etmez. Hased etmekten sakınır. Ebû Bekr el-Varrâk hazretleri, “Eskiden
fütüvvet sahipleri, arkadaşlarını över, kendilerinden bahsetmezler, hattâ
kötülerlerdi. Rahatlığı dostlarına, zahmeti kendilerine seçerlerdi. Şimdi ise,
herkes kendilerini övüp, dostlarını kötülüyor. Zahmeti kardeşine, rahatı
kendilerine seçiyorlar” buyuruyor. Yahyâ bin Muâz hazretleri de; “Üç huy vardır
ki, kişinin amelini ve ahlâkını düzeltir: 1. Zengin olanlara düşman gözüyle
bakmayıp, nasihat verici olmak. 2. Fakirlere karşı kibirli olmayıp, tevâzu
üzere olmak. 3. Hanımlara karşı kaba davranmayıp, şefkat ile muâmele etmektir”
buyurdular.
29- Hakiki bir Müslüman,
kötü arkadaşlardan sakınır. Âlimlerin sohbetlerini kaçırmaz. Kendisinden daha
fakir olanlarla oturup kalkar ve bunu kendisi için bir aşağılık olarak
düşünmez. Allahü teâlâdan korkar, ümidini kesmez ve kadere rızâ gösterir.
Verdiği sözü yerine getirir. Yaptığı iyiliği başa kakmaz. Fitne çıkarmaktan
şiddetle kaçar. Kulağını kötü söz işitmekten, dilini de kötü söz söylemekten
korur. Ya’nî bunlara riâyet edilmeyen yerlerde bulunmaz. Malı ve mevkii ile Müslümanlara
elinden gelen her iyiliği yapar. Peygamber efendimiz (aleyhisselâm) buyurdular
ki: “Birbirinize selâm veriniz! Birbirinize yiyecek ikram ediniz! Akrabanızın
haklarını gözetiniz! Gece, uyurken namaz kılınız! Bunları yaparak, selâmetle
Cennete giriniz!”
30- Ebû Abdurrahmân
es-Sülemî hazretlerinin “Menâhic-ül-ârifîn” isimli eserinde buyuruyor ki:
31- “Tasavvuf yoluna
başlayacak olan bir talebe, gaflet uykusundan uyanmak istiyorsa, nefsinin kötü
alışkanlıklarını yapmamalı ve kötü kimselerle olmamalıdır. Kendisine Allahü
hatırlatacak sâlih insanlarla berâber olmalı, onların sohbetlerini ganîmet
bilmelidir. Eğer nefsi, bu mevzûda kendisine itaat ediyorsa, kalbini
temizlemeğe, iyi huylara sahip olup, kötü huylardan vazgeçmeğe çalışmalıdır.
32- Bu yoldaki talebe,
en önce kendisini irşâd edecek, doğru yolu gösterecek, gafletten uyandıracak
bir âlimi aramalı, onu kendine rehber edinmelidir. (Aradığı bu rehber, dinin
emirlerine tam ma’nâsıyla uyan ve haramlardan şiddetle kaçınan, kerîm bir zât
olmalıdır. Böyle bir kimse görülünce, Allahü teâlâ hatırlanır. Bu rehber, arada
hiç kopukluk olmadan, Resûlullah efendimizden başlıyarak, kendi rehberleri
vasıtasıyla, kendi kalbine gelen feyz ve bereketleri, talebelerinin kalblerine
akıtabilecek bir olgunluktadır. Bu zât, talebesinin her derdine derman olur.
Çünkü o, Ehl-i sünnet i’tikâdını, fıkıh ve ahlâk ilmini iyi bilen ve bunlara
tam uyan yüksek bir âlimdir. O, her işinde ve her sözünde sünnet-i seniyyeye
tam uyar. Zaten sözleri, hareketleri İslâmiyete uygun olmayan ve haramlardan,
günâhlardan sakınmayan bir kimse, havada uçsa ve başka hâller gösterse bile,
hakikî rehber değildir. Hakiki rehber, talebesini tasavvuf marifetlerinin
yüksek derecelerine kavuşturur.
33- İşte böyle bir
rehber, talebelerine din öğreteceği zaman, bunlara önce dinsizler, İslâm
düşmanları tarafından şırınga edilen yanlış propagandaları, iftiraları anlayıp,
onların temiz ve körpe kafalarını bu zehirlerden temizler. Zehirlenen rûhlarını
tedâvi eder. Sonra yaşlarına, anlayışlarına göre, İslâmiyeti ve meziyetlerini,
fâidelerini, emirlerindeki ve nehiylerindeki hikmetleri, incelikleri ve
insanlığı saadete ulaştırdığını, onların kalblerine yerleştirir. Böylece
gençlerin rûh bahçelerinde, dertlere deva, rûhlara gıda olan nefis çiçekler yetişir.
Böyle bir din âlimini ele geçirmek, en büyük kazançtır. Onun bakışları, rûhlara
işler. Sözleri, kalblere te’sîr eder. Dîni İslâmı hazır lokum gibi yutmak,
susuz kalmış iken soğuk şerbet içip, ciğerlerine kadar serinliyebilmek, ancak
böyle olan Allah adamlarının sunması ile mümkündür)
34- Rehber, kendine
gelen talebeye önce taharet, namaz, oruç, zekât ve hac gibi üzerine farz olan
ibâdet bilgilerini öğretir. Kur’ân-ı kerîmi okuyup öğrenmesini, helâl rızık
kazanmasını dünyâya meyl etmeyip, âhirete yönelmesini bildirir. Daha önce
yapamadığı ibâdetleri varsa bunları kaza etmesini, saadete kavuşması için; az
yemek, az uyumak, az konuşmak lâzım olduğunu tenbîh eder. Geçmişteki zayi
ettiği vakitlerine ve kıymetli ömrünü boşa geçirdiğine üzülüp, ağlamasını emreder.
Çünkü Peygamber efendimiz (aleyhisselâm) buyurdu ki, “Kıyâmet günü dört şeyden
hesap sorulmadıkça kul serbest bırakılmaz: Ömrünü nerelerde geçirdiğinden,
gençliğini nerelerde çürüttüğünden, malını nereden kazanıp nereye
sarfettiğinden ve bilgisiyle ne gibi ameller yaptığından.”
35- Talebe, hocasının
emirlerini yapmaya devam ederse, Allahü teâlâ da onun tövbesini kabûl eder.
Günahlarına pişman olup, bir daha işlememek niyetiyle, Allahü teâlâdan korkarak
nasûh bir tövbe yapan talebenin kalbine, muhabbet nûrları akmaya başlar. Allahü
teâlâya ve hocasına olan bu sevgi, talebeyi mücâhedeye, gayrete sürükler.
İbâdette devamı sağlar. Nefsin arzularını kırar ve insandaki kötü sıfatları yok
eder. Cimrilik gibi kötü sıfatlar, cömertliğe Ve diğer iyi huylara dönüşür.
Nitekim Peygamber efendimiz (aleyhisselâm): “Allahü teâlâ, evliyâ kullarını
cömertlik ve güzel huy üzerine yaratmıştır” buyurdu. Nefsiyle mücâdeleye
başlayan talebede bulunan, dedikodu ve iftira sıfatı; sâdık, doğru ve adâletli
olmağa çevrilir. Çünkü Peygamber efendimiz (aleyhisselâm) “İnsan doğruluğu
araya araya, nihâyet Allah indinde sıddîk yazılır” buyurdular. Düşman olmak ve
kin tutmak sıfatı; af, iyilik etmek ve temiz kalb sahibi olmaya dönüşür. Allahü
teâlâ, Şuarâ sûresi 89. âyetinde, meâlen “Ancak Allaha hâlis ve pak bir kalb
ile varan müstesna” buyurdu. Tama’ etme afatı, kanâat sahibi olmaya çevrilir.
Böylece insandaki bütün kötü huylar, karşılığı olan iyi sıfatlara dönüşür.
Talebe bu şekilde iyi huylarla bezendiği zaman irâde sınırlarına Ve makamlarına
girer. Artık âhırete meyli artmıştır. Dünyânın varlıklarına sevinmek ve
yokluğuna da üzülmek hâli kendisinde kalmaz.
36- Eskiden talebelerin
rehber olacak bir âlim araması birkaç çeşit olurdu. Ba’zı talebeler, sohbet
etmek için bu rehbere gelip tövbe eder, bir müddet onun sohbetinde
bulunurlardı. Onun bu şekilde elde edeceği nasîbi; ancak niyeti, kabiliyeti ve
kaldığı miktar kadardır. Az da olsa, belki birgün bu iyi niyetinin bereketiyle,
hakîki tövbe etmek nasîb olur. Nitekim birgün Peygamber efendimize (aleyhisselâm)
gelip: “Yâ Resûlallah! Filan kimse, hem namaz kılıyor, hem de hırsızlık.
Ediyor” diye sorduklarında, Peygamber efendimiz (aleyhisselâm) “Namazı, onu
bundan men edecektir” buyurdu. Hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ buyurdu ki, “Onlar
öyle kimselerdir ki, kendileriyle beraber oturanlar, şaki olmazlar.”
37- Ba’zı talebeler
ise; zühd, vera’ ve takvâ sahibi olmak için gelirlerdi. Rehberi olan âlim de
ona, dünyâyı terk edip, ona meyl etmenin, nefsin arzularını yapmayıp zahmetlere
katlanmanın, haramlardan ve şüphelilerden kaçınmanın yollarını gösterirdi.
38- Ba’zı talebeler de
sâdece, her işinde ve her hareketinde hocasının emrine uymak ve onun hükmünü
gözetmek için gelirlerdi. Bu talebeler kendisini hiç düşünmez, hep mübârek
hocasının emirlerine ve arzularına göre hareket ederdi. İşte, arayanların
içinde en üstünü bunlardı. Hoca, bu talebesine şefkat ve merhametle muâmele
eder, talebe de hocasına karşı edebli olur. Onun her emrine harfiyyen uyar ve
onun ahlâkı ile ahlâklanırdı. Hoca, bu talebesinin kalbine, kendisine
hocalarından gelen feyz ve bereketlerini akıtır, onun kemâle gelmesi ne
çalışırdı. Bu feyz ve bereketlere kavuşan talebe, farkında olmadan, güneşin
karşısında duran meyvanın olgunlaştığı gibi olgunlaşıverirdi.
39- Nitekim Resûlullah
efendimiz de Eshâbını böyle olgunlaştırmıştı. Bu olgunluğun en yükseğine
kavuşan Hazreti Ebû Bekr oldu. Peygamber efendimizin (aleyhisselâm) mübârek
teveccühlerine ençok kavuşan Hazreti Ebû Bekr’di. Peygamberlerden
“aleyhümüsselâm” sonra, insanların en üstünü oldu. Onun bu üstünlüklere
kavuşması, Peygamber efendimize en önce imân etmesi, bütün malını Allah yolunda
harcaması ve canını fedadan hiç çekinmemesi sebebiyledir. Eshâb-ı Kirâm
arasında onun önüne hiç kimse geçemedi. Peygamber efendimiz harb için orduya
yardım istediği zaman, Hazreti Ebû Bekr bütün malını getirdi. Resûlullah
efendimiz (aleyhisselâm), “Evine ne kadar mal bıraktın?” buyurunca, o da
“Allahü teâlâyı ve Resûlünü...” diye cevap verdi. Ya’nî hiç yok olmayanı
bıraktığını söyledi. Çünkü, ebedi, bakî olan ancak Allahü teâlâdır. Bu hâdiseyi
Ebû Bekr el-Vâsatî şöyle izah buyuruyor “Eğer, Resûlullah efendimizi (aleyhisselâm)
görmenin heybeti kendisini sarmamış olsaydı “Resûlünü bıraktım” demez “Allahü
teâlâyı bıraktım” der idi. Peygamber efendimiz (aleyhisselâm) vefât edince,
O’nu görmenin heybeti kalmadı. Ondan sonra da, Allahü teâlâdan başka birşeyi
görmedi. O zaman Âl-i İmrân sûresinin. 144. “(Hazreti) Muhammed (aleyhisselâm)
ancak bir Peygamberdir. O’ndan önce birçok Peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi
O, ölür veya öldürülürse, siz ardınıza dönüverecek misiniz? (Dininizden dönecek
veya savaştan kaçacak mısınız?) Kim ardına dönerse, elbette Allaha hiç bir
şeyin zarar verecek değil...” meâlindeki ayetini okudu. Ayrıca “Kim,
Resûlullaha (aleyhisselâm) tapıyorsa, bilsin ki, o vefât etmiştir. Ama kim
Allahü teâlâya tapıyorsa O diridir” buyurdu. Hazreti Ömer, Peygamber
efendimizden gelen feyz ve bereketleri Hazreti Ebû Bekr kadar olamadığı için,
derecesi ondan sonra oldu. Malının yarısını verebildi. Peygamberimizin (aleyhisselâm)
“Evine ne kadar mal bıraktın?” buyurduğunda o da, “Malımın yarısını bıraktım”
diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamberimiz “İkiniz arasındaki fark,
cevaplarınız arasındaki fark kadardır” buyurdu. Hazreti Sa’d bin Ebî Vakkâs,
Peygamber efendimizin teveccühlerine daha az kavuşabildiği için, derecesi daha
az olup, malının üçte birini vermek istediğini söyleyince, Resûlullah efendimiz
“Üçte biri dahi çoktur” buyurdu.
40- Peygamberimiz (aleyhisselâm),
herkese dayanabileceği gücü nisbetinde teveccüh eder, yüksek feyzlere
kavuştururdu. Herkesin hâline uygun olan kadar emrederdi. İşte hakiki rehber
de, talebelerinin hâlini bilir, o ölçüde teveccüh ederlerdi. Talebe de,
hocasının teveccühü ölçüsünde feyz ve bereketlere kavuşurdu.
41- Resûlullah (aleyhisselâm)
efendimizden sonra gelen rehber âlimler, talebelerini hep bu şekilde kemâle
getirdiler. Böyle bir âlimin veya velinin nazarı her kime te’sîr etmişse, bu
te’sîrin feyz ve bereketi, muhakkak Peygamber efendimizin (aleyhisselâm)
Eshâbına teveccühlerinden gelmektedir. Resûlullah efendimizin mübârek
nazarları, hâlleri nisbetinde Eshâb-ı kirâmına te’sîr etmiştir. Bu te’sîr,
onlardan sıra ile rehber olan büyük âlimlere ve talebelerine geçe geçe,
kıyâmete kadar devam edecektir. (Güneşin karşısına bir ayna konursa, bu ayna
karşısına ikinci bir ayna, bunun karşısına da üçüncü bir ayna, bunun karşısına
dördüncü, böylece otuzuncu aynaya bakınca, güneş bu aynada görünür. Çünkü, her
ayna bir birine güneşi göstermektedir. Bunun gibi, Eshâb-ı Kirâmın
(aleyhimürrıdvân) hepsinin kalbi, Resûlullahın (aleyhisselâm) mübârek kalbinden
saçılan nûrların te’sîri ile, ayna gibi cilalandı. Çünkü O’nu, çok, pekçok
seviyorlardı. Her biri canını, O’nun bir işâreti ile feda ediyordu. Böylece bol
bol aldıkları nûrları, kendilerine bağlanan genç kalblere yayıp, bunları
temizlediler. Bu nûrlar, bu kalblerden de, bunlara bağlanan başka gençlerin
kalbine geldi. Böylece, aynı nûrlar, evliyânın kalbinden saçılarak, her asırda,
bu kalblere bağlanan kalbleri temizleyip ayna gibi yaptılar. Ya’nî kalb gözleri
açıldı. Bu saadete kavuşan bahtiyarlara velî, evliyâ denildi. Çünkü hâller de,
din bilgilerinin nakle dayandığı gibi, âlimlerden talebelere aktarıla aktarıla
gelirdi.
42- Talebeye hocasının
nazarı te’sîr eder, feyz ve bereketlere kavuşursa, kalb gözü açılır ve kalbi
nûrlanır. Allahü teâlâ Zümer sûresi 22. “Allahın, İslâm nûru ile kalbine
genişlik verdiği kimse, kalbi mühürlü nursuz gibi midir?...” meâlindeki âyet-i
kerîmesinin tefsîrini Peygamber efendimizden sordular. Buyurdu ki, “O, kalbe
atılan bir nûrdur, onunla göğsü açılır, huzûra kavuşur.”
43- Tasavvuf yolundaki
talebeler iki kısımdır: Bunlara mürid ve murâd denir. (Mürid, sâdık olan tâlib
demektir. Allahü teâlânın sevgisi ile ve O’nun sevgisine kavuşmak arzusu ile
yanmaktadır. Bilmediği, anlıyamadığı bir aşk ile şaşkın hâldedir. Uykusu kaçar,
gözyaşları dinmez. Geçmişteki günâhlarından utanarak başını kaldıramaz. Her
işinde Allahtan korkar, titrer. Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri
yapmak için çırpınır. Her işinde sabır ve affeder. Her geçimsizlikte.sıkıntıda,
kusuru kendisinde görür. Her nefeste Allahını düşünür. Gafletle yaşamaz.
Kimseyle münâkaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri Allahın evi
bilir. Eshâb-ı Kirâmın hepsini “Radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn” iyi bilir.
Hepsinin iyi olduğunu söyler. Peygamber efendimiz (aleyhisselâm), Eshâb-ı Kirâm
arasında olan şeyleri konuşmamağı emir buyurduğu için bunları konuşmaz, yazmaz
ve okumaz. Böylece, o büyüklere karşı edebsizlikte bulunmaktan kendini korur. O
büyükleri sevmek, Allahın Resûlünü sevmenin nişanıdır, alâmetidir. Kendi bilgisi
ile, kendi görüşü ile evliyâyı Kirâmı birbirinden aşağı ve yukarı diye ayırmaz.
Birinin daha yüksek, daha üstün olduğu; ancak âyet-i kerîme ile, hadîs-i şerîf
ile ve Sahâbe-i Kirâmın sözbirliği ile bildirmeleri ile anlaşılır. Muhabbet
sarhoşluğu başkadır. Mürid, riyâzetler (nefsin isteklerini yapmamak),
mücahedeler (nefsin istemediğini yapmak) çekerek, uğraşarak ilerler. Ya’nî
taşıyıcı olmuşlardır. Murâd olanlar ise, uğraşmadan, yorulmadan Allahü teâlâya
yakınlık derecelerine ulaştırılırlar. Nazlı nazlı okşayarak götürürler. Ya’nî
taşınan olmuşlardır. Murâdlar, güler yüzlü olurlar. Sıkıntılı hâllerini
göstermezler. Alçak gönüllüdürler. Görünüşte insanlarla beraberdir. Onlar gibi
yer, içer, oturur ve diğer beşeri ihtiyâçlarını görürler. İç yüzlerini ise herkesten
gizlerler. Kimse onların hâllerini anlıyamazlar. Ya’nî onlar, halk arasında Hak
ile olurlar.
44- Talebe çok edebli
olmalıdır. Nitekim hiçbir bî edeb, vâsılı ilallah olamaz, (ya’nî hiçbir
edebsiz, Allahü teâlâya kavuşamaz) buyuruldu.
45- Talebe, sünnetlere
yapışır, iyi ahlâkı şiar edinir ve edebli olursa, zâhiren ve bâtınen ilerler.
Öyle ki, kalbine doğan nûrları seyretmeğe başlar, ma’nevî makamları, hâlleri
görür. Böylece o, bâtında Rabbi ile ülfet ve Unsiyet hâlinde olup, fenâ fillâh
makamına yükselir. Zâhirde de hizmet ve ibâdetlerle uğraşır.
46- (Tasavvuf, Allahü
teâlânın düşmanı olan nefse yardım etmemeyi, O’nun isteklerini yapmamayı kalbe
yerleştirmektir. Nitekim hadîsi kudsîde Allahü teâlâ buyuruyor ki:“Nefsine
düşmanlık et! Çünkü nefsin benim düşmanımdır.” “Tasavvuf, kalbin tasfiyesi ve
nefsin tezkiyesidir. Ya’nî, kalbin Allahü teâlânın sevgisinden başka, her
sevgiden tasfiye edilmesi, nefsin de Allahü teâlânın her emrine uyar hâle
getirilmesidir, İ’tikâdı düzeltmedikçe, İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymadıkça,
haramlardan sakınıp ibâdetleri yapmadıkça, kalbin tasfiyesi ve nefsin tezkiyesi
mümkün değildir.
47- Ahmak olan nefsi ezip küçültmek, tasavvufun âdâbındandır. Kimin nefsi kendisine şerefli görünürse, dîni ona küçük görünür. Dünyalık isteklerden sıyrılmak, nefsin arzularını menetmek, rızkının helâl yoldan gelmesine gayret göstermek, bid’at sahipleriyle, dünyâya düşkün olanlarla arkadaş olmamak, mal toplamaktan, dünyâyı ma’mûr etmekten sakınmak, insanların doğru yola gelmesine ve güzel huylara sahip olmaya çalışmalıdır.”
Yorumlar
Yorum Gönder