Tüm Çatışmaların Kaynağı Enerji Savaşları
Tüm Çatışmaların Kaynağı
Enerji Savaşları
Sömürgeciliğin ortaya
çıktığından bu yana dünya üzerinde kadar süregelen bir güç savaşı vardır. Bu
savaş özellikle zengin enerji havzalarına sahip toprakların paylaşımı konusunda
ortaya çıkmaktadır. Süper güçlü devletler, gerekse terör grupları, enerji
odaklı bir strateji izlemekte olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yaşanan
çatışmaların, uluslararası siyasi krizlerin perde arkasına baktığımızda da
enerji konusunun ön planda olduğunu söyleyebiliriz.
Enerji kaynakları
yenilenebilir ve tükenebilir olmak üzere iki grup altında toplanırlar;
Yenilenebilir enerji, pratik olarak sınırsız varsayılır. Sürekli ve tekrar
tekrar kullanılabilir. Mesela güneş, rüzgâr, vb. Tükenebilir enerji ise kısa
zaman aralığında yeniden oluşmaz. Bunlar petrol, doğal gaz, kömür gibi
milyonlarca yıllık bitki ve hayvan deniz-petrol-arama-faaliyetleri fosillerinden
elde edilen yakıtlardır. Enerji üretiminde de öncelikli olarak bu kaynaklar
kullanılır. En çok kullanılan kaynak petroldür. İkinci sırada kullanımı
gittikçe azalan kömür yer almaktadır. Üçüncü sırada ise üretim ve tüketimi
hızla artan doğalgaz bulunur.
Günümüzde fosil yakıtların,
yani petrol, doğalgaz ve kömürün kullanım oranı %87’ civarıdır. Güneş ve rüzgar
enerjisi gibi yenilenebilir enerji kaynakları ise oldukça düşük seviyelerdedir.
Petrol ve doğalgaz rezervleri içinde en çok paya sahip ülkeler Ortadoğu
ülkeleridir. Kömür rezervleri ise en fazla Avrupa&Avrasya ülkelerinde
bulunmaktadır.
Bilindiği gibi petrol ve
doğalgaz en önemli birincil enerji kaynaklarıdır. Petrol ve doğalgaz
rezervlerinin dünya üzerindeki bölgesel dağılımı incelendiğinde, 2013 sonu
verilerine göre petrol rezervlerinin dağılımında en büyük yüzdenin %48 ile
Ortadoğu’da olduğu, Ortadoğu’yu %19 ile Orta-Güney Amerika izlediği
görülecektir. Ülkeler bazında bakılacak olursa; ilk sırada 298.3 milyar varil
ile Venezüella yer almaktadır. Onu, 265.9 milyar varil ile Suudi Arabistan ve
174.3 milyar varil ile Kanada izlemektedir.
Doğalgaz rezervlerinin
dağılımında ise en büyük yüzde %43.2 ile Ortadoğu’da bulunurken, %30.5 ile
Avrupa&Avrasya bölgesi ikinci sırada yer almaktadır. Ülkeler bazındaki
listede ilk sırada 33.8 trilyon m3 ile İran yer almaktadır. Ardından, 31.3
trilyon m3 ile Rusya ve 24.7 trilyon m3 ile Katar gelmektedir.
Türkiye de enerji
kaynakları açısından çok önemli bir konuma sahiptir. Dünya üretilebilir petrol
ve doğal gaz rezervlerinin yaklaşık %72’lik bölümü coğrafyamızda bulunmaktadır.
Türkiye, bu jeopolitik konumu itibariyle pek çok önemli projede yer almaktadır.
Enerji zengini Hazar, Orta Asya, Orta Doğu ülkeleri ile Avrupa’daki tüketici
pazarları arasında bir “Enerji Koridoru” konumundadır. Türkiye’nin sahip olduğu
en eski boru hattı olan Irak-Türkiye Ham Petrol Boru Hattı, Kuzey Irak’ta yer
alan Kerkük petrollerini Batı’ya ulaştırmaktadır. Hattın taşıdığı ham petrol
miktarı 2009 yılında günlük 1,2 milyon varile çıkartılmıştır.
Dünden Bugüne Enerji
Savaşları:
Sanayi Devrimi, tüm
dünyaya enerjinin, uygarlıkların devamı için vazgeçilmez bir unsur olduğunu
göstermiştir. Güçlü bir devlet olmanın yolunun enerji sorununu çözmekten
geçtiği düşüncesini oluşturmuştur. Geçerlilik kazanan bu düşünce ile eğer bir
devlet enerji sorununu çözebiliyorsa, ekonomik anlamda belli bir gücü elde
etmiş demektir. Ekonomik anlamda güçlü olan ülkeler de dünya siyasetine yön
veren ülkeler olacaktır.
1859’da
Amerika-Pensilvanya’da açılan ilk petrol kuyusu ile beraber dünyadaki güç
dengeleri değişmiştir. Enerji kaynaklarının önemi daha da netleşmiş, enerji
kaynaklarına sahip olabilmek için farklı stratejiler oluşmaya başlamıştır.
Örneğin; kendi topraklarında petrol olmayan Almanlar ne gözlerini Mezopotamya
bölgesine, yani bugünkü Irak topraklarına çevirmişlerdir.
1908 senesinde ise
İngilizler tarafından İran’da ilk petrol kuyusu açılmış, hemen sonrasında
dünyanın en büyük petrol şirketlerinden biri kurulmuştur. O dönem İngiliz
komutasının başında bulunan Churchill, Alman donanması ile mücadele edebilmek
için donanmanın yakıtını kömürden petrole geçirmiştir. Bu önemli bir karardır,
çünkü kendi topraklarında petrol yoktur. Kömürün yerini petrole bırakması dünya
tarihinde sancılı bir dönem olarak hatırlanmaktadır. 1. ve 2. Dünya Savaşı’nın
nedenlerinden biri de bir nevi enerji savaşı olan kömürden petrole geçiş ve
sömürge rekabetidir.
Dünya Savaşı’ndan sonra
ise enerjinin önemini iyice kavrayan Avrupalı devletler birlikte hareket etmeye
başlamışlardır. 1951’de Avrupa Birliği’nin de temellerini oluşturan Paris
Antlaşması yapımıştır. Schuman Deklarasyonunun bir sonucu olarak 6 üye ülke ile
Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu kurulmuştur. Bu üye ülkeler Belçika, Federal
Almanya, Lüksemburg, Fransa, İtalya ve Hollanda olmuştur. Böylece, savaşın ham
maddeleri olan kömür ve çelik, Avrupa’nın birleşmeye başlamasının aracı
olmuştur.
Sömürgeciliğin enerji
kaynaklarıyla ilişkisini anlayabilmek için sömürgecilik tarihine daha detaylı
bakılabilir. 15. ve 16. yüzyılda elde ettikleri askeri teknoloji ile birlikte
başka kıtalara yayılmaya başlayan Avrupalılar, bu bölgeleri kelimenin gerçek anlamıyla
“sömürmeye” başlamışlardır. İlk sömürgeciler Portekizliler ve İspanyollar
olmuştur. Bu iki ülke, modern dünyanın ilk sömürge imparatorlukları olarak
tarih sahnesine çıkarak Amerika kıtasının güneyini kısa bir süre içinde
sömürgeleştirmişlerdir. İspanya ve Portekiz’i diğer Avrupa ülkeleri izlemiştir.
17. yüzyılda Hollanda güçlü bir sömürge ülkesi olarak rekabete katılmış,
Hollanda’yı İngiltere izlemiştir. Bu iki yeni sömürgeci güç de, hem Amerika
kıtasına hem de Uzakdoğu’ya el atmıştır. 18. yüzyıla gelindiğinde İngiltere
dünyanın en büyük sömürge imparatorluğu haline gelmiştir. Fransa ve Belçika da
çok geçmeden bu yarışa katılmıştır. 19. yüzyılda, Amerika kıtasının büyük
bölümü, Afrika’nın neredeyse tamamı ve Uzakdoğu’nun çok sayıda ülkesi sömürge durumunda
olmuştur.
Avrupa’yı 1890’lardan
itibaren sömürgeciliğe iten ilk faktör aslında ekonomik güçtür. Endüstrinin
gelişmesi ortaya bir takım önemli problemler çıkarmıştır. Endüstri geliştikçe
üretim artmış, üretim arttıkça endüstri ülkelerinin kendi nüfusları bu üretimi
tüketemez olmuştur. Bir üretim fazlası ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu üretim
fazlasını dağıtacak alanlar aranmaya başlanmıştır. Öte yandan, endüstrinin ham
madde problemi ortaya çıkmış ve yeni hammadde sağlayacak topraklar elde etme
zorunluluğu doğmuştur.
Batılı devletler, Afrikalı
halkları “evrim sürecini tamamlamamış ilkel bir ırk” olarak kabul ederek
Darwin’in bilimsel hiçbir dayanağı olmayan bu iddiasını, sömürgeciliğe
meşruiyet sağlamak için kullanmışlardır. Darwin’in akıl dışı mantığına göre
Avrupalılar, fiziksel ve zihinsel yönden diğer ırklardan ileriydi. “Geri kalmış
ırklar”a ne olması gerektiğini ise İnsanın Türeyişi adlı kitabında şöyle
yazmıştır:
“Belki de yüzyıllar kadar
sürmeyecek yakın bir gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları tamamen
yeryüzünden silecekler ve onların yerine geçecekler. Öte yandan insansı
maymunlar da… kuşkusuz elimine edilecekler.” (Charles Darwin, The Descent of
Man, 2. baskı, New York, A L. Burt Co., 1874, s. 178)
İşte bu bilim dışı
iddialar, Avrupalıları üstün gören sömürgeciler tarafından büyük destek
toplamıştır. “Sosyal Darwinizm” adı altında, kendilerinde bu ırklara ait
toprakları sömürme hakkı görmüşler, enerji kaynakları bakımından zengin olan
bölgelerin yerli halkı ise açlık, fakirlik içinde kalmıştır. Özellikle müslüman
halklara karşı çok büyük bir zulüm gerçekleştirilmiştir. Bu zulüm 15. yüzyıldan
19. yüzyıla kadar açık bir şekilde yapılmıştır. 20. yüzyıldan itibaren de
gizliden gizliye devam etmektedir. Örneğin; Fransa zengin petrol ve doğalgaz
yataklarına sahip olan Cezayir’i 1830 yılında kendi topraklarına katmıştır.
Cezayir, 132 yıl boyunca Fransa’nın sömürgesi olarak kalmıştır. Cezayir’de
baskıya ve şiddete dayanan bir sistem kurulmuştur. Bir taraftan da kültürel
asimilasyon başlamış, ilk önce Arapça konuşmak ve eğitim görmek yasaklanmıştır.
Resmi konuşma dili sadece Fransızca olarak kabul edilmiştir. Cezayir,
bağımsızlığını ilan edene kadar pek çok köy Fransızlar tarafından yakılmış,
okullar ve camiler yıkılmıştır. Cezayir halkının ekinine ve hayvanlarına zarar
verilmiştir. Fransız işgali on binlerce insanın canına mal olmuştur.
Afrika kıtası bilindiği
gibi, zengin yeraltı kaynaklarına sahiptir. Aynı zamanda halkının yüksek refah
seviyesinde yaşayabileceği bir potansiyeli vardır. Ancak sömürüldüğü için,
kıtanın sahip olduğu doğal kaynaklar bölge halkı tarafından kullanılamamıştır.
Bu yüzden Afrika ülkeleri sanayileşmeyi başaramamıştır. Çoğu Afrika ülkesinin
sınırları, sömürgeci devletler tarafından masa başında cetvelle çizilmiştir. Bu
durum, Afrika’da yıllarca süren iç çatışmalara ve sınır savaşlarına sebep
olmuştur. Bu da Afrika’daki açlığı ve yoksulluğu artırmıştır. Dünya Gıda
Örgütü’nün açıklamasına göre, Afrika’da 38 milyon insan açlık tehlikesiyle
karşı karşıya bulunmaktadır. Ekonomisi gelişemeyen Afrika’da sağlık sektörüne
de yeterince yatırım yapılamamış, bölgede başta AIDS olmak üzere, salgın
hastalıklar son derece yaygın hale gelmiştir. 2002 yılında sadece AIDS
sebebiyle 499 bin insan hayatını kaybetmiştir. Birleşmiş Milletler, 20 yıl
içerisinde 8 milyon Afrikalının daha AIDS nedeniyle hayatını kaybedeceğinin
tahmin edildiğini açıklamıştır. Afrika, su kaynakları açısından da fakir
olmamasına rağmen, kıtada çok ciddi bir su sorunu vardır. Sahra Çölü’nün
derinliklerinde dünyanın en geniş ve kullanıma uygun su yataklarından biri
bulunmaktadır. Ancak yine ekonomik yetersizlikler bu suyun yüzeye çıkarılmasına
engel olmaktadır.
İnsanlar temiz içme
suyundan yoksun yaşamakta, bu da başta dizanteri olmak üzere birçok hastalığın
yayılmasına sebep olmaktadır. Her sene on binlerce Afrikalı bu hastalıklar
sonucu hayatını kaybetmektedir. Birer Afrika ülkesi olan Angola, Nijerya ve
Sierra Leone’de durum şöyledir: Angola, Nijerya’dan sonra Afrika kıtasının 2.
büyük petrol ihracatçısıdır. Ancak halkın %37’si yoksulluk sınırında ve günlük
1,75 dolarla yaşamaya çalışmaktadırlar. Halkın sadece %30’u sağlık
hizmetlerinden faydalanabilmektedir. Temiz suya ulaşabilenlerin oranı ise %42
ile sınırlıdır.
Afrika kıtasının en fazla
nüfusa sahip ülkesi olan Nijerya ise günlük 2 milyon varil ile aynı zamanda
kıtanın en büyük petrol üreticisidir. Ülke gelirinin %80’i petrol gelirinden
sağlanmaktadır. Ancak petrol geliri, çok küçük bir kesimin elinde toplanmakta,
bu da ülkedeki sosyal dengesizliğin her geçen gün büyümesine neden olmaktadır.
Ülkede %25’i yeterli beslenemeyen 5 yaşından küçük çocuklardan her 1000
çocuktan 154’ü 5 yaşına gelmeden yaşamını yitirmektedir. Ülke ekonomisi petrole
endekslendiği için, tarım ve endüstri giderek gerilemektedir. Bir dönemler
“kendine yeten” bir tarıma sahip olan bu ülke, bugün birçok besin maddesini
ithal etmek zorunda kalmıştır.
Nüfusun büyük kısmı
Müslüman olan Sierra Leone de bir Afrika ülkesidir. Uzun yıllar İngiliz
sömürüsü altında ezilmiş olan Sierra Leone, dünyanın en kıymetli elmas
madenlerine sahiptir. Altın ve titanyum da çıkarılmaktadır. Ancak Sierra Leone
bu kadar zenginliğe rağmen, fakirlik içinde yüzmektedir. Birleşmiş Milletler
kaynaklarına göre dünyanın yaşam standartları en düşük, en fakir ülkesi
konumundadır.
Ortadoğu – AB – Ukrayna
Üçgeninde Devam Eden Enerji Savaşları
Dünya üzerindeki en büyük
sermaye egemeni olan ABD, bu konumunu sürdürmek için büyük bir çaba
göstermektedir. Bu amaçla Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın çeşitli
bölgelerine doğrudan veya dolaylı olarak müdahale etmektedir. Bilindiği gibi
yeryüzündeki kıymetli ve çıkarma maliyeti az olan enerji kaynaklarının büyük
bir kısmı Ortadoğu’da yer almaktadır. Dünya petrol rezervinin 3’te 2’si de
buradadır. Bu nedenle Ortadoğu, şu anda bütün dünyadaki güç odaklarının yakın
ilgi duydukları bir bölge konumundadır. ABD bölge üzerindeki hâkimiyetini
Körfez Savaşı’yla daha da güçlendirmiştir. Öyle ki, bölge ülkelerinin hava
sahalarına sınır koyabilecek, ekonomik yapılanmalarına müdahale edebilecek,
hatta herhangi bir ülkenin yardımlarını kontrol altında tutabilecek kadar
inisiyatifi eline alabilmiştir.
Ortadoğu’da varolan
devletlere dikkat edilirse, belli başlı devletlerin yanında Kuveyt, Birleşik
Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn gibi parça devletler de bulunmaktadır. Bunun
nedeni İngiliz emperyalizminin bu bölgedeki petrol rezervini paylaştırmasıdır.
Bölgenin en önemli petrol
üreticisi 265.9 milyar varil petrol rezervi ile Suudi Arabistan’dır. Suudi
Arabistan’ı 157 milyar varil petrol rezervi ile İran ve 150 milyar varil petrol
rezervi ile Irak takip etmektedir. ABD’nin yıllık petrol ihtiyacı ise 7.5
milyar varildir. Bu da, petrolün Amerika için ne kadar önemli olduğunun bir
göstergesidir. Bu nedenle petrolün denetimini kendi elinde tutmak istemektedir.
Ortadoğu bu yüzden çeşitli oyunlara sahne olmaktadır. Örneğin; ABD kitlesel
silahların yayılmasını önlemek gibi zahiri bir sebebi öne sürmüştür. Irak
üzerine büyük bir askeri harekat düzenleyip Saddam rejimini ortadan
kaldırmıştır. Oysa BM’nin silah denetçileri Irak’ta kitlesel imha silahlarının
olmadığını açıklamışlardır. Amerika’nın bir taraftan Irak’a harekat için
Körfez’e askeri yığınak yapması, diğer taraftan da silah denetçilerini bu
ülkeye göndermesi kamuoyunu aldatmaya yönelik olmuştur. ABD’nin Ortadoğu’ya
demokrasiyi getirmek istemesi kesinlikle gerçeği yansıtmamaktadır. ABD’nin 11
Eylül sonrası El-Kaide ile Irak arasında bir bağlantı kurmasının da sağlam bir
dayanağı yoktur. Irak’a yapılan harekâtın ana sebebi petroldür.
ABD, sayıları 200 kadar
olan, dev silah ve petrol şirketlerinin kontrolündeki bir ülkedir. ABD bir
taraftan bu ülkelere silahlı müdahalelerde bulunarak silah şirketlerinin kârını
katlarken, diğer taraftan dev petrol şirketlerinin taleplerini karşılamaktadır.
Suriye’de ise İsrail, ABD
ve AB ülkeleri bir tarafta; İran, Rusya ve Çin öteki tarafta olmak üzere bir
savaş yaşanmaktadır. Bu karşı karşıya gelişin asıl sebebi yine enerji
kaynaklarının paylaşımıdır. Yoksa Suriye’de yaşanan insanlık dramı ve
Müslümanlara karşı yapılan katliam hiç önemli görülmemektedir.
Enerji kaynaklarının
zengin olduğu bölgelerde şiddetli çatışmalar yaşanmasına sebep olan terör
grupları da Ortadoğu’da kontrolü ele geçirmeye çalışmaktadırlar. Örneğin;
Irak’ta Musul başta olmak üzere Süleymaniye ve Kerkük petrol açısından çok
zengin olan bölgelerdir. Suriye’de de durum farklı değildir. Bugün Suriye’de ya
da Irak’ta yaşananlar; Hem başta petrol ve doğalgaz olmak üzere enerji
kaynakları, hem de onların ulaşım güzergahını kontrol için yapılan bir
savaştır.
Bu durum Suriye’deki
çatışmaların ve IŞİD’in ortaya çıkmasının ana nedeni olarak görülmektedir.
Suriye’nin Deyru’z-Zor ve doğu bölgelerindeki; Irak’ın Musul ve Salahaddin
kentlerindeki birçok petrol kuyusu şuan IŞİD’in kontrolündedir. IŞİD ayrıca
Musul kentinde yer alan Hammam el-Alil’deki devlete ait yakıt ve petrol
depolarını da ele geçirmiştir. Normalde bir varil petrolün fiyatı 100 dolar
iken, IŞİD varil başına 25 ile 60 dolar arasında ucuz bir fiyata, kaçakçılık
yoluyla satarak dış finansman açığını kapatmaktadır. Örgütün petrol gelirinin
yıllık yaklaşık 730 milyon dolar olduğu tahmin edilmektedir.
Rusya ve Ukrayna
arasındaki kriz incelendiğinde, öncelikle Ukrayna’nın enerji başta olmak üzere
ekonomik ve ticari açıdan Rusya’ya bağlı bir ülke olduğu göze çarpmaktadır.
İhracatın büyük bölümü Rusya’ya yapılmakta ve kredi ihtiyacı da yine Rusya’dan
karşılanmaktadır. Diğer Avrupa ülkeleri gibi Ukrayna da doğalgazı Rusya’dan
almaktadır. Bu konuda yeni projeler de hayata geçirilmektedir. Örneğin; 2012
yılında faaliyete geçirilen Kuzey Akım doğalgaz boru hattı ile Rus doğalgazı
doğrudan Avrupa’ya taşınmaktadır. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
sonrası dağılan Rus halkının hamisi olan Rusya; Ukrayna, Kırım, Gürcistan,
Belarus ve Moldava’yı arka bahçesi olarak kabul etmektedir. 2003 Gürcistan Gül
Devrimi ve 2004 Ukrayna Turuncu Devrimi’ni, batının buralarda etkinlik kurmaya
çalışma politikalarının sonucu olarak gördüğü için huzursuzluk duymaktadır.
Rusya’yı tedirgin eden bir diğer neden ise; Gürcistan ve Ukrayna’nın 2008
yılında gündeme gelen NATO üyeliğidir.
Rusya ve Batılı Ülkelerin
Ukrayna üzerindeki güç savaşını, karşılıklı ekonomik ilişkilerin dizginlediği
söylenebilir. Özellikle Almanya ve İngiltere çözüm için diplomasiye ağırlık
vermektedir. Ekonomik yaptırımlarda acele etmeyen Almanya ve İngiltere,
herhangi bir ekonomik yaptırımda kendi ekonomilerinin de etkileneceğinin
farkındadırlar. Almanya örneğini ele alırsak; Almanya ile Rusya arasındaki
ticaret hacim 77 milyar dolardır. Almanya enerjisinin %50’ye yakın kısmını
Rusya’dan sağlamaktadır. Sadece Almanya değil Avrupa ülkelerinin büyük
çoğunluğu da enerji konusunda Rusya’ya bağımlı durumdadır. Bu silahı çok iyi
kullanan Rusya’da Putin, Avrupa ülkelerinin kendi aralarındaki bu
bölünmüşlüklerinin farkındadır. Bunun sonucu olarak Rusya, enerji fiyatlarını
belirlerken her ülkeye ayrı bir sözleşme ve fiyat ile satmaktadır. Tüm bunlara
rağmen Rusya için en büyük risk; Avrupa Birliği, NATO ve diğer dünya
ülkelerinin ortak uygulayacağı yaptırımlardır.
Son Ukrayna krizinde Rus
borsasının kaybı 58 milyar dolar olmuştur. Ukrayna’daki çatışmadan sonra,
ABD’nin Balkanlara olan ilgisinin nedenini yine enerji olarak söylemek
mümkündür. Çünkü Orta Asya ve Hazar bölgelerindeki enerji kaynaklarının
Avrupa’ya aktarımında Balkanlar kilit rol oynamaktadır. ABD Balkanlarda
kontrolü elde tutmayı istediği için Rusya’nın enerji yollarına hâkimiyetini
azaltmayı hedeflemektedir.
Ukrayna’da yaşanan
karışıklıklar, Türkiye’nin de öne çıkmasını sağlamıştır. Avrupa’nın enerji
ihtiyacı, Ukrayna’dan geçen boru hatları ile Rus doğal gazı ile
karşılanmaktadır. Rusya ile Ukrayna’nın neredeyse savaşın eşiğine gelmesi bu
hattın güvenliğini, devamlılığını riske etmiştir. Savaş riski ortadan kalksa
bile Ukrayna’nın aldığı doğal gazın bedelini ödeyememesi ihtimali vardır. Bu da
Rusya’nın vanaları her an kapamasına yol açabilir. Uzun vadeli bir plan olan
ABD’den sıvılaştırılmış doğalgaz ithali altyapı gerektirdiğinden, bu koşullar
altında Ukrayna’ya karşı en iyi alternatif, ekonomisi istikrarlı ve alt yapısı
güçlü olan Türkiye görülmektedir. Hem Avrupa’ya, hem de Rusya’ya yakın bir ülke
olan Türkiye de, tıpkı Avrupa gibi, enerjiye bağımlı bir ülke olmasına rağmen
enerji kaynaklarının bir kesişme noktası konumundadır. Türkiye üzerinden 3 ana
koridor vardır:
Irak petrolleri:
Türkiye’nin Irak Kürt
özerk bölgesi ile pazarlıklarının uzun zamandır sürdüğü bilinmektedir. ABD’nin
Irak merkezi yönetimi üzerinde çözümü kolaylaştırıcı etkileri olması
muhtemeldir.
TANAP projesi (Trans
Anadolu Doğalgaz Boru Hattı Projesi):
Azeri gazını Türkiye üzerinden
Avrupa’ya taşımayı amaçlayan bu projede Türkiye, %30 paya sahiptir. Başlangıçta
yıllık 16 milyar metreküp doğalgaz sevkiyatı yapılacak; 10 milyar metreküpü
Avrupa’ya, 6 milyar metreküpü ise Türkiye’ye olacaktır. İlk safhasının 2018’de
tamamlanması öngörülmektedir.
İsrail-Güney Kıbrıs
doğalgazı: Doğu Akdeniz’de bulunan bu doğalgaz Avrupa’ya ulaştırılamamıştır.
Öncelikle Kıbrıs sorununun çözümü ve İsrail-Türkiye ilişkilerinin normalleşmesi
gerekmektedir. Sorunlar aşıldığı takdirde hem Ortadoğu hem Avrupa’ya büyük bir
zenginliğin ulaşacağı açıktır.
Enerji Savaşlarının
Arkasında Ne Var?
Enerji savaşıyla
silahlanma yarışını iç içe düşünmek gerekir. Silah sanayinde lider ülkelerin
fabrikalarında sabah akşam silah üretilmekte, sonunda artık stoklanamayacak
kadar fazla sayıya ulaşılmaktadır. Bununla birlikte dolan stokları boşaltmak
için yeni pazar ihtiyacı doğmaktadır. Üretilen yeni roketleri, yeni bombaları
deneyecek yeni sahalar aranmaktadır. Son dönemde ABD, IŞİD’i durdurmak için
hava bombardımanı düzenlemek gibi yanlış bir strateji izlemektedir. Irak’tan
sonra Suriye’deki IŞİD hedeflerine yönelik hava saldırısı gerçekleştirilmiştir.
Bu hava saldırısında ABD ordusuna ait F-22 tipi uçak ilk kez kullanılmıştır.
Suudi Arabistan, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Katar da
saldırıya destek vermiştir. Eğer ABD bu yanlış politikadan vazgeçmezse Irak ve
Suriye’ye yüz binlerce bomba yağdırılacaktır. Bu saldırılara destek veren
Müslüman ülkeler saldırıların sonucunu hiç düşünmemektedirler. Üzerlerine bomba
atılan da, şehit edilen de Müslümanlardır. Düşen bombalar sonucu yıkılanlar da
camiler ve Müslüman evleridir. Irak’ın bindir uğraşla, milli servetiyle yaptığı
binalar tekrar yerle bir olmaktadır. Irak ve Suriye ise şehirlerini yeniden
inşa etmek için petrolünü kendilerini bombalayan ülkelere satacak durumdadır.
Diğer taraftan bu çatışma
ortamında kendilerini güvenceye almak isteyen Suudi Arabistan gibi zengin
ülkeler yer almaktadır. Bu ülkeler de petrollerini satıp karşılığında silah
satın almaya devam edecek, böylece Amerika, istediği Ortadoğu petrollerine
kavuşacaktır. Ayrıca savaş uçaklarının, bombalarının parasını da karşılamış
olacak ve fabrikaları yeniden silah üretimine devam edecektir. Üretilen bu
silahlarla da yine Müslümanlar şehit edilecektir.
Peki, Amerika, Ortadoğu
üzerindeki bu planlara neden önem vermektedir? Neden bu kadar büyük çapta
harcamalara girişmektedir? Karşılığında petrol alması, silahlarını satacak
pazar bulmasının yanında, özellikle Ortadoğu petrollerine sahip olmak için bir aciliyeti
söz konusudur. Çünkü petrolün şöyle bir özelliği vardır: Dünya petrol
rezervleri önümüzdeki 53 yıl için yeterli durumdadır. Ancak rezervlerin birkaç
bölgede yoğunlaşması, bunun sonucu olarak petrol rezervlerinin paylaşımı çok
ciddi bir sorundur. Bunu daha iyi anlamak için ABD ve Ortadoğu rezervlerini
karşılaştırmak gerekir. ABD petrollerinin ömrü 12 senedir. Buna karşılık,
Ortadoğu petrollerinin ömrü ise 78 senedir. Bu durum Ortadoğu’nun enerjide dışa
bağımlı olan ülkeler için neden paha biçilemez olduğunu çok net açıklamaktadır.
Ayrıca geçmiş yıllardaki ABD ve Ortadoğu petrol rezervleri miktarlarına
bakıldığında, Ortadoğu rezervlerinin sürekli arttığı, ABD rezervlerinin ise
giderek azalmış olduğu görülmektedir.
ABD artan enerji
ihtiyacıyla da tıpkı Avrupa ülkeleri gibi dışa bağımlı olma yolunda
ilerlemektedir. Bu yüzden Ortadoğu’ya, demokrasi adı altında müdahale etmeye
kendini mecbur hissetmektedir ve attığı her adımda Batı dünyasının geçmişten
beri sahip olduğu sömürgeci anlayış hâkimdir. Kendi çıkarları söz konusu
olduğunda bencil ve acımasız bir tavır sergilerken, Müslümanları değersiz görüp
onları ezmeyi doğal bir hakmış gibi görmektedirler. Zengin yeraltı kaynaklarına
kendilerine aitmiş gibi el koyabileceklerini düşünmektedirler. Hâlbuki dünyadaki
kaynaklar konusunda adil bir paylaşım yapılması gerekir. Var olan ve elbet
tükenecek olan kaynaklar üzerinden savaş çıkarıp, yüz milyarlarca dolar
harcamak çözüm değildir. Amerika, savunma ve savaş harcamaları için her sene
600 milyar doların üstünde bütçe ayırmaktadır. Son olarak, IŞİD’e yaptığı
operasyonların sadece günlük maliyeti 7,5 milyon dolardır. Tüm bu harcamaları
karşılamak için silah üretip satmanın kısır bir döngü olduğunu idrak etmek
gerekmektedir. Sonuçta hem Müslümanlar hem de kendi askerleri bu enerji savaşı
yüzünden canlarından olmaktadırlar. ABD’nin Ortadoğu petrolleri için verdiği
uğraşı kendi ülkesinde yeni rezerv arayışına vermesi, elbette daha makul
olacaktır. Böylece Ortadoğu’da petrol için akan kan duracaktır. Ayrıca ABD
ekonomik yönden de hafifleyecektir.
ABD’deki büyük petrol
şirketleri, üretilen petrol seviyesini koruyabilmek için geçtiğimiz 10 sene
içerisinde 260 milyar dolar harcamıştır. Bu miktar, askeri harekâtlara, atılan
füzelere, bombalara harcanandan çok çok daha azdır. Avrupa ülkeleri içinse
durum biraz farklıdır. Çoğu Avrupa ülkesinde petrol olmadığı için aynı bencil
tutumla bu enerji savaşı içinde yer alarak sömürgeci mantıktan başka bir
seçenek görmemektedirler. Hâlbuki petrol rezervleri ne kadar zengin olursa olsun,
bir gün tükenecektir. Petrol uğruna bu topraklara bu kadar acı getirmenin hiç
bir anlamı yoktur. Dışa bağımlı olup, her ülkeler arası krizde enerji sıkıntısı
yaşamak istemiyorlarsa, kendi kaynaklarını yaratmalıdırlar. Yenilenebilir
enerji kaynaklarının önemi bu noktada daha iyi anlaşılmaktadır. Petrol savaşına
giden bütçeyi, yenilenebilir enerji teknolojilerini geliştirmek için
harcayabilirler. Güneşten sağladığı enerji 20 nükleer santralin gücüne eşdeğer
olan Almanya bu konuda öncü durumdadır.
Bu gerçekler ortadayken
Müslüman ülke topraklarını sömürmeyi tek çözüm göstermek, hiç insani ve samimi
değildir. Bu noktada, Batılı halkları Müslüman halklardan üstün gören
zihniyetin değişmesi gerekmektedir. Sömürgeci mantığın temellerini atan
Darwinist telkinlerin yıkılması son derece hayatî önem arz etmektedir. Hangi
ırktan olursa olsun tüm insanların sahip olduğu haklar eşittir. Hiçbir ırk,
diğer bir ırkın haklarını sömürme yetkisine sahip değildir. Güçlü olma, üstün
olma, zayıf olanları ezme mantığı Darwinizm’in hezeyanlarıdır. Adil paylaşım
dururken bencillik dürtüsüyle yalnızca kendilerini düşünme mantığı da böyledir.
İnsanları ruhsuzluğa, sevgisizliğe, duyarsızlığa sürükleyen bu akıma karşı
eğitim şarttır. Batı dünyasının sömürü mantığıyla değil, şefkat ruhuyla hareket
etmesi gerekir.
Kaynak: http://www.bilinmeyenler.org/
Yorumlar
Yorum Gönder