İki Kanatlı Şahsiyet: Fatih Sultan Mehmed Han ve Fetih Ruhu


İki Kanatlı Şahsiyet: Fatih Sultan Mehmed Han ve Fetih Ruhu

 

Fatih Sultan Mehmed’in manevi ve edebi şahsiyetini tanıyabilmemiz için hareket noktamız babası II.Murad Han olmalıdır. Oğluna, askerlik, idare, ilim, sanat ve tasavvufta örnek bir şahsiyet sergileyerek; o müstesna evladın şahsiyet yapısına ilk temel taşı koymuştur. II.Murad kahraman olduğu kadar alim ve şair, aynı zamanda maneviyata sıkı sıkı bağlı bir arif kişi idi.
Baba II. Murad ile oğlu Şehzâde Mehmed arasında, saray bahçesinde güzel bir hasbihâl geçer. Bu hasbihâl esnasında Şehzâde Mehmed, hâl ve hatırını sorduktan sonra babasına şöyle bir suâl sorar:
“–Ey benim devletlü babam! Ne hikmettir ki, sırtınızdaki milletin onca ağır yük ve eziyetine rağmen, sizde diğer ihtiyarlardaki gibi yaşlılık emârelerine rastlamış değilim. Sizin de diğer insanlar gibi yaşınız ilerledi, fakat onlar gibi eğilip bükülmediniz ve kamburlaşmadınız. Her türlü zahmet ve sıkıntıya rağmen, genç yaştaki zindelik, kahramanlık ve yiğitlikle beraber, akıl ve irâdenizi yerli yerinde kullanmaktasınız. Bir bakıyorum, cenk meydanlarında muzaffer bir kumandansınız; bir bakıyorum, ilim meclislerinde derin bir üstadsınız; bir bakıyorum, halka hizmet eden samîmî ve içli bir dervişsiniz!.. Geceniz gündüzünüz yok! Bütün bunlara fidan gibi boyunuzu eğriltmeden, o ince rûhunuzu yıpratmadan nasıl tâkat getirebiliyorsunuz? Bu, nasıl bir sanattır baba?!. Zihnin sürekli meşgûliyeti insanları eritip bitirirken, sizde bir değişiklik meydana getirememiş, huzurlu hâlinizi bozamamış!.. Sâhip olduğunuz müstesnâ karakter için ne tür bir ilâç, üstün aklınız için ne tür bir üslup kullanıyorsunuz? Lûtfedip bunları bana öğretir misiniz? Tâ ki ben de sizin yolunuzca yürüyeyim...”
Sultan II. Murad Hân, genç yaştaki oğlundan hiç beklemediği bu suâller karşısında hayrete düşmekle beraber, gâyet memnun kalarak şu târihî nasîhatte bulunur:
“–Ey benim sevgili oğlum! Beni sevindirdin. Kâinâtın ve bütün varlıkların kulluk eylediği yüce Rabbim, sana vermiş olduğu üstün meziyetleri ziyâdeleştirsin. Böyle büyük ve geniş mes’elelerde ince düşünüş ve firâsetini devam ettirsin.
Ey oğlum! Ben, hayatlarını Allah yolunda geçirenlerin, bu dünyâdan ayrıldıkları zaman âhiret âleminin o hayâle sığmayan sonsuz nîmetlerine kavuşacaklarına inanıyorum. Bu inancımda en ufak bir şüphem yoktur. Bunun için yüce Allâh’ıma karşı yaptığım ibâdetleri, en samîmî bir şekilde cân u gönülden yaparım. Ben bu çile ve ıztıraplar dünyâsında çektiklerimin karşılıklarının, Allah tarafından, âhiret âleminde verileceğine inanıyor ve her hususta O’na ilticâ ediyorum. Ayrıca O’nun takdîrinin, yâni kaderinin benim için büyük bir safâ olduğunu düşünüyorum.
Ey oğlum! Her söylenene inanıp aldanmaktan uzak durmak, her ayrı durumun içyüzünü öğrenip düşünmek ve kendi hakîkî gerçeğine yaklaşmak gerek!
Nasıl ki bir meyve, ancak olgunlaştığı zaman güzelce yenir; bunun gibi, insanlardan güngörmüş, bilgi ve tecrübesi yerinde olanlar da her zaman tercîhe şâyandırlar. Aksi hâlde olgun ve leziz üzüm salkımları dururken henüz olmamış bir koruğu yemek, aklın za’fiyetidir.
Ey oğlum! Ara sıra yüce ecdâdımı hatırlarım. Benden sonraki neslimizin âkıbeti hakkında düşüncelere dalarım. Elhamdülillâh, bugüne kadar sevgi, hürmet ve bağlılık görerek geldik. Bugünden sonra da aynı şekilde devâm etmemizi arzularım. Nasıl İslâm fıtratı ile doğup geldiysek, yine öylece huzûr-ı ilâhîye selîm bir kalb ve huzur dolu bir vicdan ile gitmek isterim.
Şunu iyice bilesin ki, herhangi bir şeyin devamı, yalnız kaba kuvvet, kılıç, kahramanlık ve ezici güç zoruyla mümkün değildir. Bu hususta akıl, tedbîr, sabır, ileriyi görme, imtihan ve yorucu tecrübeler çok mühimdir. Birinci yol, yani kaba kuvvet her zaman geçerli olmadığı gibi, mahzurları da çoktur. İkinci yol da her zaman tek başına bir işe yaramaz. Büyük muvaffakıyetler için her ikisini de bir arada yürütmek gerek! Unutma ki, yüce ecdâdımızın büyük zaferleri, görünüşte kılıcın gölgesinde olmuşsa da, hakîkatte akıl, mantık, ilâhî muhabbet ve bunların neticesinde Cenâb-ı Hak’tan ilâhî yardımın gelmesi ile gerçekleşebilmiştir.
Ey oğlum! Bir an bile olsa sakın adâleti elinden bırakma! Çünkü yüce Allâh, âdildir ve âdil olanı sever. Sen, bir bakıma O’nun yeryüzündeki halîfesisin. O, sana, kendi irâdesiyle birtakım lutuflarda bulunmuş ve seni kullarının başına serdâr eylemiştir; bunu unutma!..
Ey oğul! Pâdişahlar, ellerinde terâzî tutmuş kimselere benzerler. Ancak asıl pâdişah odur ki, elindeki terâzîyi hakkâniyetle tutar! Sana da pâdişah olduğunda, terâzîyi çok îtinâlı tutmanı tavsiye ederim. O zaman yüce Allah da, senin hakkında hayır murâd eder. Seni sâlihlerden kılar. Her şey O’nun mâlûmudur...”
İkinci Murad, Osmanlı hanedanı içinde ilk şair hükümdardır. Şehzade Mehmed oniki yaşına gelince saltanatı ona bıraktı. Bunun iki sebebi vardı:
Birincisi Hacı Bayram Veli’nin müjdelediği ve oğluna nasip olacak olan Fethi mübini görmek istemesiydi. Diğeri ise derviş meşrepli olup kalan ömrünü ibadet ve taatle geçirmek istemesiydi. Gönül saltanatıyla başbaşa kalmak isteği devlet ve riyaset hissinden çok daha ağır basıyordu.
Oğlu Şehzade Mehmed de genç yaşına rağmen gerektiğinde tahta babasını çağıracak kadar firasetli ve riyaset düşkünü olmayan bir evladdı. Macar ordusunun haçlı ordusu oluşturarak Osmanlı hududlarına saldırması üzerine babasını çağırtarak şöyle söylemişti:
“Devletlü babam! Din ve devlet tehlikededir. Eğer padişah iseniz buyrun ordunuzun başına geçin!. Yok eğer padişah ben isem, sizi orduma başkumandan olarak tayin eyliyorum!..”
Vasiyetnamesinden öğrenildiğine göre; son nefesinde şunları söylemiştir: ”Şu an bütün malım parmağımdaki yakut yüzüktür. Helal malımdır. Satıla ve parası bitinceye kadar kabrimde Kur’an-ı Kerim okutula.”
Fatih, küçük yaşdan itibaren titiz bir eğitimden geçmiştir. Bu hususta babası İkinci Murad’ın Hacı Bayram Veli’den aldığı “Feth-i mübini görmek şu şehzade ile Akşemseddin’e nasip olacak!” müjdesi etkili olmakla beraber; Osmanlı Devleti’nde şehzadeler yüklenecekleri büyük vazifeden dolayı çok ciddi ve itinalı bir terbiye ve eğitimle yetiştirilirlerdi.
Şehzade Mehmed de, devrin en iyi hocaları tarafından eğitilmiştir. Molla Gürani, Molla Hüsrev, Hocazade gibi âlimler ilim ve fikir sahasında; Akşemseddin Hazretleri de özellikle manevi sahada genç şehzadenin eğitimini üstlenmişlerdir. İlk zamanlarda biraz okumakla arası iyi olmayan şehzadenin Hocası Molla Gürani bunu sezmiş ve ilim öğrenmenin önemini onun kalbine ustalıkla nakşetmiştir. Aralarında şöyle bir olay gerçekleşir:
 Şehzade Fatih, mum ışığında masası üzerindeki kâğıtlarla meşguldür. Bakar, karıştırır, yazar, çizer, uzaklara dalar, gezinir, tekrar masa başına gelir. Bu sırada Molla Gürani oraya yaklaşmaktadır:
 -Şehzadem, niçin uyumadın?
 -Hocam çalışıyorum.
 -Hangi dersi çalışıyorsun?
 Fatih, bakışlarını masa üzerindeki kâğıtlara çevirir ve sükûta bürünür. Molla Gürani, masa üzerindeki yığınla evrakı gözden geçirir. Kâğıtlara baktıkça yüzü hayret yüklü bir ifadeye bürünür. Şöyle der:
 -Bunlar ne evladım?
 -Bunlar nicedir gözüme uyku girmesine engel olan hayallerim. Bir isteğim var.
 -Nedir isteğin?
 -Bugüne dek, hiç kimseye söylemedim. Bu gece size açıklamam gerekiyor demek… Aramızda bir sır olarak kalacaksa, söyleyebilirim.
 Molla Gürani tebessümle Fatih’e bakarken, evet dercesine başını sallar. Fatih şöyle söyler:
 -Hocam! Sevgili Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in müjdesindeki Fatih olmak isterim. Konstantiniyye’yi fethetmek isterim.
 Molla Gürani:
 -Demek öyle…
 -Evet hocam. Hem bunu o kadar çok istiyorum ki, gündüz hayalimden, gece rüyamdan gitmiyor.
 -Evladım! Henüz çok gençsin. Ama iman dolusun. Konstantiniyye mutlaka fethedilecektir. Bunu Peygamber Efendimiz müjdelemiştir. Ve şüphesiz, bu fethi gerçekleştirecek olan kumandan adil, kuvvetli, ferasetli, ilim ve hikmet sahibi, birçok üstün vasıflarla donanmış özel bir insan olacaktır. O halde umudunu yitirme ve kendini fetih için hazırla! Kendini her alanda yetiştir. Seni bilgili ve güçlü bir Fatih olarak görmek, bana ne büyük bir sevinç verecektir. Sabırla hazırlan. Elbet günü gelecektir.
Şehzade Fatih, hocasının bu sözlerindeki manayı kavrayarak, bundan sonra hedeflenen dirayet ve kemalata ulaşabilmek için gece gündüz çalıştı ve ilmi irfan yolunda gayret gösterdi.
Fatih küçük yaşta Arapça, Farsça, Latince, Sırpça ve Yunanca’yı edebiyatlarına vakıf olacak derecede çok iyi öğrenmişti.
Fen ve teknik bilgileriyle savaşlarda kullanacağı harp aletlerini tekâmül ettirdi. Projesi kendisine ait olan ilk havan topunu döktürerek İstanbul’un fethinde kullandı.
Fatih Sultan Mehmed madde ile manayı dercetmiş bir sultandı. Bunda Akşemseddin Hazretleri’nden aldığı manevi eğitimin önemi büyüktür. Akşemseddin Hazretleri onun ruhunu gergef gibi işlemiştir.
İlim ve zekâ meftunu Fatih, aynı zamanda engin gönüllü bir derviş ve hassas, rikkatli bir kalbe sahip bir şairdi. Sarayda divan sahibi olan ilk padişahtı.” Avni” mahlasıyla edebi değeri yüksek şiirler yazdı.
Fatih’in şahsında tasavvuf, hayatının bütününe solüsyon halinde karışmış ve yerleşmiştir:
Visâl-i yâr dilersen fenâyî ol Avnî
Ki bahs-i ilm ü amel ser-be-ser olur terzîk
Bu şiirinde sevgiliye kavuşmak isteyenin fenafillah yolunda yürümesi gerektiğini söyler. Şaire göre ilim ve amel endişesi ile dünyevi arzular peşinde koşmak, rızık endişesinden başka bir şey değildir. Oysa sevgiliyi arzulayan kişi, bu endişeden kurtulmalı, maddeden soyutlanmalı, Allah’ın varlığında yok olmalıdır:
Şimdi soralım aranızda çocuğuna “Avni”, ”Şaban” ismini koyabilecek biri var mıdır? Bilinçaltımızın derinliklerine manevi değerlerimizin isimleriyle avanak, inek gibi sıfatlar eşleştirilmektedir. Bunun masumane bir tesadüf olduğu sanılmamalıdır. Kültürümüzü yok etmek, dini değerlerimizi balyozlamak isteyen düşmanlar boş durmuyor. Biz ne yapıyoruz. Uyuyoruz veya uyutuluyoruz!..
Fatih’in manevi hayatında bir dönüm noktası teşkil eden hadise, fetihten bir müddet sonra Akşemseddin’le bir gece çadırda sabahlamasıdır. İşte o demde mürid mürşidine ram olmuş, hüzünle neşe, visalle hicran, hazla hasret aynı anda yaşanmıştır.
Fatih mahzun ve yere göğe sığamadığı bir gece, Akşemseddin’i çadırına çağırtıyor. O da daveti kabul ederek gecenin ilerleyen saatinde geliyor ve karanlıkta elini öpmek isteyen bir kalabalık içinde padişahla karşılaşıyor. Karanlık olması nedeniyle onu seçemiyor.
Akşemseddin Fatih’in pazusunu tutup sıktığında, padişah titreyip düşecek gibi oluyor. Akşemseddin onu bu hal gidene kadar göğsünden ayırmıyor. Başını kaldırır kaldırmaz dudaklarından çıkan ilk söz, kalbindeki düzensizliğin ve zihnindeki gazabın yerine, bir şiddetli şevk ve muhabbet geldiğini söylemek oluyor.
Bu durum, mürşidin müridini kendi kendinin hakikatinden haberdar ettiği ve ona cezbe kapılarını açtığı ve halinde değişiklik oluşturduğu özel bir demdir. Bu dem, öyle bir demdir ki ne okulda öğrenilir ne üniversitede… Kitaba ve kaleme gelmeyen bir demdir… Manevi alışverişin olduğu bir demdir.
Fatih, Akşemseddin’in manevi eğitimiyle sıradanlığı aşmış, maddi âlemdeki yükselişini maneviyat âleminde de tasavvufla geliştirerek, iki kanatlı dev bir şahsiyet olmuştur.
İlme çok önem verirdi. Bunu fethin onuncu yılında inşa ettirdiği Fatih Külliyesinden anlamak mümkündür. İnşa ettirdiği büyük caminin geniş avlusunun önünde sekiz medrese ve okul yaptırmıştı ki, bunlar bir tek üniversite sayılıyordu. Burada talebeler parasız okutuluyor ve yedirip barındırılıyordu. Bu külliye, entelektüel hayatın kalbi mesabesinde idi. Burada ayrıca kütüphane, tıp talebelerinin çalışması için bir hastane, misafirhane, yemekhane gibi bölümler vardı.
Sultan kendisi, medreselerindeki her talebe ile şahsen ayrı ayrı ilgilenir, her birinin teker teker sicilini tutturur ve muvaffakiyet derecelerini kaydederdi.
Fatih medreseleri, padişahın matematik ve felsefe gibi çok önem verdiği müspet ilimler arasında özellikle tıbba geniş imkânlar ayırmıştır.
Fatih’in ilme verdiği kıymeti gözler önüne seren şu örneğe bakınız. Fatih, talebelerin medreseye girdiği ana kapının önüne mezar kazdırdı. Çukurun üzerine demirden bir ızgara koydurdu. Ancak hiç kimse bu yapılanlara bir mana verememişti.
Fatih Sultan Mehmed Han dedi ki:
"Ben vefat edince üzerime, mezarımdan çıkan toprağı atmayın! Onun yerine bedenimi, medreseye devam eden ilim talebelerinin ayakkabılarından koparak ızgaranın altında biriken bu mübarek tozlarla, çamurlarla örtün. Umulur ki Cenab-ı Hak, onların yüzü suyu hürmetine bana merhamet eder."
Fethin gerçekleşmesinde üç merhale vardır:
1.     Hedef: Hacı Bayram Veli Hazretleri’nin Sultan İkinci Murad Han’a fethin Akşemseddin ile beşikte yatan şehzade Mehmed’e nasip olacağı müjdesi İkinci Murad Han’ın gönlünde heyecan uyandırdı ve o andan itibaren hedef belirlendi. Fatih daha küçük yaşlarda fetih projeleri yapar, oyunları hep fetih üzerine olurdu.
2.     Hazırlık: Şehzade Mehmed büyük bir kararlılıkla devrin en iyi hocalarından ders alarak yetiştirildi. Eğitiminde bilimin yanında gönül eğitimi de asla ihmal edilmedi. 6 yabancı dil, derin bir tarih şuuru, mühendislik bilgisi ve tasavvuf eğitimi ile İstanbul’u Mekke’yi Mükerreme’nin bizzat Peygamber Efendimiz’in fethedilmesindeki ruhun aynısıyla fethetmeye hazırlandı. II. Mehmet tarihin ilk ağır toplarını döktürdü. Karadan ve denizden kuşatılması gereken bu şehir için her türlü tedbiri aldı. "Ya ben İstanbul’u alırım, ya da İstanbul beni." diyordu. Ölümü göze alacak kadar kararlı olan bir insanın elinden hiçbir şey kurtulamazdı. Nitekim gayretler başarıyla sonuçlandı.
3.     Sabır: İstanbul’un fethi için hiçbir hazırlık ihmal edilmedi. En küçük detaylar dahi düşünüldü. Fatih hocası Akşemsettin Hazretlerinin izni ve duası ile kuşatmayı başlattı. O, düşmanların hayallerinin bile ulaşamayacağı şeyleri "gerçek" haline getirmişti. Donanmayı bir gecede Dolmabahçe'den Haliç'e indirmeyi başardı. Gemileri karadan yürüttü Bütün tedbirlere rağmen İstanbul düşmüyordu. Son gece Fatih hocasının yanına geliyor:
"Hocam, ne olur, artık himmet buyurun da İstanbul'u fethi müyesser olsun." diye ağlıyordu. Akşemsettin Hazretleri kısa bir uykuya dalıyor, rüyasında Ebu Eyyüb el-Ensarî'nin kabri gösteriliyordu. Bu fethin müjdecisiydi. Gece yarısı talebesini yeniden çağırıyor, 29 Mayıs sabahı için son hücum emrini veriyordu. 53 gün süren zorlu mücadele büyük bir sebatla fetihle sonuçlandırıldı. İstanbul’un fethi şehrin zaptı ile sonlanmadı.  Devam eden kararlı ve planlı faaliyetler ile İstanbul İslam âleminin en gözde diyarı oldu.
Fetih sadece beldeler fethetmek değildir; Fatih İstanbul’u fethetmekle ruhları fethetmiştir. Fetih "açma", "başlatma" anlamlarına geliyor. Fetih tüm insanlığın gönlünü imana, hakiki mutluluğa açmaktır. Bu fetih ilimle, imanla, irade, muamelat, san’at ve kültürle İslam medeniyetini oluşturmaktır.
Fatih kalplerin fatihi olmuştu. Nitekim İstanbul alındıktan sonra Türkleri bu şehirden çıkarmak için papanın yaptığı teklife, Ortodoks Bizans’ın papazları şu cevabı vermişlerdi:
“Şehrimizde Katolik külahı görmektense Müslüman sarığı görmeyi tercih ederiz”.
Ayrıca Rumlar Fatih’in idaresinde pekçok hürriyetlere kavuşmalarından cesaret alarak, kendi davalarının da kendi hâkimleri tarafından görülmesini istediler. Fatih onlara “hayır” demedi, “Önce bizim mahkemeleri bir görün, dinleyin ondan sonra karar verin” dedi. Bunun üzerine Rumlar birkaç davayı izliyorlar ve sonuçta Fatih’in idaresindeki adalet sistemine hayran kalıyorlar ve kendi davalarının da Müslüman hâkimler tarafından görülmesini istiyorlar.
Kaynaklardan vasiyeti gereği mi yoksa hürmet ve takdir hisleriyle mi yapıldığı meçhul, Fatih’in sarığı ve kılıcıyla birlikte defnedildiğini öğreniyoruz. Sarık bilgiyi, kılıç kuvveti; başka bir deyişle sarık ahireti, kılıç dünyayı temsil ediyordu. Fatih, hayatında olduğu gibi ölümünde de ‘İki fetih’ yolunu göstermiş oluyordu böylece. Bakın Nurettin Topçu bu ‘iki fetih’ kavramını nasıl açıklamış:
“…İnsanın iki dünyası var: Hırs için sürünen vücuduyla aşk İçin yaratılan ruhu… Fethin de iki cephesi vardır: Maddeden ibaret olan toprağın ve servetin fethinden aydınlıklar âlemi olan ruh dünyasının fethine yükselmedikten sonra şu arzın senle ben arasında paylaşılmasından ne çıkar?.. İkinci fetih ruhun fethidir ve birincisi buna ulaştırıcı vasıta olunca mübecceldir, manalıdır, değerlidir ve Peygamberin diliyle tebşirlere [müjdelere] lâyıktır. Fatih bu ikizli fethi başarmış büyük insandı.”
Ancak şu bir gerçek ki fedai olmadan fetih olmaz. Can feda etmeden İslam yayılmaz. Uğrunda ölüm göze alınabilen davalar ebedî olarak yaşar. Ulubatlı Hasan’ın surlara sancağımızı ölüme koşarak nasıl diktiğini hatırlayalım.
"Fetih ruhu"nu genç nesle taşımak ve yaşanmaya değer hayatın ne olduğunu göstermek zorundayız. Onlara fethin ancak şu üçlü sayesinde gerçekleşebileceğini anlatmalıyız: Herkesi kuşatan, adaletli devlet, madde ve manevi boyutlarıyla çift kanatlı bir ilim; iman dolu, aşk dolu bir kalp. İşte Fatih bu üçlüyü yaşatmıştır. Şunu unutmayalım ki ilim ancak kalbin gösterdiği yolda yani kuru akılcılık değil mana boyutlu olursa büyük devlet gerçekleşir.
Fatih’in mirasına ne kadar sahip çıkabildik? O Rumların kalbini fethetmişti. Şimdilerde gençlerimizin ve çocuklarımızın ruhu fethediliyor. Ne kadar farkındayız? Haçlı orduları gelecektir ve yine hüsrana uğrayacaklardır. Ancak günümüzde düşman kaleyi içten fethetmeye çalışıyor. İşte bu daha tehlikelidir. Amerikalı Hamlen milletin kültürünü fethedeceğini Robert Kolej’i kurduğunda söylemişti. Şimdi bu yıkım sanat halinde, kültür halinde, dizilerle, sinemalarla, müzikle ruhumuza karışıyor. Dışımızda iken düşmanı görüyor, ona karşı cihad ediyorduk. Şimdi sanki bizdenmiş gibi benliğimize girdi, ruhumuza sızdı. İçimizdeki masum halkı ve gençleri, minnacık yavrularımızı zehirleyerek, şahsiyetinden, kendi öz kültüründen, dininden uzaklaştırmaya çalışıyor.
Bu ruhumuzu bozma, çürütme planından ne kadar haberimiz var? Engel olmak için önlemlerimiz var mı? Milletimizin öz kültürüne, şahsiyetine, benliğine kim sahip çıkacak?
İşte bu noktada bize fetih lazım… Bu fetih ruhlarımızda olmalı. Bu fetih mazimizin en derin tabakalarına sıkı sıkı uzanan gönüller istiyor. Yeniden diriliş, silkelenme, fedakârlık, ruhumuza hitap edecek eğitim ve öğretim istiyor.
İşte Fatih’in nesillere emaneti olan fetih; ruhlarımızı ebedileştirecek, ebedi visale kavuşturacak bir fetih olmalıdır.
Fatih ilme ve ilim adamlarına çok önem verirdi; biz ilme hürmeti unutup, eğitimi kısır hale getirince yıkım başlamıştır. Okullarımızı, üniversitelerimizi, gazete, dergi ve medyayı yabancılara teslim edişimiz yıkımı hızlandırmıştır.
Çocuklarımıza kahramanlarımızı tanıtalım ki, her gencimiz "Fatih, II. Murad, Ulubatlı Hasan, Yıldırım, Yavuz, Seyyid Çavuş" olmaya özensin. Fetih ruhuyla yeniden ruhumuzu, öz benliğimizi kurtaralım. Tarih ve insanlık tahtında hâlâ önemli bir şahsiyet olan Fatih, kulluk şevkiyle feryat ederek bize aşk ve imanından haber veriyor:
Zülfünün zencîrine bend eyledi şâhım beni
Kulluğundan etmesin âzâd Allah’ım beni
558. yıldönümünde İstanbul’un fethini hatırlamak aslında Fatih’te kendimizi aramak olmalıdır.
kûy-i cânân,  25.05.2011


(Alıntı)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Esmaül Hüsna (Arapça- Türkçe) دُعٰٓاءُ اَسْمٰٓاءُ الْحُسْنٰى

Şifa Salavâtı (Salavâtı Tıbbil Kulubi/Salâvatı Tıbbiye)

Güzel Ahlakla ilgili 40 Hadis