Allah Cennet veya Cehenneme Gideceğimizi biliyorsa, ne diye bizi bu dünyaya gönderdi?
Allah Cennet veya Cehenneme
Gideceğimizi biliyorsa, ne diye bizi bu dünyaya gönderdi?
Değerli kardeşimiz,
Sorunuzu bazı soru ve cevaplarla
açıklamaya çalışalım.
Kader, bir iman rüknüdür ve şöyle
tarif edilir:
Kader: “Hak Teâlâ’nın,
ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyin, her şeyini ve her hâlini,
zamanını ve mekânını, sıfatlarını ve özelliklerini ezelî ilmiyle bilip, ona
göre, takdir etmesidir.”
Kaza ise, kaderde planlanan bir
şeyin yaratılması, varlık sahasına çıkarılmasıdır.
Kâinatın altı devrede
yaratılışından, insanın ana rahminde dokuz ayda teşekkülüne kadar her hâdise
kaderi gösteriyor!
Güneş sisteminden atom sistemlerine
kadar her hikmetli tanzim, kaderi ilan ediyor! Elementlerin sayıları ve
özellikleri, kaderden haber veriyor! Bitkilerin ve hayvanların cinslere,
türlere ayrılmış olması, her türe farklı kabiliyetler takılması, hep kader ile
olmuş!
Meleklerin, hayvanların ve
cansızların sabit makamlı kılınması, insanların ve cinlerin ise imtihana tâbi
tutulması, kader ile plânlanmış!
Cennet ve cehennemin yaratılması,
ilâhî ilim ile takdir edilmiş! O menzillere hangi yollardan gidileceği de yine
kader ile tespit edilmiş!
Hangi güzel amele ne kadar sevap,
hangi günaha ne kadar azap verileceği de kader ile tayin edilmiş!
Bir bilim dergisinde, insan
bedenindeki harika nizam anlatılıyor ve ilâhî takdir konusunda çok güzel
misâller sıralanıyordu. Ve yazı şöyle bağlanıyordu:
“Bedenimizin tamamı bir yana,
sadece başparmağımız olmasaydı teknik ve medeniyet ortaya çıkmazdı.”
Gerçekten de, bütün buluşlar,
keşifler, sanatlar bir yönüyle, başparmağa bağlı. O da diğer parmaklarla yan
yana gelseydi, ne kalem tutabilirdik, ne kaşık, ne de çekiç. İnsanoğlu, bütün
varlık âlemi bir yana, sadece başparmağına ibret nazarıyla bakabilse, ilâhî
takdiri en açık bir şekilde görecektir.
Kader konusunda ezberledikleri
birkaç soruyu durmadan tekrarlayan adamlar, kaderin bu aslî manasını hiç
düşünmezler. Şu haşmetli kâinatın bir ezelî ilim ve takdirle, safha safha
yaratıldığı akıllarından bile geçmez. Kaderin bu haşmetli tecellilerini
seyredemedikleri gibi, çekirdekleri, tohumları, yumurtaları, spermaları,
genleri de bu açıdan değerlendiremezler. Halbuki bu küçük yaratıklar sanki
cisimleşmiş birer plan, birer program... Allah’ın hârika takdirini ve ince
hikmetini aklı başında olanlara ilan ediyor, ders veriyorlar.
Ve insan, yaratılışı icabı, kadere
inanmakla mükellef! Çünkü ölçüden, tartıdan anlıyor. Yapmaya karar verdiği bir
evin odalarını bilerek takdir ediyor. Mutfağını, banyosunu, hep yerli yerine
koyduruyor. Yarını hakkında planlar kuruyor, hedefler tespit ediyor, kararlar
veriyor. İşte bu yaratılışı onu kadere imanla mükellef kılıyor.
Düşünelim bir kere: şu görünen
varlıklar içerisinde bizden başka hangi fert kendi varlığından ve yaratılış
safhalarından haberdar? Ne olduğunu, niçin yaratıldığını ve nereye gittiğini
bilen hangisi? Kuşlar mı, ağaçlar mı, güneş mi, ay mı?
Hayvanlar kendi organlarından
habersiz. Bitkiler yapraklarını tanımaz. Deniz, içinde yüzen balıklardan gafil.
Ay, neyin etrafında döndüğünü bilmez.
Ama insan öyle mi? Kendi
bedenindeki nizam kadar, ruhundaki intizamı da biliyor. Elementlerin vazifelerini
bildiği gibi, hayvan türlerini, sema sistemlerini de tanıyor. Her ferdin, her
nevin ve her sistemin niçin yaratıldığını, ne gibi hikmetler taşıdığını, az da
olsa, anlayabiliyor. Bu yaratılışı sayesinde, kaderin eşyadaki o sonsuz
tecellilerine de bir derece muhatap olabiliyor.
Kadere iman huzur kaynağı
Kadere iman, insan için, en büyük
huzur kaynağıdır. Mümin olan insan, gerek kendi nefsinde gerek dış âlemde
gördüğü bütün tanzim ve takdirlerin nice hikmetlerle dolup taştığını ve
hepsinin de rahmeti netice verdiğini düşünür. “Kaderin her şeyi güzeldir.”
diyerek, başına gelen her türlü hâdisenin altında rahmet ve hikmeti arar.
Dünya ve âhiret saadeti için
gerekli her teşebbüsü yapar ve sonunda Allah’ın rahmet ve keremine itimat eder,
huzur bulur! Kaybettiğine gam çekmez. Geçmişte kaçırdığı fırsatlara
"ah!" etmez. "Şöyle olsaydı böyle olmazdı!" yahut,
"Böyle olmasaydı şöyle olurdu!" gibi lâfların ruha sıkıntı vermekten
öte bir fayda sağlamadığını bilir. Mazinin yükünü sırtından atar. Allah’a
güvenerek istikbale doğru yol almaya koyulur, huzur bulur!
Allah’ın kendisine lütfettiği
nimetlerle, servetlerle, kabiliyetlerle övünmez, gururlanmaz. Her hayrı ondan
bilir, huzur bulur!
Kadere inanmayanlar insanlığa neyi
takdim ediyorlar?
Çalışmayıp, tembelce oturmayı mı?
Yoksa, sebeplere teşebbüs etmekle birlikte sonra neticeyi rıza ile karşılamayıp
üzülmeyi, dövünmeyi mi?.. Bunda insanlığı ıstıraba sürüklemenin ötesinde ne
fayda umuyorlar? Hassas ruhu ve tahammülsüz bedeni ile şu aciz insanı, nasıl bu
ağır yükün altına sokuyorlar!?. Yoksa huzursuz, asabi ve isyankâr ruhlardan,
kendi yıkıcı emelleri hesabına bekledikleri bir şeyler mi var?
Suçlarımızı kadere yükleyebilir
miyiz?
Kaderi ikiye ayırabiliriz: a) Izdırari
kader, b) İhtiyari kader.
"Izdırari kader"de bizim
hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz
yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz ızdırari kaderimizin konusu.
Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de
yok.
“İhtiyari kader” ise,
irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli
ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir.
Kalbimiz çarpıyor, kanımız
temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda, bizim
bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan biz değiliz.
Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler devam ediyor.
Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki,
kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi
fiillerde karar veren biziz. Zayıf da olsa bir irademiz, az da olsa bir
ilmimiz, cılız da olsa bir gücümüz var.
Yol kavşağında, hangi yoldan
gideceğimize kendimiz karar veriyoruz. Hayat ise, yol kavşaklarıyla dolu.
Şu halde, bilerek tercih ettiğimiz,
hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verip işlediğimiz bir suçu kendimizden
başka kime yükleyebiliriz?
Yaptıklarımızı Allah yarattığına
göre bizim suçumuz ne?
İnsanın cüz-i ihtiyari adı verilen
iradesi, önemsiz gibi görülmekle beraber, kâinatta geçerli olan kanunlardan
istifade ederek büyük işlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.
Bir apartmanın üst katının
lütuflarla, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın
bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine,
apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın
düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise
azaba duçar olacaktır.
Burada iradenin yaptığı tek şey,
sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör
ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla
hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt
kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye
gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.
İnsanın kendi iradesiyle yaptığı
bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye
gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş
bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her
iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.
Kâinattaki faaliyetlerde olduğu
gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve
insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir.
Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve ihtiyarına
bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya
doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o
insana ait olmaktadır.
Kader zulüm eder mi?
Bazı insanlar zengin, güzel ve
sıhhatli doğarlar; bazıları da fakir, çirkin ve sakat. Bunlar, insan iradesinin
karışmadığı “ızdırari kader”in konusudur. Bu farkı bahane ederek zulümden söz
edenler duyarız. Halbuki, zulüm bir hakkın çiğnenmesidir. Kulun ise, Allah'ta
hiçbir hakkı yoktur. O, ne vermişse sırf lütfundan dolayıdır.
Bize düşen, verilmeyen nimetleri
düşünüp isyana yeltenmek değil, verileni hatırlayıp şükretmektir. Eksiklikler,
kulun denenmesi içindir. Dünyayı bir imtihan salonuna benzetirsek, hoşa
gitmeyen durumlar birer imtihan sorusudur. Kul isyan mı edecek, yoksa verilen
nimetlere şükürle, mahrum kaldığına sabır ile mi karşılık verecek?
Zengin bir tüccar düşünelim.
Dükkanına gelen iki fakire, sırf merhametinden dolayı iyilik etmek istiyor.
Birine gömlek ve pantolon giydirdi, diğerine ise, bunlara ilaveten ceket ile
palto hediye etti. Sadece gömlek ve pantolon alan adam, “Tüccar bana zulmetti,
öbür adama fazla verdi.” diyebilir mi? Derse, bu sözü edepsizlik olmaz mı?
Biz insanlar da bu fakirlere
benziyoruz. Allah, sonsuz merhameti sebebiyle, tükenmez hazinesinden nimetler
veriyor. Vücudumuzu, aklımızı, hayalimizi, soluduğumuz havayı, içtiğimiz suyu,
yediğimiz gıdayı yaratan o. Çalışmadık, kazanmadık, hak etmedik. O, sırf
lütfundan dolayı ikram ediyor. Eksik alan sabrederse ebedi nimetler kazanacak.
Dünya hayatı kısa bir imtihandan
ibaret... Az nimetlenen kul, birinci adam gibi asi olur, “zulüm” derse,
edepsizlik eder. Vazifesi, verilene şükretmektir. Aksi halde azaba davetiye
çıkarır.
Allah, her işinde adildir, asla
zulmetmez. Musibetlere de bu açıdan bakmak gerekir. Belalar ya işlediğimiz bir
hatanın sonucudur veya imtihanın ürünüdür.
Evi yanan kişi, kadere dil
uzatmadan önce, bildiği bir sebep yoksa bile, yine suçu kendisinde arasın.
Belki bir insanın kalbini kırmıştır! Ev yakan suç işler, ama kader adalet eder!
Rüzgârın önünde bir yaprak mıyız?
Dikkat edilirse, kaderi bahane
ederek, “Benim ne suçum var.” diyen kişinin, iradeyi yok saydığı görülür.
Eğer insan, “rüzgarın önünde
sürüklenen bir yaprak” ise, seçme kabiliyeti yoksa, yaptığından mesul değilse,
o zaman suçun ne manası kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman
mahkemeye müracaat etmiyor mu?
Hâlbuki anlayışına göre şöyle
düşünmesi gerekirdi:
“Bu adam benim evimi yaktı,
namusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Kaderinde bu fiilleri
işlemek varmış, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi ki.”
Hakkı çiğnenenler gerçekten böyle
mi düşünüyorlar?
İnsan yaptığından sorumlu olmasaydı,
“iyi” ve “kötü” kelimeleri manasız olurdu. Kahramanları takdire, hainleri
aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü her ikisi de yaptığını isteyerek yapmamış
olurlardı. Hâlbuki hiç kimse böyle iddialarda bulunmaz. Vicdanen her insan,
yaptıklarından sorumlu olduğunu ve rüzgârın önünde bir yaprak gibi olmadığını
kabul eder.
Allah’ın ne yapacağımızı bilmesi,
bizi sorumluluktan kurtarır mı?
Bir film senaryosu tasarlayalım:
dedektif, soygun planı hazırlayan üç adamı gizlice dinliyor. Zamanı gelince,
soyulacak yere gidiyor. Maksadı suçüstü yakalamak. Fakat soyguna başlarken,
adamlar planı değiştiriyorlar. Biri vazgeçiyor, ikisi başka türlü hareket
ediyorlar. Eğer bir başkasının bilmesi soyguncuların hareketlerini
engelleseydi, planın değişmemesi gerekirdi. Polisin önceden bilmesi olaya hiç
tesir etmedi.
Plan değişmese yine etmeyecekti.
Çünkü onlar, bu işi polis öyle biliyor diye yapmayacaklardı. Zaten polisin
neler bildiğini de bilmiyorlardı.
Eğer planı uygulasalar,
yakalansalar ve polis, yaptıklarını önceden bildiğini söyleseydi, “Sen böyle
bildiğin için, biz bu suçu işledik. Gerçek suçlu sensin. Biz masumuz.” mu
diyeceklerdi?
Günah işleyip de suçu kadere, yani
“o işi önceden bilen ilahi ilme” yüklemek isteyen günahkârın bunlardan ne farkı
var?
“Kaderimden kaçamam, yazılan başa
gelir, olacak denen olur. Öyleyse günahımdan dolayı niçin suçlu sayılıyorum?”
diye düşünenler hiç de az değil.
Bu mantığın, mesuliyetten kurtulmak
isteyen bir suçluya ait olduğu gün gibi ortada. İşte formül: suçu kadere yükle ve
rahatla! Adil bir hakem olan vicdanın, bu düşünüş biçimiyle huzura kavuşacağını
sanmıyorum. Çünkü, yapıp ettiklerimizin dikkatli bir şahididir o. Şüphesiz bir
“kader kanunu” vardır ve hükmünü yürütür, ama “irade” de bir kanundur. Her
günahı isteyip dileyerek işlediğimizi nasıl unutabiliriz? Alınyazımızı
okuyamıyoruz, kaderde olanı bilmiyoruz. Bizim bildiğimiz, önümüzde biri iyi,
diğeri kötü iki yol bulunduğu. Asla inkâr edemeyeceğimiz irademizle birinden
gidiyoruz. Giderken de nefsimizden başka bir zorlayıcı olmadığını pekala
hissediyoruz. Önce değil, ancak her şey olup bittikten sonra öğreniyoruz alın
yazımızı.
Şu misalin meselemize ışık
tutacağına inanıyorum. Harika bir kameraman düşünelim. Diyelim ki, bu adam,
bizim gelecekteki on günlük hayatımızı gizlice filme aldı. Yani o, on günlük
yaşantımızı önceden bildi. Biz de film olayını öğrendik, ama bantta neler
olduğunu bilmiyoruz. On birinci gün filmi bize gösterdi. İşlediğimiz hataları,
günahları ve suçları seyrettik. Kameramana, “Sen bizim on günlük geleceğimizi
bilmesen, görüntülemesen, biz bu suçları işlemezdik.” diyebiliriz miyiz?
Bilmekle yapmanın çok farklı şeyler
olduğunu vurgulamak gerekir. Bir misal vermiştik. Bizlerin bir çekirdeğin ağaç
olacağını bilmemiz onun ağaç olmasına gerek olmadığı anlamına gelmez.
Ayrıca bir makine veya bina için
bir plan yapılsa, madem ki plan var, öyleyse binaya ve makinaya ne gerek var
denilebilir mi?..
Yarın bir yere gideceğimizi ve
şunları yiyeceğimizi planlıyalım. Buna göre madem ne yapacağımız belli öyleyse
ne gerek var gitmeye ve yemek yemeye diyor muyuz?..
Biz bile gündelik basit şeyler için
bunu diyemezsek, Allah'ın sayısız hikmetlerle yarattığı insanı, madem ne
yapacağını biliyordu öyleyse neden imtihan ediyor denilemez.
Kaderin esas anlamı,
"Allah’ın, olmuş olacak her şeyi bilmesi" demektir. Dikkat edersek
insan iradesini yok saymıyor. Bilmek ayrı yapmak ayrıdır. Bilen Allah’tır,
yapan kuldur. Bu konuya bir misal verelim:
Peygamberimiz (asm) İstanbul'un
fethini ve komutanını yüz yıllar önce müjdelemiş ve haber vermiştir. Zamanı
gelince de dediği gibi çıkmış. Şimdi, İstanbul Peygamberimiz (asm) dediği için
mi fethedildi, yoksa fethedileceğini bildiği için mi söyledi. O zaman Sultan
Fatih yatsaydı, çalışmasaydı, ordular hazırlatıp savaşmasaydı yine olacak mıydı?
Demek ki Allah Fatih'in çalışıp İstanbul’u fethedeceğini biliyordu ve bunu
elçisi Hz. Peygamber (asm)'e bildirdi.
Buradaki ince nokta: Allah bildiği
için yapmıyoruz; biz yapacağımız için Allah biliyor. Zaten Allah’ın geleceği
bilmemesi düşünülemez. Bilmese veya bilemese yaratıcı olamaz.
Buna bir örnek verelim; Allah dostu
evliyadan bir öğretmen düşünelim. Öğrencilerinden birisine “Yarın seni şu
kitaptan imtihan edeceğim.” diyor. Fakat öğretmen Allah’ın izniyle onun filim,
maç, oyun, eğlence, derken sabah okula çalışmadan geleceğini bilerek, akşamdan
karnesine “0” yazıyor. Ertesi sabah öğrenci sorulan sorulara cevap veremiyor ve
sıfırı hak ettiğini bildiği anda, öğretmen cebinden not defterini çıkarıp
“Senin çalışmayıp sıfır alacağını bildiğim için önceden deftere sıfır
yazmıştım.” diyor. Buna karşı öğrenci “Hocam sen sıfır yazdığın için ben sıfır
aldım. Yoksa geçer puan yazsaydın geçerdim.” diyebilir mi?
Demek ki Allah yazdığı için biz
yapmıyoruz, bizim yapacağımız şeyleri bilerek Allah yazıyor. İşte buna kader
diyoruz.
Teşbihte hata olmasın, Allah da,
bizim ömrümüz boyunca yapacaklarımızı “ezeli kamerasıyla “Levh-i Mahfuz”
denilen bir banda alıyor. Fakat biz o filmde neler bulunduğunu asla bilmiyoruz.
Bu tespit hareketimize, niçin tesir etsin! Gerçek bu olunca, mesuliyet elbette
bizimdir. Hür irademizle kötüyü seçip, günah işlediğimiz için suçlanıyoruz,
başka şey için değil. “Kaderimde yazılıysa suçum ne?” demeye hiç hakkımız yok.
İsteyerek suç işlemek “suç” değilse, suç ne peki?
Bize düşen, günahımıza tövbe etmek,
affı için yalvarmak ve güzel ameller işleyip cezadan kurtulmaya çalışmak. Suçu
kadere yüklemeye çalışmakla ancak kendimizi aldatabiliriz, Allah'ı, asla!
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Yorumlar
Yorum Gönder