Dini Çığır Açmak Kolay mı?

Dini Çığır Açmak Kolay mı?
Ahmet Yatağan

Yol, itaat ve sabırla gidilecek. Kâh mahzun olacak kalpler, kâh sevinçli coşkulu.
Ve her hal bir imtihan olacak. Hudeybiye günündeki gibi. Orada ve ondan sonra kalbi dosdoğru, adımları kararlı olan kimileri çığırlar açacak, kolbaşı olacak.
Nice sahabiler gibi. Hudeybiye'de toplanan bazı Müslümanlar, doğup büyüdükleri vatanları Mekke'yi bırakıp gitmişlerdi. Sadece dinlerini daha iyi yaşamak, daha iyi kulluk edebilmek için. Hicret... Ama Mekke'ye dönecekleri günü de hasretle bekliyorlardı. Bir tarafta Mekke'de müşriklerin elinde esir kalan çaresiz müminler, diğer tarafta Medine'de Beytullah'a özlem duyanlar... O gün sanki bir vücut ikiye ayrılmış gibiydi. Gönüller Sultanı Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi Vesellem Medine'deydi. Mekke'de hakikat ışığına kör kalanlar:
- Muhammed hiçbir zaman Mekke'ye giremeyecek! Diyorlardı. Kâinatın Efendisi Sallallahü Aleyhi Vesellem ise Hz. Osman Radiyallahü Anh'ı Mekke'ye göndermiş:
-Mekke'de iman gizli kalmaz! Diyordu.

Bir Yürek Devleti

Gönüller mahzundu. Ve o gün... Mekkeli veya Medineli olmanın anlamı çok
büyüktü. Medineliler Gönüllerin Sultanı ile beraber, Mekkeliler ise O'ndan
ayrıydı. Bu, sahabi olanın taşıyamayacağı ağırlıkta bir yüktü. Bu yükün bir
nebze de olsa anlatımı Hz. Osman Radiyallahü Anh'ın ifadesiyle şöyleydi: Sahabe-i Kiram, içli içli o kadar çok ağlıyorlardı ki, neredeyse ağlamaktan ölüme yaklaşmışlardı.
Rasul'ün gözleri önünde, O'nun gönlü etrafında kenetlenen müslümanların en
büyük derdi, Beytullah'ı tavaf edebilmekti. Medineli müminler şöyle diyordu:
Ey Allah'ın Rasulü! Osman'a ne mutlu! O Beytullah'a kavuştu, şu an Mekke'de...
Ancak Gönüller Sultanı Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem onlara: Biz tavaf etmekten alıkonulmuşken, hiç sanmıyorum ki Osman, Beytullah'ı biz olmadan tavaf edebilsin, diyordu. Ayakların titrediği, şeytanın ve nefsin sayısız desiseler soktuğu o gün, Hudeybiye Günü, sahabenin olaylar karşısında öylesine bir duruşu vardı ki, aynen şuna benziyordu: “Öyle bir ekin ki, filizini çıkarmış, sonra da onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış da artık gövdesi üzerine doğrulmuştu.” (Fetih, 29) İşte bu yürek devleti inananları kuvvetlendiriyordu.

Öpülesi Eller Kimin?

Hudeybiye'de Sahabe-i Kiram hurma ağaçlarının altında hasret bağının güllerini
devrişiyorlardı. O vakit çıkarılan şayia yürekleri parçaladı: “Mekke'ye gönderilen
Osman öldürüldü!..” Vücudun bir organı koparsa ne olurdu? Hem de Osman
kendileri adına Mekke'ye gönderilmişken, bir de onu Alemlerin Sultanı elçi
yapmışken?!. Etle tırnağı beraber yaratan Allah, Rasulü'ne insanı insan yapan
sanatı öğretmişti. Şimdi o sanat icra edilecekti. Sanatkâr ise Sevgililer Sevgilisi
idi. Tüm gönüller O'nun etrafında toplanıverdi. Kimi ağaç dallarıyla Efendimiz
Sallallahü Aleyhi Vesellem'i gölgeliyor, kimi de -Hz. Ömer Radiyallahü Anh gibi- Kâinatın Biriciği'nin elini kendi eliyle tutup destek veriyor, müminler biat ederken O'nu incitmesinler diye hassasiyet gösteriyorlardı. Mekke müşrikleri ise Peygamberimiz'le bir an önce anlaşmayı hedefliyorlardı. Mekkeli müşriklere göre Müslümanlar artık kaybetmek üzereydi. Belki de onlar Sahabe-i Kiram'ın toparlanmaması için bir ilm-i siyaset izliyorlardı. Oysa din Allah'ındı. O, şöyle buyuruyordu: “Sen dışarıdan onları (müşrikleri) birlik içinde sanırsın. Hâlbuki onların kalpleri darmadağınıktır.” (Haşr, 14) İşte madde ve mananın karşı karşıya geldiği o an, Süheyl adında bir Mekkeli, Peygamberimiz'le anlaşmak üzere Medine'ye geldi. Müslümanların duruşu açık ve netti. Anlaşmak isteyenler ise Mekkeli müşriklerdi.
 Hedeflerini ise şöyle belirlemişlerdi: Medineli müminler Mekke'ye gelsinler.
Orada üç gün kalsınlar. Ancak Kâbe'yi tavaf etmesinler! Böylece “Onlar bir
oyun kurdular. Allah da onlara oyun kurdu. Allah, bütün hilekârlıkları hakkıyla
bilendir.” (Âl-i İmran, 54) Ve... Perdenin arkasını nübüvvet sırlarıyla gören
Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem şöyle buyurdu: Müşrikler barış yapmak istediklerinde hep bu adamı göndermişlerdir! Böylece Süheyl'in gelişinin aslında bir fetih başlangıcı olduğuna işaret ediyordu.

İmtihan ve Sabır

Ve Hudeybiye anlaşması yapıldı. Anlaşma maddeleri, görünüşte Müslümanların
aleyhine işleyecek gibiydi. Bu nedenle Sahabe-i Kiram çok mahzun oldu.
Boyunlarını büktüler. Ümitleri neydi, ne olmuştu? İnandıkları Rasul nelere imza atmıştı? “Müminlere katılmak üzere, Mekke'den kim gelirse gelsin geriye iade edilecek, ancak Müslümanlardan Mekkelilere katılan olursa, asla geriye verilmeyecek...” Hz. Ömer Radiyallahü Anh dayanamamıştı: Ey Allah'ın Rasulü! Bu maddeyi de mi kabul edeceksin? Demişti. Sevgili Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem ise tebessüm etmiş ve şöyle buyurmuştu: Evet, ama Allah bize bir yol açacaktır!
O an zaman durmuş, gönüller yıpranmıştı belki de. Ama insan bu, su misali...
Sular kendisine nasıl yol bulup gidiyorsa, kalpler de bir yol bulup gidecekti elbette. Ama gidilen yol önemliydi. O yol bazen ovayı, sarp geçitleri, bazen yaylaları, bazen meltem esintilerini ve bazen de fırtınaları andırır. İşte insanın gönlü bir yol bulup giderken kalp ak pak olsun diye “Allah, insana takvayı ve fitneyi ilham etmişti.”(Şems, 8). Demek ki Allah, kendisine gönülden bağlananları olaylarla ayırd ediyordu. İnsanoğlu olayların içinde takva ve fitnenin ne demek olduğu daha iyi kavrayabilecekti. Bu böyleydi. Ama kolay
değildi. İlâhi kader!.. O gün, baba ve oğul sebepler dünyasında bakın nasıl yol
bulmuştu? Anlaşmanın imzalandığı sırada, Mekke'de esir kalan Ebu Cendel
çıka geldi. Ayaklarına prangalar vurulmuştu, zincirlerini sürüklüyordu. Gönüller
Sultanı Sallallahü Aleyhi Vesellem 'in huzuruna geldi. Babası Süheyl: Onun burada ne işi var? Diyordu.
Hışımla oğlu Ebu Cendel'in boynundan tuttu. Yüzüne gözüne sopayla vurmaya başladı ve şöyle dedi: İşte Ey Muhammed! Yaptığımız anlaşma gereği bana vereceğin ilk kişi budur! O an... Belki de kalpler durdu, bakışlar donakaldı. Hiç kuşkusuz bu bir tesadüf değildi. Ebu Cendel: Ey Allah'ın Rasulü! Ey müminler topluluğu! Sizler, bana işkence yapsınlar, beni dinimden döndürsünler diye mi beni müşriklere teslim ediyorsunuz? Uğradığım işkenceleri görmüyor musunuz?
Ben müslüman olarak aranıza katılmadım mı? Diyordu. Uzanan elleri, medet uman gözleri adeta yürekleri parçalıyordu. Feryatlarının ağlatmadığı tek sahabi kalmamıştı o gün, o an Hudeybiye'de... Ama Gönüller Sultanı Sallallahü Aleyhi Vesellem ona şöyle diyordu: Ebu Cendel, sabret. Bizler verdiğimiz söze vefasızlık edemeyiz. Zira barış anlaşması yapmış bulunuyoruz. Kalpler takvaya ulaşmazsa fitne, isyana giden bir yol bulurdu elbette. O günün takva sahipleri, ihtimal, Allah'a uzanan yolun zemininde bu tür olaylarla yetişiyordu. Hem Ebu Cendel'deki o iman, nice insanların gönüllerine doğan bir güneş olacaktı. Zaman bunu gösterecekti zira...

Ateş Çakmağı

Bu olaydan tam bir ay sonraydı... İkindi namazının sonunda Mescid-i Nebi'de
Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem ve Sahabe-i Kiram oturuyordu. Mescide koşarak biri girdi.
 Mekkeli müşriklerden Kevser'di bu gelen. Ve: Ey Muhammed! Adamın Ebu
Bâsir, Mekke'den kaçtı. Arkadaşımı öldürdü. Ben onun elinden zor kurtuldum.
Yakalasaydı beni de öldürecekti, diyordu soluk soluğa. Daha sözünü bitirmemişti ki Ebu Bâsir, mescidin önünde devesini çökertmiş, Rasulullah'ın huzuruna girivermişti. Şöyle diyordu: Ey Allah'ın Rasulü! Sen üzerine düşeni yaptın. Verdiğin sözü Hudeybiye'de tuttun. Beni onlara teslim ettin. Ben ise dinimden dönmedim ve onlara direndim. Ama Allah bugün beni onlardan kurtardı! Gönül derdi dışa vuranın hali, insanlara tesir ediyordu anlaşılan. Ebu Bâsir de Ebu Cendel gibi iman dertlisiydi. Ebu Bâsir'deki bu iman güzelliği, o an sahabilere cesaret vermişti. Zira Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem Ebu Bâsir'e: Ne müthiş adam! Adeta ateş çakmağı! Bir de yanında arkadaşları olsa yapamayacağı şey yok! Buyurmuştu. Böyle bir imandan o gün memnun olmayan tek kişi, olsa olsa Mekkeli müşrik Kevser olabilirdi.

Cemaatin İmamı Olabilmek

 Aslında o an, Ebu Bâsir'in en zor zamanıydı. Zira onun yurdu ne Mekke ne de
Medine'ydi artık. En çok sevdiği insandan müşriklerle yapılan anlaşma gereğince
ayrı kalacaktı. Ona yine yol (hicret) görünmüştü. Bu yüzden Kızıldeniz kenarında
“Iss” denilen yere gitti. Burası Mekkeli müşriklerin ticaret kervanlarının geçtiği bir yerdi. Ebu Bâsir, Müslümanları ikiye bölen Mekke müşriklerinin plânlarını
burada yok etmeye ahdetti..Bu arada Ebu Cendel'in de gelişmelerden haberi olmuştu. Kıpır kıpır atan yüreği belki de bu günleri bekliyordu. Hemen bir yolunu buldu, o da Mekke'den kaçtı. Ebu Bâsir'in yanına geldi. Ebu Bâsir bir çığır açmıştı, kendine bir yol tutmuştu. Esaret altında Mekke'de yaşayan Müslümanlar onun yanında bir araya gelmeye başladılar. Kısa sürede üçyüz kişi oldular. Rasulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem'in vaktiyle söylediği, artık gerçek olmuştu. Artık sahabi Ebu Bâsir'in yanında arkadaşları da vardı. Ve bir plân yaptı. Bu bölgede Mekkeli müşrikleri çökertecek bir kuvvet olacaklardı. Hem Allah'ın Rasulü de onu övmüştü. Bu övgü aslında ona bir dua niteliği taşıyordu. Hasılı o, yaşadığı halin, meşrebinin imamıydı artık...

Sevgilinin Mektubu

Ebu Bâsir ve arkadaşlarının bu birliktelikleri, Mekke müşriklerini iyice tedirgin etti. Ve aralarında yine Süheyl'in bulunduğu bir grup, Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem'in yanına geldi: Aramızdaki akrabalık aşkına! Ebu Bâsir ve arkadaşlarına haber sal, bundan böyle onlardan kim Mekke'ye gelirse güven içinde kalacaktır. Bunun anlamı, ihtimal, şu ayet mealinde gizlenmişti: “Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman kişilerdiniz de, O gönüllerinizi birleştirmiş ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz.” (Âl-i İmran, 103) Evet, Ebu Bâsir ve arkadaşları kendi başlarına ayrı bir hizip değildi. Rehber aynıydı: Rasulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem O'nun isteği her şeye değerdi. Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem, Ebu Bâsir'e artık memleketlerine, ailelerinin yanına dönebileceklerini bildiren bir mektup gönderdi. Ne var ki Ebu Bâsir ağır hastaydı. Gelen mektubu eline aldı. Sanki Mekke ve Medine, Mescid-i Nebi, Hane-i Saadet gözlerinin önünde canlanıvermişti. Uğruna yıllarını verdiği Sevgili Peygamber, can dostu, biriciği artık onu davet ediyordu. Bir mektuba baktı, bir de etrafındakilere... En sevdiği insanın muhabbeti yüreğinde, mektubu ise ellerinde kalakaldı… Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem'in, kendisini Mekke'ye, Medine'ye davet eden satırları gönlünde düğümlendi, düğümlendi... Ve ruhunu Allah'a teslim ediverdi... Ebu Cendel ve arkadaşları cenaze namazını kıldılar ve oracığa defnettiler. Medine'ye dönenlerin sayısı ise sadece yetmiş kişiydi. Açılan yollar İslâm'da, gönüller ise Rasulullah'ta bir kez daha buluşmuştu. Zira Sahabe-i Kiram her yerde, görüşlerin ve meşreplerin hidayet rehberleriydi. Sahabe-i Kiramı görenler, Ebu Hanife, Ahmed b. Hanbeller; İmam Şafiî, İmam Malik, Maturidî ve İmam Eş'arîler; Bayezid-i Bistamî, Şah-ı Geylânî, İmam-ı Rabbanîler; İmamı Gazalî, Ahmed Yesevî, Mevlâna Celâleddin-i Rumîler; Şah-ı Nakşibend, Mevlâna Halid Bağdadîler; Şah-ı Hazne, Gavs-ı Kasrevîler, tüm veliler, âlimler ve mürşid-i kâmiller... Onlar, Asr-ı Saadet'ten günümüze gelen hayatı anlatan imamlardı. Onlar, ilâhi nurla yıkanmış bir kültürün muhkem kaleleriydi. Onlar, iman dolu gönüllerin sarsılmaz direkleriydi. Ama onlar, yollarında, meşreplerinde asla tek başlarına değillerdi.

Semerkand Dergisi Eylül 2003

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Esmaül Hüsna (Arapça- Türkçe) دُعٰٓاءُ اَسْمٰٓاءُ الْحُسْنٰى

Uzun Ömür İçin Dua

Şifa Salavâtı (Salavâtı Tıbbil Kulubi/Salâvatı Tıbbiye)