Sehl Bin Abdullah Tüsterî Rahmetullahi Aleyh

Sehl Bin Abdullah Tüsterî Rahmetullahi Aleyh

Evliyanın büyüklerinden. Künyesi Ebû Muhammed’dir. 815 (H. 200)’de doğdu. Dayısı Muhammed bin Süvâr’ın sohbetlerinde yetişti. Hacda iken Zünnûn-i Mısrî ile görüşüp talebesi oldu. Tasavvuf ehlinin büyüklerinden ve müctehidlerinden olup, zamanın sultânı, hakikatin delîli idi. Az yemek, az uyumak, çok ibâdet yapmakta; riyazet ve keramette eşi yoktu. 896 (H. 283)’de Basra’da vefat etti. Kendisi şöyle anlatır: “Üç yaşında ikan gece kalkardım. Dayım Muhammed bin Suvar gece ibâdet eder, ağlar ve bana; “Seni yat uyu, kalbimi meşgul ediyorsun!” dediği hâlde onu gözetlemeye devam ederdim. Sonunda beni bir hâl kapladı. Dayıma; “Bana garib bir hâl oluyor, başımı arşın önünde secdede buluyorum” dedim. “Oğlum bu hâlini kimseye söyleme, bundan sonra yattığında dilinle üçer defa (Allahü teâlâ benimledir, beni görüyor, her sözümü duyuyor) de!” buyurdu. Bir süre sonra; “Her gece yedi defa söyle” buyurdu. Daha sonra; “On defa söyle” buyurdu. Söyledim. Ve kalbimde bir tatlılık buldum. Bir sene geçince, dayım; “Sana öğrettiğimi iyi muhafaza et ve hep o hâlde ol! Ölünceye kadar bırakma. Dünyâ ve âhirette mükâfatını alırsın” buyurdu. Yıllarca devam ettim, sonra dayım; “Sehl, Allahü teâlânın kendisiyle olduğunu bilen hiç günah işleyebilir mi? Hep böyle bil, günah işlemezsin” buyurdu. Sonra beni mektebe gönderdiler. Kur’ân-ı kerîmi öğrendim. Yedi yaşında oruç tuttum. Yiyeceğim sâdece arpa ekmeği idi. On iki yaşında iken, bir mes’eleye takıldım. Kimse çözemedi. Basra’ya gitmek istedim. Gönderdiler. Basra âlimlerinden sordum. Hiç kimse cevap veremedi. Abadan’a gittim. Habîb ibni Hamza’ya sordum. O cevaplandırdı. Yânında fazla kalmadım ama, ondan çok istifâde ettim. Sonra Tüster’e geldim. İbâdet, riyazet ve mücâhedeye koyuldum.

Ömrünün sonunda, el ve ayakları hareket etmez olmuştu. Namaz vakti gelince, el ve ayakları açılır, namaz bitince, eskisi gibi hareketsiz olurdu. Bir gün zikirden bahsederken; “Allahü teâlâyı hakkıyla zikr eden, ölüyü diriltmeği kasd ederse, dirilir” dedi ve elini, önünde duran bir sakata sürdü, sakat iyileşip, ayağa kalktı.

İmâm-ı Yâfiî, Sehl bin Abdullah Tüsterî’nin bir talebesinden şöyle nakleder: “Sehl bin Abdullah’a otuz sene hizmet ettim. Gece olsun gündüz olsun yatıp uyuduğunu görmedim. Sabah namazını yatsının abdesti ile kılardı. Bir sene hacdan dönen birisi, kardeşine; “Ben Sehl bin Abdullah’ı Arafat’ta vakfede gördüm” dedi. Kardeşi o kimseye; “Arefeden önceki gün, ben onun yanında idim” dedi. Diğeri ise; “Ben Sehl’i Arafat’ta vakfede gördüm, yalan söylüyorsam karım boş olsun” dedi. Kardeşi; “Kalk, gidip kendisine soralım” dedi. Kalkıp yanına geldiler. Hâdiseyi anlattılar ve bu yeminin hükmü nedir? dediler. “Niçin böyle şeyler konuşuyorsunuz? Allahü teâlâ ile meşgul olun” deyip, hacıya döndü ve; “Hanımından boş değilsin ama, gördüğünü kimseye anlatma” buyurdu ve meşhûr olmamak için, insanlardan ayrılıp, Basra ile Abadan arasındaki bir adaya gitti.”

Sehl-i Tüsterî hazretleri, Basra’da bir gün parmağını sarmıştı. Bunu gören birisi; “Niçin parmağını sardın?” diye sorunca; “Ağrıdığı için” diye cevap verdi. Soran kimse sonra Mısır’a gitmişti. Burada Zünnûn-i Mısrî hazretlerini gördüğünde, onun da parmağı sarılı idi. Aynı soruyu ona da sordu. “Niçin parmağını sardın?” “Falan zamandan beri ağrıyor, o sebepten sardım” diye cevap verdi. Soran zât diyor ki: “Ben o zaman anladım ki, Zünnûn hazretlerinin parmağı ağrıyordu. Sehl-i Tüsterî hazretleri de, hocasına uymak için parmağını sarmıştı.”

Ölüm döşeğinde iken Seni bin Abdullah’a bir zât; “Efendim, sizden sonra minbere kim çıksın?” diye sorunca, Sehl-i Tüsterî (rahmetullahi aleyh) gözlerini açıp, Şâdıdil adındaki bir kâfirin adını verdi. Etrafındakiler; “Şeyhin aklı gitmiş, bu kadar müslüman âlim varken yerine bir kâfiri geçirdi” diye söyleştiler. Sehl-i Tüsterî; “Başımda kavga gürültü etmeyiniz. Vaktim azdır. Gidin bana Şâdıdil’i çağırın, gelsin” dedi. Şâdıdil gelince; “Yâ Şâdıdil! İyi dinle, üç gün sonra minbere çık ve müslümanlara vâz et. Bu sana vasiyetimdir” dedi. Sehl-i Tüsterî’nin vefatından üç gün geçince, ikindi namazından sonra, başında kâfir nişanesi, belinde zünnâr olmak üzere, Şâdıdil minbere çıktı. “Ey müslümanlar! Ey Sehl-i Tüsterî’nin talebeleri! Bana bir vakit şeyhiniz; “Ey Şâdıdil, zünnârı çıkarıp atma zamanı gelmedi mi?” demişti. İşte bugün emrini yerine getiriyorum” dedi. Sonra sorgucu ve zünnârı çıkarıp attı. Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Cemâat bunu görünce ve o sözleri duyunca ağladılar.

Sehl-i Tüsterî hazretleri vefat edince, insanlar cenaze namazı için toplandı. O şehirde bir yahûdı vardı. Yaşı yetmişi aşmıştı. Sesleri duyunca, ne oluyor diye dışarı çıktı. Cenazeye doğru bakınca yanındakilere; “Benim gördüğümü siz de görüyor musunuz?” dedi. Ne görüyorsun dediklerinde; “Gökten inip, cenaze ile giden kimseler görüyorum” dedi ve Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.

Kendisi anlatır: “Rüyamda kıyamet kopmuştu, insanlar Arasat meydanında idiler. Bir beyaz kuş, topluluğun çeşitli yerlerinden bir kaç kişi alıp, Cennet’e götürüyordu. Bu ne kuşudur? dediğimde, aniden havada bir kâğıt peydah oldu Kâğıdı elime alıp açınca üzerinde, “Verâ kuşu dedikleri işte budur” diye yazdığını gördüm”

“Bedbahtlığın alâmeti olan şeyler nelerdir?” diye sorulduğunda; “İlmi olup, onunla amel edememek, ameli olup, ihlâslı olmamak. Bunun alâmeti de ibâdet ve hizmetleri zorlukla yapmak ve Hak teâlânın verdiğine razı olmayıp, başka şeyler peşinde koşmaktır. Bedbahtlığın diğer bir alâmeti de, Allahü teâlânın dostlarının sohbetine kavuşamamak ve onlardan hüsn-i kabul görmemektir” cevâbını verdi.

Sehl-i Tüsterî hazretlerinde, romatizma ve basur hastalıkları vardı. O getirilen hastalara dua ederdi. Dua ettiği kimseler iyi olurdu. Ebû Nasr-i Terşizî, bir gün âlim zâtlardan birine; “Sehl, başka hastalara dua ettiği ve kendisi velî olduğu hâlde niçin bu hastalıklar kendisinde vardır?” diye sorunca, o zât; “Sehl velîdir. Veliliği de o hastalıktan dolayıdır. O bu hastalığın Allahü teâlâdan geldiğine inandığı için, hastalığın kendisinden gitmesi için dua etmez” dedi.

Bir gün Sehl-i Tüsteriye; “Günde bir defa yemeğe ne dersin?” diye sorduklarında; “Bu sıddîkların yeme tarzıdır?” dedi. “İki öğün yemeğe ne dersin?” dediklerinde; “Bu mü’minin yeme tarzıdır” dedi. “Üç defa yemeğe ne dersin?” dediklerinde cevâbı biraz ağır oldu.

Buyurdu ki: “Bütün âfetlerin başı, doyuncaya kadar yemektir.”

“Haram yiyenin yedi uzvu günaha girer. Helâl yiyenin uzuvları da ibâdette olur.”

“Hakîkî îmâna kavuşmak için dört şey lâzımdır. Bütün farzları edeble yapmak, helâl yemek, görünen ve görünmeyen bütün haramlardan sakınmak ve bu üçüne, ölünceye kadar devam etmeğe sabır etmek.”

“İşin esâsı üç şeydir. Helâl yemek, ahlâk ve amelde Resûl aleyhisselâma tâbi olmak, her işi yalnız Allah için yapmak.”

“İbâdetin en kıymetlisi, nefse uymamaktır.”

“İnsanların mübtelâ olduğu belâ ve musibetlerin en büyüğü; âhiret ve dünyâ işleriyle meşgul olmayıp, boş oturmaktır.”

“Kulun Allahü teâlâya şükretmesi, O’nun kuluna verdiği nimetlerle, O’na isyan etmemesidir. Çünkü kulun bütün uzuvları Allahü teâlânın ona olan lütuf ve nimetleridir.”

“İnsanoğlunu şu iki şey mahvetmiştir: İzzet arzusu, fakirlik korkusu.”

“Makamların en üstünü; kötü bir huyu, iyi bir huya çevirmektir.”

“Harama bakmaktan sakınan kimse, hiç göz ağrısı görmez.”

“Allahü teâlânın, insanlara şu şekilde hitâb etmediği hiç bir gün yoktur: “Kulum! Hiç insaflı davranmıyorsun. Ben seni anıyorum ama, sen beni unutuyorsun. Seni kendime davet ediyorum fakat sen, başkalarının dergâhına gidiyorsun. Ben dertleri belâları senden uzaklaştırıyorum. Lâkin günâh üzerinde ısrar ediyorsun. Ey Âdemoğlu! Yarın kıyamette huzuruma gelince mazeret olarak ne söyleyeceksin.”

“Ticârette ihsan altı türlüdür: 1-Müşteri, fazla ihtiyâcı olduğu için çok para vermeye razı olsa bile, çok kâr istememelidir. 2-Fakîrlerin malını fazla para ile almalı, onları sevindirmelidir. 3-Müşteriden para almakta iki türlü ihsan olur; fiyatta ikram edilmeli, peşin verdiği fiyatla, veresiye de vermelidir. 4-Borç ödemekte ihsan, istemeye vakit bırakmadan vermektir. 5-Alışveriş ettiği kimse pişman olursa, yapılan satışı geri çevirmektir. 6-Fakirlere veresiye vermek, ödeyemediği hâle gelirse, alacağını istememeyi niyet etmektir. Borçlusu ölünce, helâl etmektir.”

“Son peygamber Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellem gönderildiği zaman, dünyâda şu yedi sınıf insan vardı. Krallar, zirâatle uğraşanlar, hayvancılıkla uğraşanlar, ticâretle meşgul olanlar, san’atla meşgul olanlar, işçiler, yoksullar. Allahü teâlânın elçisi sevgili Peygamberimiz bu sınıflardan hiçbirini başka bir sınıfa geçmeye zorlamadı. Onları Allahü teâlâya itâata, takvaya, ilme çağırdı, insanlara şöyle buyurdu: “Allah, bütün bu varlığı insan için, insanı da Allahü teâlâyı bilmek için yaratmıştır. Dünyâ nimetlerini Allahü teâlâya itaat için kullanan, hem dünyâyı, hem de âhireti kazanır. Bunun tersini yapan kimse de hem âhireti, hem de dünyâyı kaybedecektir.”

Ata verilen kira!

Sehl-i Tüsterî’ye anasından çok mal kalmıştı. Hemen fukarayı çağırıp hepsini dağ itti. Kimde alacağı varsa, onları da bağışladı. Sonra Kabe’ye gitmek için yola çıktı. Yolda kendi kendine; “Ey nefs! Artık iflâs ettin, benden isteyeceğin hiç bir şey kalmadı. Zâten isteyecek olsan da, birşey bulamayacaksın” dedi. Kûfe’ye varınca, nefsi, balık ile ekmek istedi. Her ne kadar bu isteği yapmamaya çalıştı ise de, nefsinin arzusu iyice arttı. “Nefsimi Mekke’ye kadar incitmeyeyim” diye düşündü. Şehirde bir un değirmenine rastladı. Değirmenin dolabına bir at koşmuşlar, durmadan buğday öğütüyorlardı. Değirmenciye yaklaşarak; “Bu iş için ata günde ne kadar kira veriyorsunuz?” dedi. Değirmenci; “Günde iki akçe ödüyoruz” deyince; “Bu işi bir gün de ben yapayım, bana da bir akçe verir misiniz?” dedi. Değirmenci razı oldu. Akşama kadar, nefsine eziyet için dolabı döndürdü, işi bırakınca ona bir akçe verdiler. Gidip onunla balık ile ekmek aldı ve nefsine; “Her ne zaman benden bir şey isteyecek olursan, sana lâyık olan böyle bir hizmeti gördürür, ondan sonra da mâkul isteklerini yerine getiririm” dedi.

Söz olur!

Sehl-i Tüsterî hazretleri, bir gün talebelerinden birine bir iş buyurunca talebesi; “Söz olur, halkın dilinden çekindiğim için yapmadım” dedi. Bunun üzerine sohbetinde bulunanlara dönüp; “Bir kimse şu iki vasfı kazanmadığı müddetçe, bu yolun hakikatine eremez: Allahü teâlâdan başkasını görmeyecek şekilde halk senin gözünden düşmeli. İkincisi, nefs gözünden düşmeli ve halkın kendisinde gördüğü hiç bir sıfattan çekinmemelidir. Her şeyi Hak’dan görmelidir” dedi.

islamilimleri.com

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Esmaül Hüsna (Arapça- Türkçe) دُعٰٓاءُ اَسْمٰٓاءُ الْحُسْنٰى

Şifa Salavâtı (Salavâtı Tıbbil Kulubi/Salâvatı Tıbbiye)

Güzel Ahlakla ilgili 40 Hadis