Gönlü Çelen Dünya Muhabbetleri
Gönlü Çelen Dünya
Muhabbetleri
Cenâb-ı Hakk’ın kuluna
vaad ettiği ebedî saâdete mukâbil dünyevî arzulara kapılarak Rabbini unutmak,
-Ferîdüddin Attâr’ın
naklettiği bir hikâyede olduğu gibi-, bir pâdişâhın yanında büyük îtibârı olan
bir av köpeğinin, bir av seferinde basit bir kemik parçasına takılıp, asıl
sahibi olan pâdişâhı unutması gibi bir ahmaklıktır.
Dünya imtihanında insan da
tıpkı bu misaldeki gibi pek çok kemiklere veya olta ucundaki yemlere
muhâtaptır. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
“Nice balık vardır ki, su
içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur.”
Bir kulun, nefsânî
arzularının esiri olup Rabbini unutması da bundan farksızdır. Dünyânın aldatıcı
yaldızlarına kanarak Hak katındaki ulvî mevkiini zâyi etmek, nâdide
pırlantalarla bezenmiş altın bir vazoyu, âdi bir teneke parçası karşılığında
satmak gibi bir hamâkattir. Hazret-i Mevlânâ, insanın bu garip aldanışını da şu
teşbîh ile îzah eder:
“Kuzunun kurttan kaçmasına
şaşılmaz. Zîrâ kurt, kuzunun düşmanı ve avcısıdır. Asıl hayret edilecek şey;
kuzunun kurda sevdâlanıp gönül kaptırmasıdır.”
Gerçek mü’min, mahlûkâtın
en şerefli varlığıdır. O, muhabbet sermâyesini yanlış kullanarak bu şeref ve
haysiyetini kaybedecek derecede alçalamaz. Bir yudumluk dünya lezzetine
aldanacak kadar küçülemez. Maddî yapısının hevâ ve heveslerini tatmin etmeyi,
gerçek saâdet zannetme sefâletine düşmez.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“(Rasûlüm!) Hevâsını
(nefsânî arzularını) kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü?..” (el-Furkan,
43)
Hadîs-i şerîfte ise:
“Yeryüzünde tapılan sahte
tanrılardan Allâh’ın en çok buğz ettiği, hevâ ve hevestir.” buyrulur. (Heysemî,
I, 188)
Zünnûn-i Mısrî Hazretleri
de muhabbet ve buğzu doğru kullanmanın yolunu şöyle îzah eder:
“Allâh’ın dostu olup
nefsin hasmı olmak gerekir; nefsin dostu olup Allâh’ın hasmı olmak değil!”
Yâni Allâh’a dost olmak
için, nefsin esâretinden kurtulmak gerekir. Diğer bir ifâdeyle, nefsin
arzularına mağlup olmamalı ki, Hakk’ın dostluğuna erilebilsin.
Fakat îmânın
rehberliğinden mahrum bir şekilde, muhabbetini nereye hasredeceğini bilmeyen
kimse, okyanus ortasında dümeni kırılan bir gemi gibidir. Nefsânî yaldızlar,
onu peşinde sürükler durur. Aklı, iz’ânı, vicdânı dumûra uğratır. Zîrâ hak ile
meşgûl olmayan kalbi, bâtıl işgâl eder. Tıpkı düşman istilâsına uğramış bir
ülke gibi, süflî muhabbetlere esir olmuş bir kalpte de huzur kalmaz.
Îman izzetine ters düşen
muhabbetler, mü’minin kendisiyle çatışmasına, îmânını zedelemesine, hattâ inkâr
bataklığına düşmesine bile sebebiyet verebilir. O hâlde, nasıl ki midemize
kirli ve haram bir lokma girmemesi için dikkat ediyor isek, lâyık olmayan
muhabbetleri gönle sokmamak husûsunda da aynı hassâsiyeti göstermemiz gerekir.
Kalpte îman muhabbetinin muhâfazası için de:
Lâyıkına Muhabbet,
Müstehakkına Nefret
Muhabbet ve nefret
duyguları, Allah için olmaz ise, buğz edilmesi gerekene muhabbet beslenip
muhabbet duyulması gerekene de bîgâne kalınırsa, bu bir mânevî felâket olur. Bu
sebeple muhabbeti lâyıkına, husûmeti müstehakkına tevcih etmek şarttır. Âyet-i
kerîmede:
“Ey îmân edenler!
Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119) buyrulur.
Çünkü sâlihlerden dâimâ
feyz, rûhâniyet ve pozitif enerji sirâyet eder. Bunun zıddına, din düşmanlarına
ve fâsıklara muhabbet ise, felâket getirir. Bu itibarla yine âyet-i kerîmede:
“…Zâlimler topluluğu ile
oturma.” (el-En’am, 68) buyrulur.
Bir din düşmanının yaptığı
bir duvara bile “aman ne güzel” demekten dolayı kalbe menfî bir tesir ârız olur.
Zîrâ onun fiilini veya eserini beğenmek, o Allah düşmanının îtibârını
yükselteceğinden, Cenâb-ı Hakk’ın gadabını celbeder. İslâm şahsiyet ve
kimliğini zaafa uğratan bu hâl, nice mü’minlerin gaflet gösterdiği bir imtihan
handikapıdır.
Bu hususta, târihimizde 2.
Bâyezid’in gösterdiği ince firâseti, bizler de örnek almalıyız. 2. Bâyezid
devri, Osmanlı kültür ve medeniyetinin temellerinin atıldığı bir zamandır.
Meşhur İtalyan mîmar ve ressam Leonardo da Vinci, Bâyezid Hân’a bir mektup
yazıp İstanbul’daki câmi ve diğer eserlerin plân ve projelerini bizzat yapmayı
teklif eder. Bu teklif, Kubbealtı vezirleri arasında sevinç ve heyecanla
karşılanır. Bâyezid Hân ise, bu teklifi reddederek şöyle der:
“–Şâyet bunu kabul
edersek, ülkemizde üslûb ve rûh itibârıyla kilise mîmârîsinin benzeri bir
mîmârî hâkim olur, kendi İslâmî mîmârîmiz inkişâf edemez ve şahsiyet kazanamaz!”
İşte bu isâbetli görüş;
firâsetli bir mü’minin İslâm vakârını ve îman asâletini ifâde eder. Nitekim 2.
Bâyezid’in ardından Osmanlı İslâm sanatı da zirveye tırmanmıştır. Bu anlayış
sâyesinde İslâm’ın rûhu, geometriye nakşedilmiş, değerini günümüze kadar
koruyan Süleymâniye ve benzeri âbideler silsilesi vücut bulmuştur.
Şâyet bu hassâsiyet
gösterilmemiş olsaydı, İslâm’ın huzûrunu, zarâfetini, estetiğini, ihtişâmını
aksettiren sanat eserleri meydana gelemezdi. Mimar Sinanlar, Hattat
Hamdullahlar, Karahisârîler ve emsallerinin yetişebileceği yüksek bir medeniyet
zemini inkişâf edemezdi. Bu yüzden her hususta İslâm şahsiyet ve vakârını
sergileyip gayr-i müslimlerin hayat tarzına özenmekten sakınmak îcâb eder.
Hak dostları; zâlim, fâsık
ve kâfirlerin hayat tarzlarına meyletmek bir yana, onların iyiliğine bile
muhâtap olmaktan sakınmışlardır. Zîrâ insan, ihsâna mağluptur. Gönülde, iyiliği
görülen kimselere karşı bir yakınlık ve meclûbiyet hissi filizlenir. Bu yüzden
bir zarûret olup da ihtiyâcını arz etmek gerektiğinde, sâlih kimselere mürâcaat
etmeli, nâmerde muhtâc olmaktan Allâh’a sığınmalıdır.
Nitekim ihtiyacı için
başkalarından bir şey isteyip isteyemeyeceğini soran bir sahâbîye Peygamber
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Hayır, isteme! Ancak
istemek zorunda kalırsan, hiç olmazsa sâlihlerden iste!” buyurmuşlardır. (Ebû
Dâvud, Zekât, 28)
Bu hususta Firavun’un
sihirbazlarının hâli de çok ibretli bir misaldir.
Firavun’dan evvelâ izzet
ve îtibar gören sihirbazlar, şâhid oldukları mûcizeler sebebiyle îmân ettiler.
Firavun, onların bu hâli karşısında öfkeden deliye döndü; ölüm tehditleri
yağdırmaya başladı. Sihirbazlar ise îman asâlet ve metânetiyle dik durdular,
bâtıl karşısında eğilmediler.
“–Senin zulmün dünyâya
âittir, sen dilediğin gibi hükmedebilirsin, biz nasıl olsa Rabbimize
döndürüleceğiz.” diyerek meydan okudular. Elleri ve ayakları çaprazlama kesilip
hurma dallarına asılmadan önce de, beşerî bir acziyet göstermemek için ellerini
semâya kaldırarak:
“...Yâ Rabbî! Üzerimize
sabır yağdır (ki îmanda zaafa düşmeyelim), canımızı müslüman olarak al!”
(el-A’râf, 126) duâsıyla Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ettiler. Ardından da şehîden
Rablerine kavuştular.
Asr-ı saâdetten şu
hâdiseler de Allâh’ın gadab ettiği kimselere karşı sahip olunması gereken kalbî
kıvâmın en güzel misallerindendir:
Müşrikler, Hudeybiye Sulh
Anlaşması’nı, iki sene sonra, müslümanlara karşı işledikleri büyük bir katliâm
ile bozmuşlardı. Üstelik Allah Rasûlü’nün yeniden yaptığı sulh tekliflerini de
dikkate almadılar. Daha sonra ise büyük bir korkuya kapılarak liderleri olan
Ebû Süfyân’ı Medîne-i Münevvere’ye gönderdiler.
Medîne’de hiç kimse Ebû
Süfyân’a yüz vermedi. Peygamber Efendimiz’in zevcesi Ümmü Habîbe vâlidemiz, Ebû
Süfyân’ın kızı olduğu hâlde, evine kadar gelen babasının oturmak istediği
minderi altından çekip aldı. Ebû Süfyan hayretle:
“–Kızım, minderi mi bana,
beni mi mindere lâyık görmedin?” diye sordu.
Ümmü Habîbe vâlidemiz:
“–Bu minder, Rasûlullah
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e âittir. Sen necis bir müşrik olduğun için, ona
oturmaya aslâ lâyık değilsin!” cevâbını verdi.
Ebû Süfyân işittiği bu
cümleler karşısında âdeta dondu kaldı:
“–Kızım, sen bizden
ayrılalı bir acâyip olmuşsun!” dedi.
Ümmü Habîbe vâlidemiz:
“–Hayır, Allah beni İslâm
ile şereflendirdi.” diyerek îman muhabbetinin her şeyin üzerinde olan ulvî
değerini ifâde etti. (İbn-i Hişâm, IV, 12-13)
Yâni îman şerefi, bütün
fânî asabiyetlerin üstündedir. Babası bile olsa Allah için buğz edilmesi
gereken kişiye buğz edebilmek, ancak îman asâletindendir.
Yine asr-ı saâdetten, îman
celâdetiyle sergilenen diğer bir misal:
Allah Rasûlü -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-, Hudeybiye Anlaşması öncesinde Hazret-i Osman’ı, elçi olarak
Mekke’ye göndermişti. Hazret-i Osman, niyetlerinin umre yapıp dönmek olduğunu
anlattıysa da müşrikler izin vermediler. Ayrıca Osman -radıyallâhu anh-’ı göz
hapsine alarak:
“–İstiyorsan sen Kâbe’yi
tavâf edebilirsin!” dediler.
Bütün müslümanlar tavaf
hasretiyle yanıyor, Kâbe gözlerinde tütüyordu. Hattâ bâzıları Hazret-i Osman’ın
Kâbe’yi tavâf edeceğini düşünerek ona gıpta ediyorlardı. Fakat kendisini Allah
ve Rasûlü’ne adamış olan o sâdık sahâbî:
“–Hazret-i Peygamber
Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı ancak O’nun arkasında
ziyâret ederim. Allah Rasûlü’nün kabûl edilmediği bir yerde ben de yokum...”
diyerek İslâm vakar ve şahsiyetiyle muhteşem bir tavır sergiledi. (Ahmed, IV,
324)
Ümmeti olarak bizler de
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalb-i şerîfleri ile aynı
hassâsiyetleri taşımak durumundayız. Bu da O’nun sevdiğini sevmek, yerdiğini
yermekle olur. (Alıntı)
Yorumlar
Yorum Gönder