İlâhî Ahlâk
İlâhî Ahlâk
İnsaf ve iz’an sahibi her insan, kendisine
bir bardak su ikrâm edene bile teşekkürü bir vicdan borcu addeder. Fırsat
düştüğünde o şahsın iyiliğine muâdil bir iyilikle karşılık verir. Hâl böyleyken
insanoğlunun, bütün nîmetlerin asıl ikrâm edeni olan Rabbine karşı alık ve abus
kalması; akıl, iz’an ve vicdan dışıdır.
Öte yandan, Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerine
muâdil bir iyilikle karşılık verebilmek de, bütün sermâyesi “hiçlik” olan
insanoğlu için mümkün değildir. Fakat Cenâb-ı Hak sonsuz lutuf ve merhametiyle
bizim en küçük bir hayrımıza bile -ihlâsımız nisbetinde- on mislinden yedi yüz
misline kadar fazlasıyla mükâfat vermektedir. Bu, O’nun “Şekûr” sıfatının
muktezâsıdır.4 Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
وَاللّٰهُ شَكُورٌ حَل۪يمٌ
“…Allah çok mükâfat verendir,
cezâlandırmakta acele etmeyendir.” (et-Teğâbün 17)
فَأِنَّ اللّٰهَ شَاكِرٌ عَل۪يمٌ
“…Şüphesiz ki Allah (yapılan hayrı) kabul
eder (mükâfâtını bol bol verir) ve (o hayrı) hakkıyla bilir.” (el-Bakara, 158)
Cenâb-ı Hak, kullarının sâlih amellerini ve
hamd, sabır, şükür, ihlâs ve takvâ üzere yaşadıkları kulluk hayatlarını kabûl
edip onlara kat kat fazlasıyla mükâfatlar vererek “Şekûr” ismini tecellî
ettirmektedir. İşte bu ilâhî ahlâktan hisse alabilmek için şükre sarılmak,
kâmil mü’minler nazarında müstesnâ bir gönül ufkudur.
Nitekim Nûh -aleyhisselâm- hakkında âyet-i
kerîmede şöyle buyrulur:
إِنَّهُ كَانَ عَبْدًا شَكُورًا
“…Şunu bilin ki Nûh çok şükreden bir kul
idi.” (el-İsrâ, 3)
Nuh u bir şey yiyip içmesinden elbise
giymesine kadar, her hareketinde dâimâ Cenâb-ı Hakk’a hamd ederdi. Giyinirken,
yerken, içerken “besmele” çeker; yediğini bitirince veya giydiğini çıkarınca da
“elhamdülillâh” derdi. Bunun için Cenâb-ı Hak ona:
عَبْدًا شَكُورًا
“şükreden bir kul” ismini vermiş ve şükrü
teşvîk için onun bu fazîletini bütün insanlığa örnek göstermiştir.5
Her hâlükârda şükür…
Hakk’ın rızâsına kavuşmak, O’nun takdîrine
râzı olmayı ve yalnızca varlıkta değil, darlıkta da şükretmeyi gerektirir. Yani
şükür, hayatın şartları değişse de mü’minin değişmez ve sarsılmaz bir kalbî
hasletidir.
Eyyûb u’ın hâli, bu hususta çok ibretli bir
misaldir:
Hanımı Rahîme Hâtun Hazret-i Eyyûb’a:
“–Sen bir peygambersin. Duân makbûldür. Çok
muzdarip bir hâldesin. Duâ et de şifâya nâil ol.” dedi.
Eyyûb u ise şu mânidar cevâbı verdi:
“–Rabbim bana seksen sene sıhhat verdi.
Hastalığım ise henüz seksen sene olmadı. Ancak birkaç senedir muzdaribim. Hâl
böyleyken Cenâb-ı Hak’tan sıhhat talep etmeye teeddüp ederim.”
Eyyûb u sıhhat içinde geçirdiği ömrünün
şükrünü ödeyememiş olmanın mahcûbiyeti içinde Rabbinden şifâ istemeye teeddüb
etmişti. O’nun şükür ve sabrına mukâbil, “Şekûr” olan Cenâb-ı Hak, yani ecir ve
mükâfâtı kat kat fazlasıyla lutfeden Rabbimiz, ona eskisinden çok daha yüksek
derecede bir sıhhat, bolluk ve bereket ihsân eyledi.
Şükrün o has kullardaki yüksek tezâhürünü,
şu misal, ne güzel ifâde eder:
Hazret-i Râbia’ya sordular:
“–Allah, kulundan ne zaman râzı olur?”
Şöyle dedi:
“–Iztırap ve mihnet içindeyken bile, nîmet
içindeymiş gibi şükrettiğinde...”
İşte kâmil mü’minler, şükrün sadece
rahatlık zamanlarına has bir ibâdet olmadığını yakînen bilirler. Başlarına ne
kadar ağır iptilâlar gelse de, Hakk’a şükretmek, onlarda bir tabiat-ı
asliye hâline gelmiştir. Bu yüzden onlar, ilâhî imtihan muktezâsı olarak
karşılarına çıkan sıkıntılardan şikâyet etmek yerine, bunların daha
ağırından kendilerini koruduğu için Rab’lerine şükretme fazîletini sergilerler.
(Alıntı)
Yorumlar
Yorum Gönder