Allah’ü Teâlâ’dan Başkasından Lütuf Bekleme!
Allah’ü Teâlâ’dan Başkasından Lütuf Bekleme!
Harun Reşid, bir gün yanına nedimini de alarak
tebdîl-i kıyafet şehrin dışına çıktı. Göçebe Arapların çadırlarını kurdukları
yerleri geziyorlardı. Harun Reşid, nedimiyle beraber, bu çadırlar arasında
dolaşırken, eski ve yırtık bir çadırın önünde durdu ve içeriye: “Tanrı misafiri
kabul eder misiniz?” diye seslendi. Çadırdan çıkan ihtiyar bir kadın,
kendilerini güler yüzle ve büyük bir sevinçle karşıladı, onları içeriye aldı.
Onları tanımamıştı. Altlarına hurma yaprağından örülmüş bir hasır serdi, varı yoğu
bir tek keçisiydi. Onu sağdı ve misafirlerine süt ikram etti, özür dileyerek:
“–Kusurumuza bakmayın, bu keçiden başka hiçbir
şeyimiz yoktur. Sütünden size ikram ettim. Lâkin oğlum, şehre gitti, neredeyse
gelir. Siz, şimdi biraz oturup dinlenin, inşallah eli boş dönmez, bir şeyler
getirir de, Allah ne vermişse birlikte yeriz.” dedi.
Harun Reşid, kadının bu misafirperverliği kadar açık
yürekliliğine de hayran kaldı:
“–Allah râzı olsun, biz şimdi şehre gitmek zorundayız,
akşam olup şehrin kapıları kapanmadan girmeliyiz.” dedi.
Fakat kadıncağız:
“–Olmaz, asla olmaz!..” diye diretti. “Ben, sizi
doyurmadan katiyen bırakmam.” dedi ve koşup çadırın dışına çıktı, itiraza mahal
bırakmadan dünyada yegâne malı olan o keçiyi kesiverdi. Sonra da pişirdi ve
misafirlerinin önüne koydu. Bir yandan sofra hazırlarken, bir yandan da:
“Allâh’a ve âhiret gününe îman eden misafirine ikram
etsin.” meâlindeki hadîs-i şerîfi tekrarlıyordu.
Harun Reşid -o zamana kadar- kendini cömert bilir, cömertliğiyle
gururlanırdı. Fakat bu yaşlı kadının emsalsiz cömertliği karşısında hayranlık
içerisindeydi. Öyle ya, onun cömertliği bu kadının cömertliği yanında bir
hiçti. Kendisi; şanlı, şöhretli bir padişah idi. Yüz bin altın dağıtsa, geride
daha milyonlarca altını vardı. Oysa, şu fakir kadıncağızın varı-yoğu bir keçisi
olduğu hâlde, o yegâne geçim vasıtasını, çadırına ilk kez gelmiş, tanımadığı
misafirler uğruna feda etmekte tereddüt bile göstermemişti. Halîfe, veda ve
teşekkür ederek ayrılırken yaşlı kadına bir kâğıt uzattı ve:
“–İzzet-ikramından çok memnun oldum. Sen veya oğlun
şehre geldiğiniz zaman sizler de bana misafir olun, mutlaka beklerim…” dedi.
Yaşlı kadın, onları uğurladıktan sonra işlerine
daldı ve misafirlerinin bıraktığı kâğıdı unuttu. Aradan bir süre geçtikten
sonra bir gün çadırı temizlerken o kâğıt nasılsa eline geçti ve oğluna:
“–Evlâdım, sana sözünü ettiğim o iki misafir vardı
ya, işte bu kâğıdı bırakmışlardı. Şehre gittiğin zaman, sen de onlara bir uğra,
davete icabet etmek lâzım.” diyerek Harun Reşid’in bıraktığı kâğıdı verdi.
Delikanlı kâğıdı aldı ve Bağdat’a vardığında
muhafızlardan birisine bunu gösterdi. Kale muhafızları halîfenin mührünü
taşıyan kâğıdı hemen tanıdılar, derhâl o genci aldılar ve saraya götürdüler.
Genç adam, çadırlarına gelen misafirin halîfe olduğunu o zaman anladı.
Delikanlıyı huzura aldıklarında, Harun Reşid namaz
kılıyordu. Genç adam, sessizce bir kenara ilişti ve halîfenin namazını
tamamlamasını bekledi. Namazını bitiren Harun Reşid, Allah Teâlâ’ya dua etmeye
başladı. Genç adam, bu tablo karşısında tefekküre daldı:
“Anlaşılan halîfe, annemin kendilerine yaptığı
ikrama mukabele etmek için davet etmiş. Ama görüyorum ki, kendisi koskoca bir
hükümdar olmasına rağmen, o da Allâh’a muhtaçtır ve şu anda ellerini açmış, ona
yalvarmaktadır.
Namazdan kalkınca bana bir şeye ihtiyacım olup olmadığını
soracak, ben de fakr-u zarûretimizi arz edip bir şeyler isteyeceğim. Hâlbuki
kendisi de Cenâb-ı Hakk’a muhtaç olan birinden istemektense, doğrudan doğruya
herkesin muhtaç olduğu Âlemlerin Rabbi’nden istemem, hakkımda yüz bin defa daha
hayırlıdır.” dedi; halîfeye ve muhafızlarına görünmeden saraydan uzaklaşarak
şehri terk etti ve çadırına döndü.
Annesine, kendilerine misafir gelenlerin kimler
olduğunu ve başından geçenleri anlattı. Oğlunu büyük bir dikkat ve alâka ile
dinleyen kadıncağız, ciğerparesini bağrına basarak yerinde ve isabetli bir
karar vermiş olduğunu, bu hareketini çok beğendiğini söyledi ve tebrik etti.
Genç adamın, kalben Allah Azîmüşşân’a olan bu
tevekkül ve rızası, Rabbi hakkındaki hüsn-i zannı, Hak’tan gayrı kimseye el
açmama azmi, rahmet-i ilâhiyenin coşmasına sebep oldu. O gece rüyasında:
“Ey kulum, mademki, benden istemeyi, kulumdan
istemeye tercih ettin, işte sana ihsan ediyorum. Falanca yeri kaz, orada bir
define bulacaksın. O define, bize ait bir definedir. Benden isteyen kulumu,
asla mahrum ve mahzun etmem. Sana öyle bir zenginlik ihsan ediyorum ki,
servet-i sâman bakımından halîfe Harun Reşid’den daha zengin olacaksın.”
denildi.
Delikanlı uyanınca annesine rüyasını anlattı, tarif
olunan yeri kazdılar ve gerçekten harcamakla tükenmeyecek kadar zengin bir
define buldular. Yumruk büyüklüğünde zümrütler, pırlantalar, yakutlar ve daha
sayılamayacak kadar çok kıymetli eşya, altın ve gümüşle dolu olan bu define, onların
sıdk u ihlâslarının mükâfatı oldu.
Onlar, refah ve saadet içinde yaşarlarken, Harun
Reşid’in de aklından o yaşlı hatunun cömertliği çıkmıyordu. Acaba keçilerini
kesip kendisine ikram ettikten sonra büsbütün yoksul mu düşmüşlerdi? Kadın veya
oğlu, davetine rağmen neden gelip kendisini aramamışlardı? Yoksa o iki zavallı
açlıktan helâk olup gitmiş miydi?
Nihayet, kendisi gidip onları arayıp, sormayı
tasarladı ve yine yanına nedimini alarak çadırların bulunduğu yere gitti. Fakat
o çadırı bulamıyordu. Sordu, soruşturdu. Komşuları kendisine:
“–Onlar şimdi çok zengin oldular. Kabilenin bütün
serveti bir araya gelse, onların servetine erişemez. Hattâ, halîfeden daha
zengin olduklarını söyleyenler var. Sürülerle koyun ve keçileri, develeri, cins
ve nâdide atları, bağ ve bahçeleri, uçsuz bucaksız tarlaları, çok sayıda
hizmetkârları var.” dediler.
Harun Reşid, kadınla oğlunu buldu ve onlara tekrar
misafir oldu. Olup bitenleri kendilerinden sorarak meselenin aslını
kendilerinden dinledi ve şehre dönüşünde tellâllar çıkararak halka şöyle ilân
etti:
“Harun’dan isteyene, Harun ancak kendisine
bahşedilen cömertlik kadar verebilir. Harun’un Rabbinden isteyene ise, Allah
Teâlâ fazl u ihsânından dilediği kadar verir. O’nun cûd u
kereminin/cömertliğinin sonu yoktur.”
“Âtıfet bekleme kimseden sakın!
Misâlin Hâtemü’l-Enbiyâ olsun.
Riya ve süm’adan şiddetle kaçın!
Maksûdun Cenâb-ı Kibriyâ olsun!”
Misâlin Hâtemü’l-Enbiyâ olsun.
Riya ve süm’adan şiddetle kaçın!
Maksûdun Cenâb-ı Kibriyâ olsun!”
Hayırlı
Ramazanlar...
Sözlük
Âtıfet: İhsan, lütuf.
Süm’a: Gizli riyakârlık, gösteriş…
Yorumlar
Yorum Gönder