Eshab-Keyf (Mağara Arkadaşları)
Eshab-Keyf (Mağara Arkadaşları)
Hazreti Isa
aleyhisselâmdan sonra încil ehlinin işi karmakarışık, alt üst olmuş, aralarında
günahkârlar büyümüş, hükümdarlar azgınlaşmış ve putlara tapar; putlar için
kurbanlar keser hale gelmişlerdi. Bu yolda en ileri gidenlerden birisi de Rum
hükümdarlarından Dekyanus idi. Bu hükümdar Rum diyarını dolaşıp putperestliği
kabul etmeyen Isa ümmetini katlediyordu.
Dekyanus bu gezisi sırasında nihayet Eshâb-ı
Kehf’in şehri olan Dekinos’a da indi. İner inmez de îman ehlini takip ve
toplanmasını emretti, iman ehli bunu duyduklarından dolayı şuraya buraya kaçıp
gizlenmişlerdi. Şehrin kâfirlerinden tâyin ettiği zabıtası, îman sahiplerini
takip ediyor, gizlendikleri yerlerden çıkarıp Dekyanus’a getiriyorlardı. O da
putlara kurban kesilen mezbaalara sevkedip kendilerini putlara tapmak ile
öldürülmek arasında muhayyer bırakıyordu. Alçak dünya hayatına rağbet gösterip
de bu katliâmdan korkanlar onun dediğini yapıyorlar, ebedî hayatı tercih
edenleri ise öldürüp parçalayıp şehrin sûrlarına ve kapılarına asıyorlardı.
Bu durumu gören bir kaç genç ki, onlar Rum’un
asilzadelerinden bir rivayete göre de hükümdarın yakınlarından idiler. Kendileri
hür kimselerdi. Bunlar bu vaziyetten çok müteessir oldular, bu fitnenin defi
için Allahü Teâlâ’ya göz yaşlarıyla yalvararak namaz kılıp dua ediyorlardı. Zalim
hükümdarın adamları bunları ihbar ettiler. Bunun üzerine Dekyanus, onları bir
sohbet halinde iken bastırıp huzuruna getirtti ve biraz şeyler söyledikten
sonra kendilerini “Ya putlara tapmak veya ölüm»den birini seçmek üzere muhayyer
bıraktı. O vakit o yiğitler de Allahü Teâlâ’nın kendilerine verdiği rabıta ve
metanetle kıyam edip dediler ki:
— Bizim bir ilâhımız vardır ki, O’nun azamet
ve kudreti Gökleri ve Yeri kaplar. O, Göklerin ve Yerin Rabbidir. Biz O’ndan
başka birine ilâh demeyiz, asla ibadet etmeyiz. Senin davetine uyma ihtimalimiz
ebediyyen yoktur. Doğrusu biz öyle yaparsak o vakit akıldan uzak, haddini aşmış,
yalan söylemiş oluruz. Çünkü ondan başka ilâh muhaldir, yalandır. Hükmün ne ise
yap!
Böylece bu yiğitler müşriklere karşı baş
kaldırıp Allah’ın birliğini, tevhidi ilân ettiler. Hâsılı bu gençler, Allah’dan
başka ilâh tanımayan hakikî mü’min idiler, işleri de Allahü Teâlâ’nın
hidayetiyle dinlerini korumak için zalim müşriklerin zorlama ve şiddetlerine
karşı baş kaldırmak olmuştu. Şirke sapan ve dünya hayatına rağbet gösteren
Hıristiyanlara benzemiyorlardı. Hükümdarın ve müşriklerin huzurunda böyle kıyam
edip olanca rabıta ve kalb metanetiyle söz birliği halinde tevhidi ilân ederek
kendileriyle beraber hakkı söylemeyip şirke sapan kavimlerini tahkir ve takbih
ederek şöyle söylediler:
— Bak hele, şunlar, şu bizim kavim Allah’ü
Teâlâ’dan başka ilâh kabul ettiler. Allah’ü Teâlâ’nın ilâh olduğuna ve Rab
olmasının büyüklüğüne Gökler ve Arz gibi açık deliller var. Fakat O’ndan
başkasının ilâh olduğuna dair açık bir delil getirseler ya bakalım? Ne mümkün? ...
Delilsiz dâva kabul edilir mi? Veya şunun bunun keyfî tahakküm ve tasallutu
delil tutulur mu?
Yiğitlerin böyle kıyam edip gereken cevabı
vermeleri üzerine Dekyamıs, onların üzerlerindeki asalet elbiselerinin
soyulmasını emredip yanından çıkardı ve kendisi mühim bir iş için Ninova
şehrine gitti ve geri dönünceye kadar onlara düşünmek için mühlet verdi; kendisinin
dediğine uyarlarsa uyarlar, yoksa diğer müslümanlara yaptığını yapacaktı.
Bunun üzerine gençler kavimlerinden de böyle
yüz çevirdikten sonra çekilip kendi kendilerine dinlerini muhafaza etmek için
karar verip şehrin yakınındaki Benclüs dağında sarp bir mağaraya gizlenmeyi
kararlaştırdılar. Her biri babasının hanesinden bir şeyler aldı, bazısını
sadaka olarak verdiler, kalanını da nafaka edinerek gidip o mağaraya sığındılar.
Burada gece ve gündüz namaz kılıyorlar, Allahü Teâlâ’ya inleyerek, yalvararak
niyaz ediyorlardı. Nafakalarına ait işleri Temliha’ya vermişlerdi. O, sabahleyin
bir miskin kıyafetine girerek şehre giriyor, lâzım olanı alıyor, biraz da
havadis öğrenerek arkadaşlarının yanına dönüyordu.
Dekyanus şehre geri dönûnceye kadar bu şekilde
durdular. Zalim gelir gelmez bunları isteyip babalarını getirtti. Babaları
onların kendilerine isyan ve mallarını da yağma ederek çarşılarda israf ile
dağa kaçtıklarını söyleyip özür beyan ettiler. Temliha bu fena durumu görünce
pek az azık alıp ağlayarak mağaraya vardı ve arkadaşlarına dehşeti haber verdi.
Hepsi ağlaşarak secdelere kapanıp Allahü Teâlâ’ya yalvardılar, sonra başlarını
kaldırıp oturdular, yapacakları iş hakkında konuşmaya başladılar. Derken Allahü
Teâlâ bunlara bir uyku verdi, yattılar, nafakaları baş uçlarında olduğu halde
uyuyup kaldılar.
Beri tarafta Dekyanus hiddetinden ne
yapacağını düşünüyordu. Onları uykuya daldıran Allahü Teâlâ bunun kalbine de
mağaranın kapısını kapatmayı getirdi. Bunun üzerine Dekyanus mağaranın
kapısının ördürülmesini emretti:
— Açlıktan, susuzluktan ölsünler, mağaraları
kabirleri olsun! dedi.
Adamları da öyle yaptılar. Ancak Dekyanus’un
hanesinde îmanını gizleyen iki mü’min vardı. Birinin adı Pendros, diğerininki
ise Runas idi. Bunlar Eshâbı Kehf’in isimlerini, neseblerini ve kıssalarını iki
kuru levhaya yazıp bir bakır sandığa koyarak yapılan duvarın içine koymayı
kararlaştırdılar ve bu şekilde yaptılar.
Bu yiğitler öyle bir vaziyette uykuya
dalmışlardı ki, görülse uyanık zannedilir, fakat hakikatte ise uykuda idiler. Uykuda
oldukları halde gözleri açık, sağa ve sola dönüyorlardı. Köpekleri Kıtmîr ise
mağaranın girişinde kollarını serîvermiş bir vaziyette uyuyordu. Üzerlerine
çıkıp varılsa muttlak dönülür kaçılır, korkudan donakalırlardı. Zira vaziyetleri
öyle heybetli, öyle korkunç idi. Bu itibarla kendilerine kimsenin muttali
olması mümkün değildi. Öyle bir rahatlık içinde uyuyorlardı ki Güneş doğduğu
zaman mağaralarından sağ tarafına meyillenir, batarken de onları sol taraftan
makaslardı. Yani üzerlerine gün bile değmez, değse de nihayet batış sırasında
soldan biraz kırkar geçerdi. Çünkü mağaranın vaziyeti buydu. Her tarafı m’ahfuz,
ancak kapısı biraz batıya meyilli olarak kuzeye bakıyordu. Onlar ise mağaranın
bir geniş yerinde sıkıntısız bir şekilde yatıyorlardı.
Eshâbı Kehf in o suretle Allah için baş
kaldırması ve kavimlerini terkedip mağarada böyle yatmaları, Allahü Teâlâ’nın
kudret ve rahmetinden bir delil, bir keramettir.
İşte böylece ilâhî bir rahmet olarak bu
yiğitlerin o mağarada senelerce uyuyup muhafaza edilmesinden sonra Allahü Teâlâ
onları bir delil olarak ba’s de etti, ölü diriltir gibi uykudan uyandırdı. Eshâbı
Kehf uyandıkları vakit aralarında soruşturmaya başladılar ve içlerinden biri:
— Ne kadar durdunuz, ne kadar uyudunuz? diye
sordu. Kimisi:
— Bir gün, diye cevap verdi. Kimi de:
— Bir günden âz, dediler... Nitekim kıyamette
diriltilecekler de böyle sanacaklardır. Bu konuşma esnasında kimi de daha fazla
durulduğunu sezerek aralarındaki ihtilâfı kesmek için dediler ki:
— Ne kadar durduğunuzu Rabbiniz en iyi bilir. Binaenaleyh
ihtilâfı bırakınız da, hemen birinizi şu gümüş paranızla şehre gönderiniz, en
temiz yiyecek hangisi baksın ve size ondan bir rızık getirsin, çok dikkat ve
nezaketle hareket etsin, sakın sizi kimseye sezdirmesin. Zira başınıza
binerlerse şüphe yok ki, ya Sizi öldürecekler veya irtidad ettirip
milletlerinin dinî putperestliğe döndürecekler. O zaman da ebedî kurtuluş
bulamazsınız. Öîdürülürseniz şehîd olur kurtulursunuz ama, dininizden dönüp
küfre girerseniz dünyada ve âhirette ebediyyen felaha eremezsiniz.
Hülâs’a böyle konuştular ve bu sözü kabul
ettiler de, içlerinden Temliha’yı şehre gönderdiler. Fakat Hüdânın takdirine
bak ki, o derece sakınmalarına rağmen Allahü Teâlâ, bu suretle kendilerini tanıttırdı.
Çünkü Yemliha’nın elindeki para, o zamanki insanlara göre hayli eski olduğundan
dikkati çekmiş ve yakalanmasına sebep olmuştu. Bu şekilde Allahü Teâlâ va’dinin
hak ve saatinin şüphesiz olduğunu insanlar muhakkak bilsinler diye, bu duruma
muttali kılmıştı. Zira mağarada ne kadar durduklarını bilemeyen Eshâb-ı Kehf
senelerce yattıkları yerden kabirden kalkar gibi uyanıp kalktıklarını anlamış
ve vaktiyle baş kaldırdıkları müşriklere karşı muvaffak olduklarını ve taleb ve
ümid ettikleri ilâhî rahmetin bir tecellîsini görmek ve daha önce îman
ettikleri şekilde Alah’ın va’dinin hak olduğunu müşahede ile bilmiş oluyorlardı.
Ve bu suretle gerek kendileri ve gerek diğerleri için Kıyametin şüphesiz
olduğuna da bir delil ve misâl olmuş bulunuyorlardı.
Eshâb-ı Kehf in uyudukları mağaranın mevkii
ile alâkalı olarak muhtelif yerler rivayet edilegelmiştir. Ancak bugün ziyaret
edilmekte olan Tarsus yakınlarındaki mevkiin onlara ait yer olduğu
bilinmektedir.
Bu kıssaya ait hususlardan biri de onların üç
kişi olup kelbleriyle birlikte dört, veya beş kişi olup kelbleriyle beraber
altı, yahut da yedi kişi olup kelbleriyle beraber sekiz olduklarına dair
rivayetlerdir ki, doğruya en yakın olanı sonuncusudur. Doğrusunu Alahü Teâlâ
bilir. Adetlerin bilinmesi kıssa noktası nazarından herkese lâzım değildir. Onları
hakkiyle bilenler pek azdır. Çokları bu mevzuuda gaybî taşlamaktan başka bir iş
yapmamaktadırlar. Şu hâlde Eshâb-ı Kehf kıssasını yalnız Kur’an’ın beyanına
dikkat ederek mütalea etmeli, şundan bundan sormaya kalkışmamalıdır.
Eshâb-ı Kehf’in mağarada uyuma sürelerinin ise
üç yüz dokuz sene olduğu yine Kur’an’ın beyanıdır. (Alıntı)
Yorumlar
Yorum Gönder