Yaz Mevsiminin Rehâvetine Kapılmadan Gayret Kemerini Kuşanmak
Yaz
Mevsiminin Rehâvetine Kapılmadan Gayret Kemerini Kuşanmak
Yaz
geldi, havalar sıcak, tâtil fırsatları önümüzde ve herkesin kendine özgü
programları gündemdedir. Dinlenmek, rahat bir nefes almak, eğlence ve mutluluk
herkesin hakkıdır. Ancak tâtil beyhûdelik, başıboşluk ve sorumluluktan kaçmak
değildir. İnşirah sûresinde Rabbimiz bir işten boşalınca diğer bir işe
sarılmamızı istemektedir. Dinlenirken farklı bir işin planlamasını yapmak,
eğlenirken tefekkürü şiâr edinmek, istirahate çekilmişken yeni bir çabanın
seyrine katılmak esastır.
Çalışan
kesimlerin rutin işlerine bir süre ara vermesi elbette bıkkınlık ve yorgunluğun
telafisine imkân sağlayacaktır. Ancak iş ve güçten alâkayı koparıp tamamen atıl,
etkisiz ve pasif konumda kalmak insanlık enerjimizi boş yere harcamak demektir.
“İki günü birbirine eşit olanlar ziyandadır” buyuran Peygamber Efendimiz,
Müslümanın hayat maratonunda başarıya endeksli bir yaşam sürmesini, hedefi
yakalamasını ve kendinden bekleneni her geçen gün daha yetkin bir şekilde
yerine getirmesini istemektedir.
Modern
dünyanın hızlı yaşam platformunda günlük hayat gerçekten bir telâş içerisinde
akıp gitmektedir. Bir Kızılderili kabile şefinin, kabileleriyle göç ederken
atlarını hızla koşturup yol aldıkları sırada kervânı durdurup, “Biraz
soluklanalım, o kadar hızlı gidiyoruz ki ruhlarımız bedenlerimizin gerisinde
kaldı”sözü modern insanın kendini ihmâl edişinin genel bir ifâdesidir. Modern
insan rûhunu ne dinliyor ne de dinlendiriyor artık. Asıl dinlenmeye ihtiyâcı
olan bedenlerimizden çok ruhlarımızdır. Stres, kaygı, sancı, korku, güvensizlik,
anlamsızlık, huysuzluk, telâş, savaş, şiddet, terör, politik hesaplar, menfaat
çatışmaları, âile geçimsizlikleri, bencillik ve tüketim çılgınlığı bedenlerimiz
kadar ruhlarımızı da tahrip etmekte ve bizleri çıkmazın, anlamsızlık
hastalığının girdâbına düşürmektedir.
Çivisi
çıkmış bir dünyânın rayına oturması, insanlık ȃleminin soluklanması, acıların
dindirilmesi için Müslüman olarak bizlerin çok ama çok özel yükümlülükleri
vardır. İnsanlık için iyiliği emretmek ve kötülüğü ortadan kaldırmakla yükümlüyüz.
Evet, on bir aydır hızlı tempoda çalıştığımız meslekî faaliyetlerimizde,
memuriyetlerimizde, gündelik çalışmalarımızda bir aylık dinlenme, işimize ara
verme ve seyahat etme imkân ve şansını yakalayalım.
Ama
tâtile çıkmayı tüm tâtil günlerini yeme, içme, eğlence, uyku ve keyfimize
hebâ
etme şeklinde boşa harcamayalım. Müslümanın eğlencesi zikrullahtır.
Rûhumuzun
selâmeti mânevî temâşâlarımızdır. Bedenlerimizin dinlenmesi başka
türlü
meşgalelerle enerjimizin farklı boyutlarda değerlendirilmesidir. Millet
olarak
ve Müslüman coğrafya olarak târihin en zorlu ve en sancılı dönemini
yaşıyoruz.
Müslüman kardeşlerimizin dertleri ile dertlenmek Peygamberimizin
üzerimize
emânetidir. Başkalarının gözyaşlarının aktığı bir ortamda Müslümanın
sevinç
nârası atması kendi kendisini yalanlamasıdır. Geçen ay Nijerya’da insanlık
dramına dâir rapor yayınlandı. Bir ay içerisinde sâdece Nijerya’da
açlık
ve susuzluktan ölenlerin sayısı 200 kişi olarak verilmektedir. Savaşların
ocaklarını
kararttığı, şiddet ortamının hayatlarını altüst ettiği, etnik ve mezhep
çatışmalarının birbirine düşürdüğü Müslümanlar gönül coğrafyamızda zor günler
geçirirken; ensesi kalın, işi rayında, imkânı yerinde, varlık sâhibi Müslümanların
sâhip oldukları nimetlerin hakkını vermemeleri ne büyük vebâldir.
Halbuki
izin günlerimiz ve tâtil sezonlarımız Müslümanların sosyalleşmelerine,
paylaşmalarına,
dayanışmalarına ve sıkıntılarını bertarâf etmelerine fırsat olmalı.
O
halde tatil günlerimiz STK’lardan alacağımız görevlerle neden gönüllü hizmet
seferberliğine dönüşmesin? İzne ayrıldığımız günlerimiz neden yoksul, yetim ve fakirlerin
acılarını dindirmeye fırsat sağlamasın?
Neden
yegâne sevincimiz yetimlerin başını okşamak olmasın?
Arka
sokaklarda kaderlerine terk edilen ve teselli bekleyen milyonların derdine çâre
olmak neden gözlerimizi ışıldatmasın?
Tâtil
günleri neden akrabâ ziyâretlerine, memleket hasretinin dindirilmesine, ekim ve
dikim faaliyetlerinin canlandırılmasına katkı sağlanmasın?
Tâtil
günleri neden dostluk köprülerinin kurulmasına, sağlıklı yaşam deneyimlerine,
sportif etkinliklere, okuma günlerine dönüşmesin?
Fiziki
ve bedensel koşuşturmalardan sonra tâtilde vücudumuz dinlenirken neden tâtil
çantamızdaki okumayı planladığımız kitap setlerini tamamlama, zihinsel
aydınlanma, bilinç tazeleme sezonu olmasın?
Yazın
rehâvetine, ürünlerin hasadına denk gelmesinden dolayı ashâbın olanca
fedâkȃrlığının nişânesi olarak Tebük seferine “zorluk seferi” adı verilmiştir.
Hayat îman ve cihaddan ibârettir. Geçmiş ümmetler gibi bizler de zorluk,
sıkıntı, açlık ve kederlerle imtihân edilmekteyiz. Dünyâ hayâtının geçiciliği
ebedî hayâtın seyrini belirlemektedir. İnanan insanlar olarak dünyâyı istirahat
yolu olarak değil azmetme ve çaba gösterme yeri olarak değerlendirmek
durumundayız. Müslümanın temel vasfı üreten, başaran, çaba gösteren ve hayra
doymayan olmasıdır. İnsana ancak çalıştığının karşılığı verilecektir. Yazın
rehâveti, imkânlarımızın bolluğu ve varlığımızın çokluğu bizleri gevşetmemelidir.
Medeniyet inşâ eden milletler gayret kemerini kuşanan topluluklardır.
Tâtil
köyleri atâlet ve rehâvet adresleri değil dinamik, işlevsel ve donanımlı
geleceğe hazırlık merkezleri olmak durumundadır. Tâtil sezonu yıl boyunca
zonklayan beyinlerin dinlendiği, ağır iş gücünde koşuşturan bedenlerin
tâzelendiği, iş telâşından ihmâl ettiğimiz iç dünyâmızın ferahladığı bir
fırsatlar mevsimi olmalıdır.
Ecdâdımız
bizim yegâne örneğimizdir. Durmadan, dinlenmeden
ve
yorulma nedir bilmeden bu toprakları yurt tutmanın ve vatan kılmanın
çabasını
güttüler. Coğrafyalarını güzelleştirip şehirlerini mâmur kıldılar.
Eserlerini
gelecek nesillere âbide oluşturacak şekilde devâsâ kıldılar. İmkȃn
ve
fırsatları iyi değerlendirdiler. Bir ve berâber olmanın tadının çıkarıp tek
yürek
ve tek nefes oldular. Sonunda cihâna hükmeden, üç kıtada at koşturan,
fetih
rûhuyla şahlanan 600 yıllık uzun soluklu bir iktidarla Osmanlı serüvenini
icrâ
kıldılar.
Millet
olarak bugün güçlü mîrâsın temsilcileriyiz. Gönül coğrafyamız bugün kan
ağlıyor. Acılar ayyuka çıkıyor, sıkıntılar birbirini kovalıyor, sancılar
artıyor, mazlum kitleler çıkış yolları arıyor. Ümmetin umûdu olan millet haline
gelmişken bugün bizler, gayret kemerini daha sıkı kuşanmak durumundayız.
Vatana, sılaya, ümmete ve gelecek nesillere sevdalanmak durumundayız. Virâne
olan, savaşlarla târumâr edilen kadim kentlerimizi yeniden inşâ etmeliyiz. Bunu
da ancak tâtil hayalleriyle değil azîmet ruhuyla sağlayabiliriz. Değil yılların,
sâniyelerin bile hesâbını yapmak, toplumumuza
katma
değerimizi artırmak, ibâdet bilinciyle çalışmak, bize emânet edilen yükün
hamallığını
hakkıyla gerçekleştirmek durumundayız. Ortaya
konulan bu yükümlülüklerden dolayı yaşam standartlarımızı artırmanın derdinde olmalıyız.
Şeyh
Sâdi Bostan isimli eserinde, uzun yıllar birbirini görmeyen iki dostun
buluşmasını ve hassâsiyetlerini şu şekilde aktarmaktadır:
“Vaktiyle
Şam elinde ȃşıklara aşkı unutturan, hurma ağaçlarının ağzını kurutan, pınarları
bitiren bir kıtlık baş gösterdi.
Öksüzlerin
gözyaşından başka su kalmadı ülkede. Gökte kimsesiz ve yoksul dul kadınların
âhı dışında duman kalmadı, insanlar bulutu unuttular.
Ağaçlar
kurudu. Dağlarda yeşil, bahçelerde fidan görünmez oldu. Çekirgeler bostanları,
insanlar çekirgeleri yediler. Durum böyleyken bir dostum çıkageldi.
Zayıflamıştı. Bir deri bir kemik kalmıştı. Oysa bir zamanlar zengindi, şan ve
şöhret sâhibiydi. Sağlıklı bir insandı. Çok şaşırdım. Nedenini sordum. Dostum
kızdı, bağırıp çağırmaya başladı:
‘Nasıl
bilmezsin? Biliyorsan niçin soruyorsun? Ülkenin üzerine inen bu kâbusu görmüyor
musun? Gökten bir damla rahmet inmiyor, yerden göğe inilti yükseliyor.’
‘Biliyorum’
dedim dostuma, ‘kıtlıktan neden korkuyorsun ki… Zehir ilaç olmayınca
öldürücüdür. Sen mi zarar göreceksin kıtlıktan? Telâşın boşuna. Başkalarının
açlıktan kırılmasından sana ne?’
Bilginin
câhile baktığı gibiydi gözlerindeki ifâde. Şöyle dedi dostum:
‘Bir
deniz kıyısında durup sevdiklerinin sudaki boğuluşunu gören insanın yüreği
nasıl rahat olabilir? Benim yüzüm yokluktan sarardı. Yoksulların acısı soldurdu
yüzümü. Vicdan ve akıl sâhibi insan ne kendinin ne de başkasının bedeninde bir
yara görmek ister. Allah’a şükür bir acım yok, fakat yokluk ve düşkünlük
içindekilerin acısını görünce bedenim tir tir titriyor. Yanındaki hasta olan
bir kişi ne kadar sağlıklı olursa olsun keyifli olabilir mi? Yoksulların
açlığını düşününce boğazımdan bir lokma geçmiyor, bana zehir oluyor. Sevdikleri
zindandayken insan nasıl kendisini Gülistan’da sanabilir?’”[1]
İşte
derdimiz bu denli büyüktür bugün. Dünyânın en doğusunda yaşayan bir Müslüman
dünyânın en batısında yaşayan bir Müslümanın acısını paylaşmıyorsa hesâbı çetin
olacaktır. Müslüman kardeşlerinin vücûdundan dökülen kanlar Müslümanın yüreğini
kanatmıyorsa o kalp katılaşmıştır. Duyarsız, hissiz, vicdansız ve habersiz olan
kitleler varlık denizinde yüzerken bu hayâtın sonunu düşünmezler mi? Bize
verilen fırsatların hesâbının sorulacağı akla gelmez mi?
Komşusu
açken tok yatanlar rahat uyuyabilirler mi? Târihî mîrâsımız her geçen
gün
daha büyük talanlara mâruz kalırken nefsimizi tatmin peşinde ömür sürebilir miyiz?
Târih,
koşanların başarısına tanıklık eden bir zaman dilimidir. Önde gidenler hep
derdi olanlardır. Dertlerini derman bilenler uyanık kalmanın çabasını güderler.
Erken kalkanın erken yol alması gibi, günümüz dünyâsında da erken davranan
ülkeler gelişmişlik seviyesinden pay alabilenlerdir.
Devletlerin
büyüklüğü milletlerinin gücüne oranla sağlanmaktadır. Ülkenin gelişmişlik
düzeyi fertlerin imkȃnıyla bütünlük oluşturmalıdır. Zenginlerle fakirler
arasındaki yakınlaşmalar arttırılmalı, toplumun farklı kesimleri ortak paydada
buluşturulmalıdır. Bu da elit kesimlerin olanca rahat yaşam imkȃnlarını
sürdürürken mutsuz çoğunluğun acılara mâruz kalmasıyla sağlanamayacaktır. Mutlu
olmak tüm insanlarımızın hakkıdır.
Gelir
düzeyindeki artış tüm halkımızın hakkıdır. Gelişmişlik ve imkân
pastasından
payı mutlu azınlıklara değil, tüm hak sâhiplerine dağıtmak esastır.
Sorunlarımızı
birlikte çözümleyip birlikte gülmemizi, acılarımızı ortak
hissedip
birlikte neşelenmemizi, birlikte çalışıp birlikte dinlenebilmemizi
sağlamalıyız.
Tâtil
serüveninin hatırlattıklarını düşünürken paylaşmak istediğim, başkalarının
acılarının üzerine mutlu bir dünyâ inşâ edilemez kanâatiydi. Yurdumuzu ve
dünyâyı cennet iklimine dönüştürmek durumundayız. Gelir düzeylerini arttırmak,
kamusal güvenliği yaygınlaştırmak, âile huzurunu arttırmak durumundayız. Millet
olarak elbette dinlenmeye, eğlenmeye ve gülmeye
de
ihtiyâcımız vardır. Ülkemizde zambaklar, leylaklar, güller ve sümbüller
gülistan
hâline gelince, işte o zaman gözler neşe saçacak, yüzler mutluluk
tomurcuklarını
yansıtacaktır. Huzûrun paylaşıldığı yuvalarla ülkemiz işte o
zaman
gerçekten tâtil cenneti bir diyâra dönüşecektir.
[1]Şeyh
Sadî-i Şirazî,, Bostan, haz. Sadık Yalsızuçanlar, Timaş yayınları, İstanbul
1998, s. 63-64.
Prof.
Dr. Kadir Özköse (Ağustos 2016)
Not:
Bu yazı Yenidünya Dergisinin Ağustos-2016 sayısından alıntıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder