Kendini Hesaba Çek
Kendini Hesaba Çek
Bir hadis-i şerifte
Peygamber Efendimiz en büyük mahkemede hesaba çekilmeden önce dünyadayken sık
sık nefsi sorgulamayı akıllılık ve müminlik emaresi olarak zikretmiş; Hazreti
Ömer Efendimiz Radiyallahü Anh de Allah Rasûlü’nden işittiği bu hakikati farklı
bir üslupla seslendirerek şöyle buyurmuştur:
Ancak bunu kötülük ve
fenalıklarını deşeleyip kendini aşağılamak suretiyle yapmamalı; aksine, nefsini
karşısındaki bir kanepeye oturtup, onu "rasyonel, insaflı ve uzman"
bir hekimin hastasını muayene etmesi edasıyla sorgulamalıdır. Ve netice
itibarıyla kendisinin bu dünyada kalıcı değil bir yolcu olduğunu aklından
çıkarmamalıdır.
Sen Bir Yolcusun Unutma
İnsan bir yolcudur. Ruhlar
âleminden başlayan yolculuğu, anne karnına, dünyaya, çocukluk dönemine, gençlik
çağına, yaşlılık zamanına, kabir ve derken cennet veya cehenneme kadar devam
eden bir yolculuktur. Ama acaba insan, bu yolculuğunun ne derece farkındadır?
Eğer o, daima kendini bir
yolcu gibi görse, yürüyüşünü zorlaştırmaktan başka bir işe yaramayacak olan
dünyanın çeşitli güzelliklerine takılıp sendelemeden yürüyüp gidecektir. İnsan
kendini kabir ehlinden saymadıktan sonra, yani eskilerin; "Ölmeden evvel
ölünüz" diye anlatmaya çalıştıkları hususu, fiil ve yaşantıya dökmedikten
sonra, şeytanın hile ve tuzaklarından bütünüyle korunması, kurtulması mümkün
değildir. Evet, insan nefsaniyet, cismaniyet itibarıyla ölmelidir ki vicdan ve
ruh itibarıyla dirilmiş olsun. Zaten her şeyi cesede bağlayanlar, cesetlerinin
altında kalıp ezilmiş olan zavallılar değil mi?
Ebu Hanife Hazretleri,
Allah’ın varlığını nasıl ispatladı?
İmam-ı Azam Ebu Hanife
daha küçük bir çocukken, yaşadığı Bağdat şehrine inançsız bir adam gelmişti.
Adam kendine çok güveniyordu. "Kim bana Allah’ın varlığını ispat
edebilir?" diye sordu. Oradakiler İmam-ı Azam’ı gösterdiler. İnançsız adam
küçümseyen bakışlarıyla şöyle bir süzdü küçük bilgini ve dedi ki; "Hadi
bakalım ispatlasın da görelim." Büyük bir meraklı kitlesi toplanmıştı
etrafında. Bu sırada İmam-ı Azam:
- Benim kitaplarım evde
kaldı. Gidip onları getireyim önce, diyerek ayrıldı. İmam-ı Azam uzun bir süre
gelmedi. Ama herkes bu işin içinde bir gariplik olduğunu da seziyordu. Çünkü
İmam-ı Azam dosdoğru bir insandır. Yalan söylemez ve sözünde durur.
Gelmeyecekse mutlaka söyler, ya da haber gönderir, diye düşündüler. Böylece bir
hayli zaman geçtikten sonra çıkıp geldi küçük bilgin.
İnançsız adam İmam-ı
Azam’a sordu: - Nerede kaldın? Yoksa Allah’ın varlığını ispatlayamam diye mi
korktun? İmam-ı Azam gayet rahat ve soğukkanlılıkla cevap verdi:
- Hayır, böyle bir korkum
yok. Çünkü Allah’ın varlığını ispatlamak çok kolay bir konudur. Ancak benim
gecikmemin bir sebebi var. Benim evim karşı kıyıda. Biliyorsunuz, Bağdat’ın
ortasından kocaman bir ırmak akar. Karşıya geçtikten sonra büyük bir sel ve
fırtına çıktı. Tekrar dönmek için ne bir sandal, ne bir köprü kaldı. İnançsız
adam sordu:
- Peki, şimdi nasıl geçip
geldin? İmam-ı Azam cevap verdi:
Her Sanatın Bir Sanatkârı
Vardır
- İşte ben de onu
anlatacağım. Geldim kıyıya, birde baktım ki, kocaman taşlar kıyıdan yuvarlanıp
atladı ırmağın içine. Üst üste atlayan taşlardan köprü ayakları meydana geldi.
Bu arada havada kendi kendine uçan uzun tahtalar bu ayakların üzerine örtüldü.
Arkasından çiviler yine havada uçuşarak kurşun gibi saplanıp tahtaları ayaklara
tutturdular. O sırada kıyıdaki toprak ayağımın altından kayarak bu tahtaların
üstünü kapattı.
Büyük ve rahat bir yol
gibi, kocaman bir köprü meydana geldi. Ben de üzerinden yürüyüp geçtim ve
geldim. Herkes şaşkınlıkla bu sözleri dinlerken, inançsız adam dedi ki:
- Karşıma küçük bir bilgin
diye akılsız bir çocuk mu çıkardınız? Bir yığın saçma ile uğraşacak vaktim yok
benim. Bu çocuk koskoca bir köprünün kendi kendine oluştuğunu anlatıyor. Hiç
yapan, çalışan olmadan köprü oluşur mu? Bunun üzerine İmam-ı Azam, adama bakmış
ve şöyle konuşmuş:
- Peki, bir köprü mü daha
sanatlı ve büyüktür, yoksa dünya mı?
- Elbette dünya çok daha
büyük ve sanatlıdır.
- Öyle ise dünyaya göre
çok daha küçük ve sanatsız olan bir köprünün kendi kendine olamayacağını
söylüyorsun da, bu muhteşem dünyanın nasıl kendi kendine oluştuğunu
söyleyebiliyorsun? Köprüyü bir yapan vardır, ustasız olmaz, diyorsun. Peki, bu
dünyayı yaratan, yapan birisi olması gerekmez mi?
Yorumlar
Yorum Gönder