İhtiyar Dut Ağacı
İhtiyar Dut Ağacı
Selim Amca ve Emine
Teyze, iki mütevazı ihtiyardı. Anadolu’nun küçük bir kasabasında oturuyorlardı.
Bir de üniversitede okuyan oğulları Oktay vardı. Her yılın nisan ayında
bağlarına göçer, kasımda merkezdeki evlerine dönerlerdi. Bağları şehir
merkezine yakın, büyük bir meyvelik ile ahşap bir bağ evinden ibaretti. Her yıl
baharın gelmesini iple çekerlerdi. Yine bir nisan başında, lüzumlu eşyalarını
toplayarak bağa taşındılar. Taşıt gürültüsü ve hava kirliliğinden kurtulan
yaşlı çift sevinçten uçuyordu. Bütün güçleriyle toprağa sarıldılar.
Emine
Teyze, bağ evini temizledi, eşyaları yerleştirdi. Selim Amca da; gülleri,
asmaları, diğer meyve ağaçlarını budadı; ahırı düzenledi, bir de buzağılı inek
aldı.
Gün
geçtikçe her taraf yeşile bürünüyordu. Bir başka oluyordu, bağ akşamları...
Havalar iyice ısınmamıştı ama bol oksijen, bülbül sesleri, yaprak hışırtıları,
bin bir nağme sunuyordu gönüllere... Hele sabahları vızıldayan arılar,
böcekler; uçuşan kuşlar, kelebekler...
Yeryüzündeki muhteşem uyanış, insanı büyülüyordu. Kuru ağaçlar, bin bir çeşit
renge bürünüyor; kanaryalar, çekirgeler tılsımlı ezgiler mırıldanıyor;
otlardan, çiçeklerden yayılan kokular ruhlara doluyordu. İhtiyarlar bütün
dertlerini unutmuşlar, adeta yeniden doğmuşlardı. Her şey öyle güzel, öyle
güzeldi ki...
Havalar ısınmaya başlayınca, yemeklerini evin
önündeki havuzun başında yemeye başladılar. Yaşlı dut ağacı da bir genç kız
gibi yemyeşil elbiselerini giyindi, süslendi bezendi... Selim Amca, her
nedense; bütün ağaçların içinde, en çok onu seviyordu. Ama bu dutu kimin
diktiğini bilmiyordu. “Belki babamın babası, belki de onun babası ...” diyordu.
Bir sabah Selim amca, yeni yetişen kirazları
aşılıyordu. Ellerinde kazma kürek, ölçüm aletleriyle birkaç adam çıka geldiler.
Birisi Selim Amca’ya yaklaşarak:
-Buranın
sahibi sen misin?
-Evet,
benim, bir şey mi istiyorsunuz?
-Amca
buradan yüksek gerilim hattı geçecek, şu büyük dutun yanına, büyük bir direk
dikeceğiz. Kamulaştırma bedelini bankadan alırsın.
-Şey,
ağaca zararı olur mu?
-Olur mu, olmaz mı
bilmem; ama dikmek zorundayız.
Dünya sanki Selim
Amca’nın başına yıkılmıştı. Kısa sürede koskoca bir elektrik direği diktiler.
Dutun direğe uzanan dallarını kestiler. Dut sanki esir gibi kalmıştı. Selim
Amca’nın bütün neşesi kaçmıştı. “İnşallah sevgili dutum kurumaz!” diyordu.
Aradan birkaç gün geçmişti ki, ikinci kötü haber geldi. Yol genişlemesi
dolaysıyla bağın üst tarafından büyük bir bölüm, gidiyordu. Üstelik iki genç
dut, bir kiraz, birkaç erik, onlarca asma... “Tek yol genişlesin, ağaçları da
yeniden yetiştiririm!” diyordu.
Üzüntülerini çabucak
yenen ihtiyarlar; “Canımız sağ olsun, Allah cana vermesin!” diye teselli
buldular. Öyle çalışıyorlardı ki, yeni duruma kısa sürede alıştılar. Çitleri ve
duvarları yenilediler, yeni ağaçlar diktiler, asmaların ve tüm ağaçların
diplerini bellediler.
Bir
gün, inşaat mühendisliği son sınıfta okuyan, oğulları Oktay geldi. Emine Teyze
ve Selim Amca’nın mutlulukları daha da artmıştı. Gerçi, Oktay’ın kot pantolonu,
uzun saçları, havai hareketleri... Onları biraz rahatsız etmişti ama; “Zamane
genci, ilerde uslanır.” diyorlardı.
Yavaş yavaş; altın
sarısı, yakut kırmızısı, kirazlar olmaya başlamıştı. Bir cumartesi, Oktay’ın
arkadaşları çıkageldiler. Emine Teyze’nin yaprak dolmaları, tahrana çorbası,
gözlemeleri, börek ve baklavaları doğrusu birer lezzet şaheseriydi... Selim
Amca’nın topladığı dutlar, kirazlar, güller tadına doyulmaz hazlar sunuyordu...
Çetin ve Ersin, yapılan ikramlardan çok mutluydular.
Bir
akşam çaylar içilirken, Oktay damdan düşercesine:
-Babacığım
sana bir müjdeli haber vereceğim. Bağımızın da bulunduğu arazilerin imar planı
kabul edilmiş, yakında buralar parsellenip arsa olacak. Çetin’in babası
müteahhitlik yapıyor. Ona kat karşılığı satarız. Hem kendimiz lüks dairede
oturur, hem de üç beş tanesini kiraya veririz.
Birdenbire
Selim Amca ve Emine Teyze’nin başlarına kaynar sular döküldü. Gözümün nuru
canım oğlum dediği “Oktay”; babasına danışma gereği bile duymadan, babasının
adına kararlar veriyordu. Bir an bağındaki bütün ağaçların kesildiğini her
tarafın betonla kaplandığını düşündü. Sanki gerçekleşmiş gibi kalbi bin parçaya
bölünüverdi.
-Ben beton apartmanları
sevmiyorum! İkişer katlı, geniş bahçeli olsa neyse, dedi. Bu sefer Oktay’ın
suratı asılmıştı.
Bu konuşmalar ihtiyarların
uykusunu kaçırmaya yetmişti... “Oğlum bir şeye karışamaz, ben razı olmayınca
zorla yapacaklar değil ya!” diye hem söyleniyor, hem de dalgın dalgın
çalışıyordu.
Bir gün bir fren
sesiyle yola bakan Selim Amca, lüks bir arabadan kelli felli, iki adamın
indiğini gördü. Adamlar nezaketle selâm verdiler. Oktay koşarak misafirleri
karşıladı. Babasına yaklaşarak:
-Çetin’in babası Engin Bey ve yardımcısı dedi. Selim amca, Oktay’ın
saçmalıklarını anlamıştı. Saygısı gereği, zor da olsa;
-Aleykümselâm,
hoş geldiniz dedi. Etrafı dolaşan Engin Bey elinde bir kâğıda bir şeyler yazdı,
çizdi.
-“Yedişer
katlı, dörder daireli üç blok diksek; yetmiş seksen daire eder.” demeye başladı.
Çok sinirlenen Selim amca,
-Ben
daire maire istemiyorum, bende satılık arazi de yok, arsa da yok; bana bir daha
kimse böyle bir teklif de bulunmasın, tamam mı? Diye bağırdı.
Neye
uğradığını şaşıran Engin Bey kaşlarını çatarak geri geri gitti. Halbuki Oktay
“Annem, babam beni kırmaz. Artık onlar da eski evden bıktılar. Lüks bir dairede
oturmak isterler zaten bağın bir geliri yok, alacakları fazla dairelerin de
kiralarıyla geçinir giderler demişti. Selim amca gelenlerin misafir olduklarını
hatırlayarak biraz sesini alçaltarak:
-Ben halimden
memnunum, beni rahat bırakın! Dedi. Havuz başındaki masaya, Emine Teyze çayları
getirmişti. Bağın küçük fırınından yeni çıkan, sıcak somunlar; taze tereyağı,
bağ pekmezi, tere ve marullar harikaydı. Odun közünde pişen mangal çayı da
cabası... Misafirler kırgın gibi olmalarına rağmen, aç kurtlar gibi sofraya
saldırdılar. Engin Bey’in dikkatini sofranın tam ortasındaki güller çekmişti.
Böyle iri iri; ışıl ışıl parlayan gül, hiç görmemişti. Bir an eşi Yeşim’i
hatırladı. Bunlardan bir demet, ona götürse Yeşim’in ne kadar sevineceğini
düşündü. İş yoğunluğundan eşini gerçekten çok ihmal etmişti.
Herkes
güle oynaya kahvaltısını yaptı. Selim Amca’ya bol bol teşekkür ettiler. Engin
Bey, uzun uzun konuştu. Razı edemeyeceğini anlayınca işi zamana bırakmaya karar
verdi. Emine Teyze hazırladığı iki demet gülü ellerine tutuşturdu. Teşekkür
ederek buruk ayrıldılar.
Artık
evin huzuru tamamen kaçmıştı. Emine Teyze de açıktan açığa Oktay’ı
destekliyordu. “Bugüne kadar çalıştık, çabaladık ne gördük bey! Ömrümüzün son
günlerinde hiç olmazsa biraz rahat ederiz.” diyordu. Her akşam, “Falanca
arsasını kata vermiş, şu kadar daire alacakmış; fistanca da kata vermiş bu
kadar alacakmış...” lafları geçiyordu. Emine Teyze iki de bir, “Bugüne kadar
bana yeteri kadar harçlık veremedin, üstüme başıma alamadın, ne olur inat
etme...” diyordu. Selim Amca alışık olmadığı halde sık sık ağrı kesici almaya
başlamıştı. Komşuları Koca Halil de bağını kata verince Selim Amca zor durumda
kaldı. Nasıl olsa bağ suyu da gelmiyordu. Neredeyse bütün bağlar şantiyeye
dönmüştü. Her tarafta koca koca apartmanlar yükseliyordu. Direnenlerin bağları
ve bahçeleri de kurumaya terk edilmişti.
Yeşil şehir yerini
betona terk ediyordu. Şehrin ileri gelenlerinden, çıt çıkmıyordu. Gazeteciler,
öğretmenler, hâkimler, avukatlar... Susuyordu.
Herkes hangi sitenin
daha güzel olacağından, hangi şirketin sağlam olduğundan bahsediyordu.
İnsanların tek derdi en ucuza lüks ve güzel bir konut sahibi olmaktı.
O güzelim Bağlıklar,
bahçelikler; beton ve taş yığınına dönmüştü.
Hâlbuki eski
belediye başkanları tarım arazisine kesinlikle imar izni vermiyor, tarıma uygun
olmayan yerleri imara açıyorlardı.
Oktay inşaat
mühendisi olmuş, işsiz güçsüz dolaşıyor, eve barka uğramıyordu. Selim Amca yalnız
kalmış hayatı kâbusa dönmüştü. Daha fazla dayanamayıp, mecburen razı oldu. Bağ
kısmına iki blok dikilecek, Selim Amca’ya da ev ile küçük bahçesi kalacaktı.
Zaten ortasından kocaman yol geçiyordu.
Bağ
bozumundan sonra buldozerler gelip her tarafı yıkıp yumdular. Engin Bey çok
memnundu. Aslında bağın bozulmasına o da razı değildi ama; yüksek rant iştahını
kabartmıştı. Derin çukurlar kazarak betonlar dökmeye başladılar. Selim Amca’ya
on daire verdiler. Tamamlanmadığı halde üç tanesini satarak Oktay’a mühendislik
bürosu açtılar. Oktay okul arkadaşı bayan bir mühendisle evlenerek ayrı bir eve
taşındı. Gelin hanım, Selim Amca’lara çok seyrek geliyor, geldiği zamanlar
mutfakta, Emine Teyze’ye hiç yardım etmiyordu. Sadece ayaküzeri ziyaretler, o
kadar. Bu ziyaretler gide gide bayramdan bayrama dönüştü. Daha sonraları o da
azaldı. Çünkü bayramlarda deniz sahillerine gidiyorlardı. Oktay işi büyütüp
büyük projelere imza atmaya, ihalelere girmeye başladı. Kayın pederi, işyerini
Ankara’ya taşımayı önerdi. Genç mühendisler, severek kabul ettiler.
Selim Amca’lar küçük
bahçede, yine durmadan çalışıyorlar, Oktay’ın turşusu, yaprağı, reçeli, pekmezi
diye çırpınıyorlardı. Daireler bitip kuralar çekilirken Emine Teyze hastalandı.
Kendisine söylemediler ama akciğer kanseriydi. Üç aylık yorucu bir hastane
maratonundan sonra vefat etti. Gelini Sevda’ya kırgın gitmişti. O kadar üstüne
düşmesine rağmen bir gün bile gönlünü almamıştı. Sadece bir iki hastane
ziyareti o kadar. “Ben iş kadınıyım, çalışıyorum; bir de kayın anne baba kahrı,
çekemem.” diyordu. Hâlbuki kimse ondan hizmet istemiyor, herkes ona yardım
etmeye çalışıyordu.
Selim Amca, iyice
çökmüştü. Onun için hayatın hiçbir anlamı kalmamıştı. İmanı ve namazı sayesinde
ayakta duruyordu. Ara sıra “Ben de düşüp kalırsam, bana kim bakar! Ben onların
yanına hayatta gitmem, gitsem de yakışamam.” diyordu. Zaten Oktay, “Babamı
yanımıza alalım” dedikçe, Sevda; “Dünyada olmaz, yoksa ayrılırım, asla beraber
duramam! İsterse huzurevine gitsin. Nasıl olsa bir sürü dairesi olacak!”
diyordu. Oktay ise; “Annemin hayır duasını kaçırdım, hiç olmazsa babamınkini
kaçırmayayım.” diye düşünüyordu. Sevda’nın annesi Cevriye Hanım’la babası Behiç
Bey sık sık geliyorlardı. Oktay kayın anne ve babasına gerekli saygıyı gösteriyor
fakat Sevda Selim amcayı istemiyordu. Babasının ziyaretine yalnız gitmeye
başladı. Huzursuzluk olacağını bildiği halde; “Babacığım biraz da biz de
duralım.” diyordu. Fakat Selim Amca asla kabul etmiyordu. Çünkü gelininin
giyiminden ve hareketlerinden hiç hoşlanmıyordu.
Bu arada inşaat
tamamlanmış, kuralar çekilmişti. Selim Amca dairelerin altısını kiraya verdi.
Oktay bir gün “Bütün
ağırlığımı koyup, babamı getireyim.” diye karar vermişti ki ansızın Sevda
hastalandı. Doktor Oktay’a müjdeyi verdi. “Beyefendi yakında baba olacaksınız.”
Oktay hem sevindi, hem üzüldü. Çünkü kesin ayrılmaya karar vermişti. Doktora;
-Teşekkür ederim! Hayırlısı olsun! Demekle yetindi.
Arabasına atlayarak eşini evine getirdi. Hiçbir şey konuşmadan koltuğa uzandı.
Oysa ne hayallerle evlenmişti Sevda’yla... Sevda evlenmeden önce; “Senin annen
baban, benimdir; benim annem babam da; senindir” diyordu. Fakat Sevda’nın
annesi Cevriye Hanım’ın; “Kızım, sen taşraya gidiyorsun, sakın eşinin ailesiyle
oturma! Orada çoğu zaman beraber otururlar, taşralılar çok kabadır, hiç rahat
edemezsin, her şeyine, karışmak isterler, mühendis hanım kaynana kahrı çekemez!”
demişti. Oktay bunu nereden bilecekti. Oysa Sevda’yı ne çok sevmişti. Allah’ım
o sıcak kızdan, bu soğuk kadın nasıl meydana geldi?” diyordu. O’nu hiç
kırmamıştı. Sadece birkaç kere, “Hanım ne olur biraz giyinmene dikkat et.”
demişti. Sevda aldırış etmeyince ondan da vazgeçmişti o kadar. Cevriye Hanım ve
Behiç Bey’e ise hiçbir saygısızlık yapmamıştı.
Sevda nur topu gibi
bir erkek çocuk doğurdu. Adını Erkut koydular. Selim Amca, torununu hastanede
ziyaret etti, büyük bir altın taktı. Bir de daire verdi. Sevda’nın anne babası
geldi. Oldukça uzun süre durdular. Bir kere bile Selim Amca’yı sormadılar.
Onlar gidince Oktay:
-Hanım babamın verdiği
daireyi satsak ta Ankara’dan alsak daha iyi olur. Hem onu da yanımıza alırız.
Böylece hayır duasını da almış oluruz. Dedi. Daha Oktay’ın lafı bitmeden;
-Dairesi onun olsun!
Beni canlı canlı mezara mı koyacaksın? Diye haykırdı. Oktay hiç karşılık vermeden,
kendini sokağa attı. Günlerce Sevda’yla konuşmadı. Artık ayrılmak için kesin
kararını vermişti.
Bir bahar sabahı,
Selim Amca bahçesinde çalışıyordu. İhtiyar dut ağacını güzelce budadı. Dutunun
kurumadığına çok sevinmişti. Yıllar öncesini hayal etti. Çok yoksulluk
çekmişlerdi, ama hep mutlu olmuşlardı. Emine Teyze’yle ara sıra kavga da
etmişlerdi ama kısa süreli, tatlı kavgalardı bunlar. Oktay’ı ne hayallerle
büyütmüşlerdi. Oysa şimdi parası vardı, kirada beş dairesi vardı, üniversite
bitirmiş oğlu, gelini vardı. Oğlunun işi, iyiydi, torunu vardı. Ama Emine Teyze
yoktu, yalnızdı, yapayalnızdı ve de mutsuzdu.
Bir gün Selim Amca hastalandı. Komşuları tarafından
hastaneye kaldırıldı. Beyin kanaması geçirmişti. Başucunda oğlunu, torununu,
gelinini görünce onlara gülümsedi. Konuşamıyordu ama “İyi ki hastalanmışım,
yoksa sizi hiç göremeyecektim.” der gibiydi. Oktay tamamen perişan olmuştu.
“Babamı dünyanın en iyi doktoruna götüreceğim, asla yalnız bırakmayacağım!”
diyordu. Sevda ise; hem üzülmüş, hem sevinmişti. “Adamcağız aslında çok iyi
birisiydi. Belki yakında ölürse eşimle kavga sebebi de ortadan kalkar.” diye
düşündü. Selim Amca’yı büyük bir hastaneye kaldırmaya karar vermişlerdi ki
aniden ağırlaşarak, o da vefat etti. Oktay günlerce kendine gelemedi.
Kendini
toparlayınca, avukatını çağırarak boşanma işlemlerini başlattı. Sevda’ya hiçbir
şey söylemeden bağ evine taşındı.
Ansızın
postacı, mahkeme davetiyesini getirince, şok olma sırası Sevda’ya gelmişti.
Kesinlikle beklemediği bu olay karşısında neye uğradığını şaşırdı. Hemen anne
ve babasını çağırdı. Sürekli ağrı kesici alıyordu. Bugüne kadar, bir kere bile,
özeleştiri yapmamış, “Ben nerede hata yaptım?” dememişti. Oktay’ı ne kadar çok
sevdiğini asıl şimdi anlamıştı. “Eşi ne kadar da iyi kalpliydi. Rahmetlik Emine
Teyze ve Selim Amca da öyle... Hepsi de temiz kalpli, dindar insanlardı... “Onlar
benim bir dediğimi iki etmedi. Bense hep onları kırdım. Keşke annemi
dinlemeseydim. Ah ben ne yaptım, kendi ellerimle yuvamı yıktım. Kesinlikle
“Oktay’sız yaşayamam.” diyor, başka bir şey demiyordu.
Üniversite günleri aklına geldi. “Bütün kızlar
Oktay’ın peşindeydi. İçlerinden en şanslısı, Sevda çıkmıştı. O çekingen, çalışkan,
yakışıklı, genci dize getirinceye kadar neler çekmişti neler... En sevdiği kız
arkadaşları Sevda’ya darılmışlar, aylarca küs durmuşlardı.” Ama bunları
düşünmekte geç kalmıştı. Birkaç kere aracılar gitti. Ama Oktay çok kararlıydı.
Sevda ilâç içerek intihar etmek istedi. Babası hemen hastaneye kaldırarak,
midesini yıkattırdı. Kıl payı ölümden dönmüştü. Annesi:
-Kızım bu adam için değmez, eşini seven erkek hiçbir
sebep yokken boşanma yolunu seçmez. Ankara’ya taşınırsın, zaten eski
arkadaşların sürekli seni soruyor, daha karşına neler çıkar, neler... Sen genç
ve çok güzelsin! Diyordu.
“Karşına neler çıkar” sözü Sevda’yı patlatmaya yetmişti.
-Çocuklu bir kadınım, salonlarda erkek mi arayacağım,
en büyük suçlu sensin, anne! Hala beni pazarlamak istiyorsun! Evlenirken
beynimi yıkadın. İkinci suçlu da benim. Çünkü seni dinledim. Oktay’a da anne ve
babasına da çok kötü davrandım! Onları hep kırdım! Şimdi nasıl hakkımı helâl
ettireceğim, ölüp gittiler diye haykırdı. Bir an gözlerini yumdu, geçmişe
daldı. “Bir yanda oğlum, gelinim diye çırpınan; gece gündüz çalışan, nur yüzlü
ihtiyarlar... Bir yanda, kendi anne ve babası... Kendi annem babam daha yaşlı
olduğu halde; hep içkiden, kumardan, maçtan artist ve şarkıcıdan, konuşurlar,
kıbleye bile dönmezler. Babam yılda iki kere bayram namazına gider, o kadar. Annemse
yeni ayrılan çocuklu kızına salon züppesi arıyor. Bana da hiçbir dini bilgi ve
davranış öğretmediler. Nasıl olsa emekliyiz diye; gece yarılarına kadar
televizyonda maç, eğlence programları izlediler, ertesi gün öğlene kadar
uyudular...” Annesi bir anda neye uğradığını şaşırmıştı. Sevda’yı çıldıracak
sandı. Çaresiz sesini kesti. Doktor çağrılarak sakinleştirdiler. Oktay’a haber
gönderildiyse de bakmaya bile gelmedi.
Boşanma işlemleri çok uzun sürmedi. Çocukları Erkut
Sevda’da kaldı. Fakat Sevda “Ben artık yaşayan bir ölüyüm.” diye
mırıldanıyordu. Arada sırada ise, “Bütün varlığımı çocuğuma veririm, ileride
Oktay’la belki de tekrar kavuşurum.” diye teselli buluyordu. Sık sık Selim Amca
ve Emine Teyze aklına geliyor; “Onlar öldü, annem babam da ölecek, ben de
öleceğim... Kendime yeni bir yön çizmeliyim.” diyordu.
Oktay ise geriye
bakmayı asla düşünmüyor, yalnız oğlu Erkut için üzülüyordu. Sevda’nın
perişanlığını görünce; mahkemede savunma yapmamış, çocuğu isteyerek bırakmıştı.
Kendini toparlayınca, anne ve babasının mezarlarını yaptırıp tatile çıkmayı
düşünüyordu. Bir sabah çayını içmek için havuz başına inmişti. Üzerinde büyük
bir kırgınlık vardı. Birden:
-Aman Allah’ım! Diye
haykırdı. İhtiyar Dut Ağacı kurumuştu. Sanki kuru dallarını uzatmış gibi
duran yaşlı ağaç:
“Selim Amcaaa!.., Emine Teyzeee!.., Beni de yanınıza alın, ben de geliyorum!” der gibiydi.
(12 Şub. 2002)
Yaşar AKKAŞ
Yorumlar
Yorum Gönder