Temiz Nesiller Nasıl Yetişir!!!
Kızımı Kime Vereyim?
Bugün, bütün insanlar; toplumun çok bozulduğundan ahlâk, namus ve güven kalmadığından, yakınırlar. Medyadaki iç karartıcı ve tüyler ürpertici haberler, cinayetler, tecavüzler, aile içi şiddet; bir avuç mutlu azınlık hariç, herkesi rahatsız etmektedir. Ancak, hiç kimse kendini düzeltmek istemez. Hatayı hep başkalarında ararlar.
Mutlu görünen varlıklı kesim bile sık sık kötü
olaylar ve mutsuzlukla karşı karşıya geliyor. Onlar da bunun sebeplerini
kanunlara, idarecilere ve maddi sebeplere bağlarlar. Çünkü artık manevi
hayattan tamamen kopmuşlardır. Hâlbuki rejimin adı ne olursa olsun, kanunlar ne
kadar mükemmel olursa olsun onu uygulayan insandır. İnsan bozuk olunca her şey
bozuk oluyor. Eğer madde gerçekten her şeyi çözseydi varlıklı kesim suç işlemez
ve dünyanın en mutlu insanları olurdu. “Kesikbaş” vakaları
yaşanmazdı.
Madde ve paranın gücü sınırlıdır. İnsanı mutlu
etmeye yetmez. İnsan nefsi her zaman; en iyiyi, en güzeli, her alanda dünyada
bir numara olmayı, ister. İstediklerini elde edince de çabucak usanır; daha
yenilerini ve fazlalarını ister. Bu tür insanlar aşırı dünyaperest
olduklarından hiç sevilmezler ve hızla yalnızlığa itilirler. Asla mutlu
olamazlar, birçok hastalık ve psikolojik rahatsızlıklarla karşı karşıya
gelirler. Hastalık hastası olurlar. Ölüm sözünü duyunca kaçacak delik ararlar.
Mutsuzlukları bin kat artar.
Manevi olgunluğa erişmiş kişiler ise ölümden
korkmadığı gibi tam tersine; ölümü Allah’ü Tealâ’yı kavuşturan bir vuslat anı
kabul ederek ona hazırlanır ve canına minnet bilir. Tıpkı Mevlâna Hazretlerinin
“Ölüm günüm, düğün günüm olsun” dediği gibi…
Kısaca değindiğimiz bu sorunların tek ve basit bir
çözümü vardır. Kaybetmeye başladığımız manevi hayatımıza yeniden dönmek ve
temiz bir nesil yetiştirmek…
Aşağıdaki hikâyeyi okuyunca bunu daha iyi
anlayacağız.
Kızımı Kime Vereyim?
Merv şehri kadısının ahlâk ve güzelliği dillere
destan bir kızı vardı. Ülkedeki, ileri gelen zengin, makam ve mevki sahibi
kimseler bu kızı isteyince hiç birine vermedi.
Hanımı, akrabaları ve ulema ile istişare etmesine
rağmen bir karara varamadı. Bir Hıristiyan komşusu vardı. Onunla da istişare
etmeye karar verdi.
Hıristiyan komşusu dedi ki:
“Efendim! Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanların
önceki sünnetleri ve şimdiki adetleri var. Yahudiler ve Hıristiyanların önceki
sünnetleri; asalet ve güzellik idi. Müslümanlar Rasûlullah sallallahü aleyhi ve
sellem zamanında dindarlık ve takvaya bakarlardı. Zamanımız adetlerinde ise,
Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık farkı kalmadı. Hepsi mala, makama ve
güzelliğe değer veriyor. Artık bunlardan dilediğini seç."
Kadı efendi Hıristiyan komşusuna danıştığına şükrederek;
Müslümanların önceki sünneti olan takva ve dindarlığı seçeceğine söz verdi.
Fakat onca taliplinin arasında böyle birisine rastlayamadı. Hepsi de dünyaya,
mala ve eğlenceye düşkün kimselerdi. Kadı hazretlerinin uykuları kaçmaya
başlamıştı. Hani ne derler: “Mevlâsını arayan Mevlâsını, belâsını arayan
belâsını bulur” kadı da sonunda istediğini buldu.
Bu zatın bağ-bahçe işlerine bakan Mübârek adlı, bir
kölesi vardı. Aradan iki ay geçmiş, meyveler olgunlaşmış, bolluk-bereket
gelmişti.
Efendisi, Mübarek’ten üzüm isteyince, toplayıp
geldi. Getirdiği üzüm çok güzel olmasına rağmen henüz olmamıştı, başka üzüm
istedi. O da ekşi ve ham çıktı.
Efendisi:
"Bahçede o kadar üzüm var, niçin böyle üzüm
getiriyorsun?" demekten kendini alamadı.
Mübârek: "Efendim! Ekşisini, tatlısını
bilmiyorum!" diye cevap verdi.
Efendisi: "Sübhanallah iki aydır bağdasın, daha
hangisinin ekşi, hangisinin tatlı olduğunu bilmiyor musun, hiç tatmadın
mı?" diye çıkıştı.
Mübârek, onları yemekle değil korumakla vazifeli
olduğunu biliyordu.
Efendisi:
"Niçin onlardan yemedin?" deyince;
"Siz benden bağınızdaki meyvelerin muhafazasını
istediniz. Yiyiniz demeyince alıp yemem uygun olur mu, emrinize karşı gelebilir
miyim?" cevabını verdi.
Efendisi böyle bir hâdiseyle ilk defa karşılaşmıştı.
Mübarek’in bu hâline hayran kaldı. Güvenebileceği birini bulmuştu. Gerçekten
kölesinin ahlâkını çok sevmişti. Ona dönerek;
"Sana bir teklifim var diye söze başladı:
"Benim bir kızım var, malı makamı yüksek pek çok kimse onu ister. Fakat
ben onların hiçbirine vermek istemiyorum. Son derece dünyaya düşkün,
maneviyattan kopuk kimseler. Ben kızımı sana vermek istiyorum. Çünkü seni
geldiğin günden beri izliyorum. Dindarlığını ve güzel ahlâkını çok sevdim. Sen
haramlardan kaçıyor, emanete hıyanet etmiyorsun.
Mübarek; bu söze karşı, şöyle dedi:
“Efendim ben parayla satılan aciz bir köleyim. Hiç
malım yok. Kadı kızıyla evlenmem garip karşılanır. Hem kızınız buna razı
olmaz”. Bunları büyük bir saygıyla anlattı.
Ancak kadı kararlı idi. Gördüğü bu
alçakgönüllülükten daha da etkilenmişti.
"Kalk eve gidelim." dedi.
Eve varınca hanımına:
"Hanım aradığım damadı buldum. Bu sâlih,
dindar, takva sahibi bir köledir. Hepimiz huyunu, suyunu biliyoruz. Kızımızı
onunla evlendirmek istiyorum, senin fikrin ne?" deyince, hanımı:"
“Sen bilirsin, fakat bir de kıza soralım."
cevabını verdi.
Anne durumu kıza açıp babasının niyetini söyleyince,
kızı da bu hususta her şeyi anne ve babasına bıraktığını bildirdi. Kadın kızın razı
olduğunu babasına anlatınca nikâhları kıyıldı. Fakat Mübârek, gerdeğe girmiyordu.
Bu hâl kırk gün sürdü.
Bir vesile ile anne durumdan haberdar olunca
dayanamadı:
“Bey bu kızı beyler, paşalar istedi vermedin. Gittin
bir köleye verdin, aradan bunca zaman geçtiği halde dönüp yüzüne bile bakmadı,
bu yaptığı nedir? Bu nasıl iş?" diye şikâyet ve sitemde bulundu.
Bunun üzerine kadı damadını çağırarak, sordu:
"Ey Mübârek! Kızıma naz mı ediyorsun? Niçin
yanına gitmiyorsun?"
Buna karşılık dâmâd:
"Ey Müslümanların kadısı! Ey efendim! Bu nasıl
söz? Sizin kerimenize naz etmek ne haddime. Lâkin kadısınız. Devletten maaş
alıyorsunuz. Ola ki kızınız şüpheli bir şey yemiştir. Şüpheden uzak olmak için
kırk gün bekledim ve ona kendi kazancımdan helâl yemek yedirdim. Belki Allah’ü Teâlâ
bize sâlih bir evlat verir. Bundan başka bir düşüncem yoktur." dedi.
Çünkü: “Bir haram lokmanın insan vücudunda en az
kırk gün tesir bıraktığını” biliyordu.
Kırk gün geçtikten sonra ehline yaklaştı. Haram ve
helâle bu derece dikkat ettiği için Allah’ü Teâlâ ona “Abdullah” isminde bir
çocuk verdi. Bu çocuk kısa sürede maddi ve manevi ilimlerde yükselerek büyük
bir alim ve veli olacak Abdullah İbni Mübarek’ten başkası değildir. Kendisi
dinine, devletine ve milletine çok hizmet etmiştir. Allah’ü Tealâ hepsine bol
bol rahmet eylesin! (Amin!)
Yaşar AKKAŞ
Yorumlar
Yorum Gönder