Pembe Panjurlu Evden Niye Vazgeçtik?
Pembe Panjurlu Evden Niye Vazgeçtik?
Eski bir ev vardı sevdiğim. Kapısına vurulmuştum
daha ziyade çok eski olduğu için. Baktım ki bugün onu da yıkıyorlar. Burada mı
apartman olacak dedim içimden...
Yerine lüks daireler yaparlar aşağısı bizi
rahatlatmaz... Lüks hayatlara tutulduk artık... Gözümüz en yüksekte...
Küçük, eski ama şirin bahçesi gül dolu, pembe panjur
da istemem, bir evde yaşamak ne güzel olurdu.
“Apartmana Hayır!” isimli kitabın yazarı Mimar Semih
Akşeker, çok katlı betonarme binaların beden ve ruh sağlığımızı tehdit ettiğini
söylüyor. Tüm Türkiye’nin müstakil, bahçeli evlere geri dönebilmesi içinse 30
yıl yeterli.
Tek katlı, bahçeli, pembe panjurlu bir evde, sevdikleriyle yaşamanın hayalini
kuranlar neredeyse tarihe karıştı. Çünkü günümüzün düşleri ya çok modern, lüks
apartman dairelerinde ya da üç katlı ihtişamlı villalarda başlıyor artık.
Peki, ne oldu da atalarımızın yüzyıllardır yaşadığı şirin, mütevazı evleri terk
edip sitelere sığındık? Zilini çalıp bir tutam tuz isteyemediğimiz komşularımızla
gerçekten mutlu muyuz?
Her şeyin başı sağlıksa, beden ve ruhumuza son
derece zarar veren beton binalardan neden vazgeçemiyoruz?
Biliyoruz ki bu soruları sormak kadar cevaplarını duymak da zor. Ama biri var
ki Fuzuli gibi:
“Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil!”
diyerek çıkar bir yola. Almanya, Fransa, Rusya gibi ülkelerin inşaat sektöründe
çalışır, bolca araştırma, gözlem yapar. Edindiği bilgelerden yola çıkarak bir
kanaate varır:
“Apartmana hayır! Betona hayır!” 15 yıllık
birikimini de mimarlık-ev-inanç çerçevesinde bir kitapta toplar ve en ince
ayrıntısına kadar niçin çok katlı beton binalarda yaşamamamız gerektiğini
anlatır.
1964’te Bursa İnegöl’de sevimli, iki katlı bir evde dünyaya gelen Mimar Semih
Akşeker’den bahsediyoruz. Semih Bey, hızla yükselen apartmanlardan, yüksek
plazalardan hayli rahatsız biri. Hele Batı ülkelerindeki evleri görüp
inceledikten sonra... Hâlen bir inşaat firmasında mimarlık yapan Akşeker’in
kitabının tek bir amacı var; farkına varamadığımız, düşünemediğimiz gerçekleri
bize anlatabilmek, bu amansız gidişata gücü yettiğince karşı koyabilmek.
Müstakil Evler Apartmana Nasıl Dönüştü?
Akşeker’in “Apartmanların bizim kültürümüzle hiçbir
bağlantısı yok”, “Betonarme binalar hem beden hem de ruh sağlığına zararlı”, “Müstakil
ahşap evlerde yaşamalıyız”, “İstanbul’daki herkes iki katlı, bahçeli bir evde
yaşayabilir. Yeterli arazi var”, “Dinimizle mevcut yapılar tamamen birbirine
zıt” şeklinde iddiaları var. Yalnız onu daha iyi anlamak için öncelikle
müstakil evlerin yığma beton binalara nasıl dönüştüğünü, apartman zihniyetinin
niçin ortaya çıktığını bilmekte fayda var.
Batı kültüründeki çok katlı evler ilk kez 19. yüzyılda sanayi devriminin
yaşandığı Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde inşa ediliyor. Gününün
büyük çoğunluğunu çalışarak geçiren kadın ve çocuklar evlerine giderken zaman
kaybetmesinler diye aynı katta 3-4 dairenin bulunduğu yüksek binalara
yerleştiriliyorlar. Sadece uyumak için evine giden işçiler tuvalet ve banyoları
da ortak kullanıyor.
İslâm-Türk ananesinde ise eve ‘sükûn bulunan yer’ anlamında ‘mesken’ deniyor. Atalarımız
evlerinin canlılığına inanıyor. Çünkü meskenlerde nesillerin acı-tatlı
hatıraları bulunuyor. Ev, güzel yaşamanın, dünyayı mamur etmenin, hayata lezzet
katmanın âdeta vasıtası gibi görülüyor. Fakat Batı’nın sanayi inkılabıyla maddi
üstünlüğü ele geçirmesi, Osmanlı Devleti’nin aydınlarınca farklı yorumlanıyor, Batı
taklitçiliği başlıyor. Bu değişim, sosyal hayatı olduğu kadar mimari yapıları
da etkisi altına alıyor. Süleymaniye, Laleli, Fatih’teki ev ve konaklarını terk
eden zenginler, ‘Fransızlar yapmış’ diyerek Şişli, Harbiye ve Nişantaşı’ndaki
karanlık, izbe apartmanlara taşınıyor. Halk, önceleri müstakil evlerde yaşamayı
tercih etse de zamanla apartmanlara taşınıyor.
Oysa dünyanın en eski çok katlı binalarını inşa etmiş Fransa, apartmanların yol
açtığı şikâyetler sebebiyle 1963’te referanduma gidiyor. ‘Ev mi, apartman mı?’
diye soruyor vatandaşa. Halkın yüzde 68’i ‘ev’ deyince hükûmet derhal iskân
politikasını değiştirip müstakil evleri zorunlu hâle getiriyor. O tarihten
sonra belli zaruretlerin dışında apartman inşa edilmiyor. İngiltere’de ise
mimarlar, eğitimciler, sosyologlar, sendikacılar, sivil toplum örgütleri bir
araya gelerek hükûmete baskı yapıyor. Devlet, tarihî eser özelliği taşımayan
tüm apartmanların yıktırılmasına karar veriyor.
Türkiye’de ise 1992’de Devlet Planlama Teşkilatı, aynı konuyla alakalı bir
anket düzenliyor. Halkın yüzde 93’ü apartmanda değil, müstakil evde yaşamak
istediğini söylüyor. Yalnız bu çarpıcı sonuç ülkemizde herhangi bir değişime
vesile olmuyor. Siyasiler, bürokratlar ve inşaat firmaları kendi menfaatlerini
gözeterek halkın bu isteğini yok sayıyor.
‘Yeterli Arazi Yok’ Cevabı Doğru Değil
24 yıllık mimar Semih Akşeker ise devlet politikası
hâline getirilirse otuz yılda apartmanları bırakıp tamamen müstakil evlerde
yaşabileceğimizi söylüyor. Nasıl mı? Hesaplar ortada: Türkiye’de yaklaşık 14
milyon aile yaşıyor. Herkese 250 metrekarelik arsa verilse ihtiyacımız 3 buçuk
milyar metrekare (3 bin 500 kilometrekare). Bu da Van Gölü büyüklüğündeki bir
alana tekabül ediyor. Ülkemizin düzlemsel yüzölçümünden dağlık alanları, baraj,
yol ve köprüleri çıkarınca 700 bin kilometrekarelik boş alan kalıyor. Müstakil
evler için harcanacak arazi miktarı ise Türkiye’nin boş arazilerinin sadece
yüzde 0, 5’ine denk geliyor. Kalan 99, 5’lik alan alışveriş merkezlerine
fabrika ve atölyelere, turizm ve eğitim binalarına, kara-demir yollarına tahsis
edilse bile yüzde 97’lik bölüm yine boş gözüküyor. Aynı mantıkla hesaplamalar
yapıp bu verileri hayata geçirmiş Fransa, Almanya, Amerika gibi ülkelerde
vatandaşlar hem müstakil evlerde yaşıyor hem de devasa endüstri alanlarına
sahipler. Hatta dünyaya en çok tarım ürünü ihraç eden ülkeler arasında da başı
çekiyorlar.
Batı’nın 60 yıl önce terk ettiği çok katlı apartmanlar aslında sağlığımızı da
tehdit ediyor. Çünkü beton, radyoaktif radon gazı yayıyor. Radon da vücutta
toksit etkisi yapıyor. Mesela İstanbul’da 398 evde yapılan ölçümlerde 260
bekerel radyoaktif değer bulunmuş. Ahşap dairelerde aynı madde sadece 10
bekerel çıkmış. Amerika’da yapılan başka bir araştırmada da akciğer
kanserlerinden ölenlerin yüzde 14’ünün bina içi radona maruz kaldığı ortaya
çıkmış. Bunun üzerine hükûmet betonarme binalara radon gazı tahliye
aspiratörleri konulmasını zorunlu hâle getirmiş.
Betonarme binaların Batı ülkelerinde kullanım oranlarına gelince… Almanya’da
yüzde 23, Fransa’da yüzde 17, Amerika’da yüzde 3’ken Türkiye’de yüzde 95. Beton
içine konulan malzemeler basit gibi görünse de elde ediliş şekli oldukça teknolojik.
Dökümünden kurutulmasına kadar birçok önemli ayrıntıyı bünyesinde barındırıyor.
Fakat üreticilerin çoğunun özel santrali, test edecek laboratuvarı, yeterli
sayıda teknik personeli ve betonarme inşaat kültürü bulunmuyor. Üstelik betonun
ömrü bilinenin aksine karbonlaşma ve korozyon sebebiyle 50-60 yılı geçmiyor. Kat
sayısı ne kadar fazlalaşırsa binaların yıkılma oranı da o kadar artıyor. Türkiye
Hazır Beton Birliği Başkanı Ayhan Paksoy da aynı dertten yakınıyor:
“Türkiye’deki beton santrallerinin yüzde 40’ı bize kayıtlı, diğer yüzde 30’unun
kaydı yok ama kaliteli. Ancak yüzde 30’luk ne idüğü belirsiz bir grup var. Türkiye’ye
yurtdışından taşınan bir şeyin doğru dürüst geldiğini hiç görmedim. Ya her
şeyiyle beraber getireceksiniz ya da hiç almayacaksınız. ”
Apartmanlarda Yalnızlaşıyoruz
30-40 daireli apartmanlarda yaşayanlar bırakın
komşularıyla oturup kalkmayı hemen yanı başında hangi ailenin kaldığını bile
bilmiyor. Nadir de olsa asansörde karşılaşanlar birbirine ‘günaydın’ı esirgiyor.
Değişen insani ilişkiler içtimai hayatımızı da ister istemez şekillendiriyor. İnsanlara
güvenmemeye başlıyor, çevremizden kendimizi de çocuklarımızı da sakınıyor, giderek
yalnızlaşıyoruz.
Mahalle kültürüyle büyüyen Mimar Semih Bey’e göre, çok katlı binalarda
oturanlar yaşadıkları yeri sahiplenemiyor. Çünkü bir nesnenin tamamı kendine
ait değilse insanoğlu onu koruyup gözetemiyor. Apartmanlar doğası gereği insanı
sorumsuz yapıyor. Çocuklar merdiven duvarlarını düşünmeden çiziyor, büyükler
giriş kapılarını rahatlıkla tekmeleyebiliyor, merdivenlerin kirlenmesi kimseyi
rahatsız etmiyor. Günümüz çocukları apartmanlarda mahpus hayatı yaşıyor. Çimenlerde
koşturup meyve ağaçlarının tepelerinde gezinecekleri yerde televizyon başında
pinekliyor, henüz hayatı tanımadan gençliğe adım atıyor. Oyun oynarken, arkadaşlarıyla
rekabet ederken öğreneceği iyi-kötü ayrımını, merhameti, dostluğu, arkadaşlığı
ileriki yıllarda büyük zorluklarla karşılaşarak öğreniyor.
Mimarlık, güzel sanatlara ait estetik bir konu olmaktan öte fikir, tasarı, biçim
verme gibi nitelikleriyle aslında inançların, dünya görüşlerinin fiziki dünyaya
yansımış hâli. Türk-İslâm evinden beklenen ise kâinatın
halifesi vazifesi yüklenmiş insanı bu hedefine yaklaştıracak, onun ahlaklı ve
erdemli yetişmesine zemin hazırlayacak nitelikte olması. Çünkü evdeki
sadelik-karmaşa, büyüklük-küçüklük, eşya azlığı-çokluğu, mütevazılık-lüks gibi
unsurlar hane halkının hissiyatını doğrudan etkiliyor. Zamanla ev, insanı
kendine benzetmeye başlıyor.
Ülkemizde 20. yüzyılın başlarına kadar evler İslâmi çerçeveler içerisinde
mütevazı, sade, güzel, fıtri yapılıyor. Hatta Batılı seyyahlar Anadolu
topraklarına geldiklerinde zenginle fakirlerin evini birbirinden ayırt edemiyor,
çok şaşırıyor. Yalnız Tanzimat Fermanı’ndan sonra mütevazı çizgiden yavaş yavaş
uzaklaşılıyor. Bu durumu Mimar Akşeker, şöyle açıklıyor: “Ne zaman Müslümanlar
kendi değer dünyalarından uzaklaştılar, ev ve şehir mimarisinde bambaşka bir
çıkmaza girdiler. Ev inşasında ihtiyacın İslâmi sınırlar içinde, mütevazı
karşılanması yeterli görülmedi. Yerine lüks, yükseklik, büyüklük, teknoloji
harikası gibi kıstaslar belirlenip meskenler bu temel kabullerle üretilmeye
başlandı. Ev fikrinde haddi aşmamak için sadelik, israf, gösterişten kaçınma, tevazu,
mahremiyet gibi şartlar asli unsurlardır. ”
“Apartmanlar bizzat onu yapanlar tarafından terk edilmiştir. ” diyen Semih
Bey’in önerisi müstakil ahşap ve çelik (yapısal/hafif bükme) evler. Bu ev tipl
erini hayatımıza geçirmek içinse ulusal bir dönüşüm projesi şart.
Neden Ahşap Evler?
Ahşap çok sağlıklı. İnsanla aynı kökten (topraktan)
geldiği için doku uyumu var. Bundan dolayı huzur verir.
Ahşap, betonarme evlere göre çok daha ucuz. 120 metrekarelik iki katlı bir evin
toplam maliyeti en fazla 50 bin YTL.
Ahşap pratik üretiliyor. 120 metrekarelik betonarme bir ev 168 ton iken, ahşap
10 ton.
Ahşabın Ömrü 500-600 Yıl.
Ahşap binaların kolayca yanabileceği söyleniyor. Fakat ahşabın yangına
direnci beton ve çeliğinkinden daha fazla.
‘Ahşap evler için yeterli ormanımız yok’ bilgisi ise doğru değil. Avrupa’nın
orman alanı, toplam yüzölçümünün yüzde 27’si kadar. Türkiye’de ise bu oran
yüzde 26’larda. Hem de ağaçlarımızın 1/3’ü inşaatlarda tercih edilen kızılçam.
Amerika ve Avrupa, ormanlarının yüzde 95’ini ev yapımında, geri kalanını
ısınmada kullanırken; ülkemizdeki ağaçların yüzde 60’ı yakacak olarak
tüketiliyor.
Evlerini ahşaptan yapan ülkelerde ormanlık alanlar azalmıyor, aksine her yıl
yüzde 10 çoğalıyor. Genç ağaçlar daha fazla karbondioksit emip havayı daha iyi
temizliyor.
Yıkılan ahşap binalardaki malzemelerin yüzde 90’ı geri dönüşüyor. Betonarme ise
geri dönüşüme en elverişsiz malzeme. Yıkılan binaların molozları nadir de olsa
yol inşaatlarında dolgu için kullanılıyor.
Neden Çelik (Yapısal/Hafi Bükme) Evler?
Homojen ve sağlıklı.
Çekme mukavemeti, basınç mukavemetine eşit. Betondan on kat daha fazla yük
taşıyor.
Elastikiyet özelliği betonunkinin yedi katı. Bu sebeple daha az eğilme yapıyor.
Sünebilir. Şekil değiştirme kapasitesi betonarmeden 18 kat fazla.
Ağırlığının taşıdığı yüke oranı küçük. Yani çok hafif. 125 metrekarelik bir
evin ağırlığı sadece 16 ton.
Malzemenin hafifliği depreme direnci artırıyor.
Çelik, fabrika koşullarında üretiliyor, denetleniyor ve belli bir standardı
bulunuyor.
Çelik evler, beton gibi kalıp gerektirmediği için kaynak veya vidalarla
birleştirilerek yapılıyor. İnşaat birkaç haftada bitirilebiliyor.
Çelik strüktürde inşaat hatalarının gizlenmesi imkânsız. İnşaat bittikten sonra
dahi çıplak gözle denetim mümkün. Kusurların telafisi de her zaman
yapılabiliyor.
Yangın konusundaki dezavantaj da giderilebilir nitelikte. Bunun için evin
içindeki çelikler alçı sıvayla kapatılıyor, binanın dışına da mantolama
yapılıyor. Ya da çelikler yanmaz boyalarla kaplanıyor.
Mimar Semih Akşeker’den Yapılaşma İle İlgili Öneriler
Öncelikle çok katlı dikey yapılaşma modeli terk edilmeli, bahçeli nizam
evlerden müteşekkil yatay şehirleşme modeli, iskân politikamızın temelini
oluşturmalı. ‘Ev araştırma merkezi’ kurulmalı. Bu merkez Türk aile yapısına
uygun ev projeleri geliştirmeli. Halka, evlerde yön, manzara, oda sayısı, malzeme,
bahçe büyüklüğü, banyo sayısı gibi yaklaşık elli kıstasla alakalı sorular
sorarak genel bir ihtiyaç listesi çıkarmalı. Mevcut apartmanları ömürleri
bitene kadar kullanmalı ama yeni binalara kesinlikle izin verilmemeli. Yatırımlarla
küçük şehirlerde de endüstri merkezleri, fabrikalar kurulmalı, büyük şehirlere
nüfus akışı engellenmeli. Sayısal veriler doğrultusundaki önerilere gelince;
ortalama 5 nüfuslu bir aile için taban alanı 60 metrekarelik iki katlı evler
tasarlanmalı. Meskenler 250 metrekarelik parsellere yerleştirilip her aileye
190 metrekarelik bahçe bırakılmalı.
Apartman Dairelerinin 24 Saat İçindeki Kullanım Süreleri
Bölüm Kullanılan Boş tutulan
Yatak odası 8 saat 16 saat
Oturma odası 6 saat 18 saat
Yemek odası 1 saat 23 saat
Salon 1/7 gün 6/7 gün
Balkon 1 saat 23 saat
(Sadabat’tan iktibas edilmiştir)
Yorumlar
Yorum Gönder