Peygamber Efendimiz Aleyhisselâm’ın Gözleri Yaşartan Öğüdü
Peygamber Efendimiz Aleyhisselâm’ın Gözleri Yaşartan Öğüdü
Sahâbe, Resûl-i Ekrem’in sözleri
karşısında ürperir, kalpleri titrer ve gözlerinden yaş akıtarak ağlarlardı.
Bütün bunlar, samimiyetle inanmanın, itaat arzusu içinde olmanın, Allah ve
Resûlü’nü sevip, saymanın birer göstergesidir. Kur’an ve Sünnet karşısında
bizlerin de örnek almamız gereken davranışlardır.
Ebû Necih İrbâz İbni Sâriye Radıyallahu
Anh şöyle dedi:
“Resûlullah Sallallahu Aleyhi
Vesellem bize çok tesirli bir öğüt
verdi. Bu öğütten dolayı kalpler ürperdi, gözler yaşardı. Bizler:
- Ey Allah’ın Resûlü! Bu öğüt,
sanki ayrılmak üzere olan birinin öğüdüne benziyor, bari bize bir tavsiyede
bulun, dedik. Bunun üzerine:
– “Size, Allah’a çok saygı
duymanızı, başınıza bir Habeşli köle bile emir olsa, onu dinleyip itaat
etmenizi tavsiye ederim. Benden sonra sağ kalıp uzunca bir hayat sürenler pek
çok ihtilaflar görecekler. O zaman sizin üzerinize gerekli olan, benim
sünnetime ve doğru yolda olan Hulefâ-yi Râşidîn’in sünnetine sarılmanızdır. Bu
sünnetlere sımsıkı sarılınız. Sonradan ortaya çıkarılmış bid’atlardan şiddetle
kaçınınız. Çünkü her bid’at dalâlettir, sapıklıktır” buyurdular. [1]
Peygamberimizin Hadisleri Ve
Sünneti Karşısındaki Tavrımız
Hadisin bir başka rivâyetinden,
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sel-lem’in bu konuşmayı bir sabah namazından
sonra yaptığını öğreniyoruz. Peygamber Efendimiz’in va’zları, nasihat ve
öğütleri kısa, özlü ve dikkat çekici idi. Bu sebeple sahâbe-i kirâm onu kolayca
ezberleyip akıllarında tutarlar ve birbirlerine anlatıp aktarırlardı. Ayrıca
Resûl-i Ekrem, va’z ve nasihat zamanını çok iyi gözetir, sahâbenin halini,
vaktini ve içinde bulunduğu durumu dikkate alırdı.
Hadisin ravisi İrbâz, bu çok
tesirli öğüdü dinleyen ashâbın o andaki hislerini ve durumlarını dile
getirmektedir. Sahâbeden pek çokları Hz. Peygamber’den bir hadis naklederken, o
andaki ortamı da bize haber verirler. Bu, onların güzel âdetlerinden biridir.
Böylece biz, onların Hz. Peygamber’i ne kadar can kulağı ile dinlediklerini,
sonra ona nasıl uyduklarını, itaat ettiklerini de öğrenmiş oluruz. Bu durum,
bize aynı zamanda Peygamber Efendimiz’in hadisleri ve sünneti karşısında nasıl
bir tavır takınmamız gerektiğini de öğretir.
Sahâbe, Resûl-i Ekrem’in sözleri
karşısında ürperir, kalpleri titrer ve gözlerinden yaş akıtarak ağlarlardı.
Bütün bunlar, samimiyetle inanmanın, itaat arzusu içinde olmanın, Allah ve
Resûlü’nü sevip, saymanın birer göstergesidir. Kur’an ve Sünnet karşısında
bizlerin de örnek almamız gereken davranışlardır.
Hz. Peygamber’in bu öğüdünün, inzâr
yani uyarı niteliği taşıdığı, kıyamet ahvalinden, ölümden ve dünyanın
âkıbetinden bahsettiği anlaşılmaktadır. Onun için, hadiste geçen “beliğ”
kelimesini, az sözle çok şey anlatmak demek olan vecize şeklinde anlamak
istemediğimizden, “çok tesirli öğüt” diye tercüme ettik. Çünkü kalbi ürperten
ve insanları ağlatan bir öğüdün beliğ ve veciz olması yeterli sayılmaz. Aynı
zamanda daha derûnî nitelikler taşıması gerekir. Nitekim sahâbe-i kirâm bu
öğütten o kadar etkilendiler ki, bunu dünyaya vedâ eden bir insanın son
sözlerine benzetip, Resûlullah Efendimiz’den kendilerine tavsiyede bulunmasını
istediler. Yine, Peygamberimiz, o ana kadar sahâbîlerin pek alışık olmadığı bir
üslupla konuşmuştur, diyebiliriz. Sahâbîler bu konuşmadan yakaladıkları ip
uçları ile bir hükme vardılar, bunu da açıkça Hz. Peygamber’e söylediler. “Bu
öğüt, sanki veda eden bir kimsenin sözlerine benziyor” değerlendirmesinin
anlamı budur.
Peygamberimizin Birinci Tavsiyesi:
Takva
Sahâbe Resûlullah Sallallahu Aleyhi
Vesellem ’in bir nevi veda konuşması yaptığını görünce:
Madem ki durum budur, o halde
senden sonra ne yapacağımızı bize emret. Kurtuluşa nasıl ereceğimizi,
yaşadığımız sürece nasıl bir yol takip edeceğimizi, senden sonraki halimizin ne
olacağını bize söyle, demek istediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz onlara
çok kısa, fakat gerçekten çok muhtevalı bir tavsiyede bulundu.
İlk tavsiye ettiği şey takvâ oldu.
Takvâ çok geniş anlamlı bir terimdir. Kısaca belirtmek gerekirse Allah’tan
korkmayı, Allah’a karşı günah işlemekten sakınmayı, O’na son derece saygılı
olmayı, dinin emrettiği her şeye gücü ölçüsünde sarılmayı, yasakladıklarından
da uzak durmayı ifade eder.
Takvanın Üç Kısmı
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Sizden önce kitap verilenlere de, size de ‘Allah’dan korkun’ diye tavsiye
ettik” [Nisâ sûresi (4), 131].
Bu âyet takvânın üç kısmını da
kapsamaktadır. Bunlar:
*Şirkten ve Allah’a karşı isyandan
sakınmak,
*Allah’dan başka kimseden
korkmamak,
*Emredilenleri yapmak, yasak
kılınanlardan uzak durmaktır.
Takvâ âhiret azığıdır. İnsanı ebedî
azabdan o kurtarır, cennete o ulaştırır, Allah’ın hoşnutluğuna o nâil kılar.
Kısaca takvâ, iyi ve üstün mü’min olmanın adıdır. Bu ise yukarıdan beri ifade
etmeye çalıştığımız gibi, ferdi kendi iç bünyesinde nefis muhasebesine, kendi
kendini kontrole sevkeder. Böylece fert olgunlaşır ve kendi dışındakilerle
münasebetlerini düzene koyma imkânına kavuşur. Bu, toplumda düzeni sağlamanın
da ilk basamağıdır. Takvâ sahibi olmak, insanların elinde olan ve birbirleri ile
yarışabilecekleri bir alandır. Onun için Allah Teâlâ:
“Allah katında en üstün olanınız,
Allah’dan en çok korkanlarınız, takvâda en ileri olanlarınızdır” [Hucurât
sûresi (49), 13] buyurur.
Peygamberimizin İkinci Tavsiyesi:
Devlet Yöneticisini Dinlemek
Hz. Peygamber’in takvâdan sonra
tavsiye ettiği ikinci önemli konu, emîri yani devleti yöneteni dinlemek ve ona
itaat etmektir. Hatta bu yönetici, toplumun en alt tabakası içinden çıkmış biri
de olsa, ona itaat mecburiyeti vardır.
Nitekim hadiste “Habeşli bir köle
bile başınıza emir olsa” denilmektedir ki, İslâm hukukuna göre kölelerin
emirliği câiz değildir. Bu bir faraziye, bir varsayımdır. İtaatin önemini
kavratmak, fitneden korunmanın yolunu öğretmek, başsızlığın felaket olduğuna
dikkat çekmek içindir. Ancak yöneticiyi dinlemek ve ona itaat etmek, her hâl ü
kârda mutlak bir emir şeklinde anlaşılagelmiş değildir. Dinleme ve itaatin
boyutlarını, şartlarını ve niteliklerini de Kur’an ve Sünnet açıklığa
kavuşturmuştur. Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi Vesellem : “İtaat, dinin uygun
gördüğü hususlardadır” buyurmuşlardır. Yöneticilerin, günah olan emirlerine
itaat edilmez. Fakat bu sebeble onlara karşı ayaklanmak ve harp ilan etmek de
câiz görülmemiştir. Çünkü itaatin zıddı her zaman isyan ve başkaldırma değildir.
İsyanda toplumun fitneye sürüklenmesi ve daha büyük musibetlere uğraması
sözkonusudur. İslâm, fitneyi önlemek ve ortadan kaldırmak için meşrû sayılan
her yola başvurur. Kur’ân-ı Kerîm, “fitne çıkarmanın adam öldürmekten daha
büyük bir günah olduğunu” bildirir [Bakara sûresi (2), 191, 217].
Bir emîre, devlet başkanına itaat
etmenin şartı ise, onun soyu sopu ve nesebi değildir. Burada aranan şart,
emîrin İslâm’a uygun davranıp davranmadığıdır. Yönetici âdil de olsa, zâlim de
olsa, onun emirlerinin İslâmî olup olmadığına bakılır. Kişinin kendi hali ve
yaşama biçimine göre karar verilmez. Çünkü onun hali gizli kaldığı sürece kendi
şahsını ilgilendirir. Takvâ nasıl insanın iç düzenini sağlar ve kişiyi
başkaları ile ilişkilerinde iyiliğe sevkederse, emîrler yani devleti yönetenler
de dış düzeni sağlamak ve toplumun birliğini, beraberliğini temin etmek ve
korumakla yükümlüdürler. İnsan bazan nasıl nefsinin arzularıyla çelişkiye düşer
ve sabrederse, yöneticilerle de çelişkiye düşebilir. O zaman da sabretmesi gerekir.
İslâm nasıl kişinin kendi iç düzenini ve şahsî varlığını korumaya önem
vermişse, toplum düzenini ve birliğini korumaya da aynı şekilde, belki de daha
çok önem verir. Bütün bunlar, her şeye rağmen kötülüklere ve kötülere göz
yummak veya sessiz ve tepkisiz kalmak anlamına gelmez. Tam aksine hangi
durumlarda nasıl hareket edilmesi gerektiğini iyi tayin etmek anlamına gelir.
Bu hadiste, Peygamber Efendimiz’in
işaret ettiği üçüncü husus, kendisinden sonra pek çok ihtilâfların ortaya
çıkacağı gerçeğidir ki, o zaman kendisinin ve Râşid Halîfelerin yaşayış tarzına
sımsıkı bağlanma zarureti vardır. Doğruya ulaşmak ve kurtuluşa ermek, ancak bu
şekilde mümkün olur.
Peygamber Efendimiz, bu
hadislerinde kendisinden sonra ortaya çıkacak olan pek çok ihtilaf ve fitneyi
haber vermiştir. Bu, onun mûcizelerinden biri sayılır. Çünkü, Resûlullah Sallallahu
Aleyhi Vesellem ileride ortaya çıkacak
durumları toplu bir şekilde ve tafsilatiyle bilmekteydi. Zira ona bu bilgileri,
Allah Teâlâ haber vermişti. Ancak Resûl-i Ekrem Efendimiz bu konudaki bilgileri
zaman, mekân gibi belirleyici unsurları ile haber vermemiştir. Hatta genel
anlamda bile herkese söylememiştir. Sadece Huzeyfe İbni Yemân gibi, Ebû Hüreyre
gibi bazı özellikli sahâbilere söylemiştir. Onlar da kendilerine haber verilen
bu özel bilgileri müsaade edildiği nisbette açıklamışlar ve başkalarına
nakletmişlerdir. Hadis kitaplarımızın “fiten” bahisleri bu nevi rivâyetleri
ihtiva eder ki, Riyazü’s-sâlihîn’in son kısımlarında da bunlara yer
verilmiştir.
Ümmetin İçindeki Fitneler Ve
İhtilaflar
Ümmetin içinde fitneler ve
ihtilâflar çoğalınca, görüş ayrılıkları da artar. O zaman insanlar hangi fikrin
yanında olacaklar, nasıl hareket edeceklerdir? İşte Resûlullah Efendimiz bunun
hal çaresini de göstermektedir. Kendisinin ve Râşid halifelerin sünnetlerine
sımsıkı sarılmak, yegâne çıkış yoludur. Çünkü onların takip ettikleri yol hak
yoldur.
Ortaya çıkacak ihtilâflar
ifadesiyle, İslâm ümmeti içinde yer alacak olan bid’at fırkaları kastedilmiş
olmalıdır. Çünkü ihtilâf, küfür veya dinsizlik demek değildir. Fakat ciddi
boyuttaki ihtilâflar, ümmeti fitnelere, büyük günahlara sevkeder. Hatta insan,
farkında olmaksızın kendini dinin hudutları dışında bulabilir. Nitekim, Hz.
Peygamber’in vefatından kısa bir süre sonra Hz. Osman ve Hz. Ali zamanında
ortaya çıkan ihtilaflar, daha sonra fitneye dönüştü ve pek çok sahâbî henüz
hayatta iken ümmet imtihandan geçti. Halifelerden sonraki dönemde ihtilâflar ve
fitne artarak devam etti. Bu fitneler ve zararlı ihtilâflar, İslâm ümmetinin güçlenip
kuvvetlenmesini önlemiş, bölünüp parçalanmalarına sebep olmuştur.
İslâm ümmeti içindeki ihtilâfların,
bölünme ve parçalanmanın, grupçuluk ve hizipçiliğin, itaatsizlik ve baş
tanımazlığın müslüman toplumları ne hale getirdiğini, günümüzde de gözlerimizle
görüyor ve bunun ızdırabını hep birlikte çekiyoruz. Ümmet olma vasfına sahip
bulunmadığımız gibi, ayrı milletlere ve pek çok ülkelere bölünmüş halimizle,
kendi milli hudutlarımız ve coğrafyamız içinde de birlik, beraberlik ve
kardeşliğimizi sağlayabilmiş değiliz.
İslâm toplumlarının fitneden
kurtulabilmesi, ihtilâflara düşmemesi için müşterek bir düşünce ve hareket
tarzına sahip olmaları gerekir. Bu ise belli bir şahsın veya bir grubun düşünce
ve hareket tarzı olamaz. Çünkü başka şahıslar ve gruplar da vardır; onlar da
kendilerinin haklı ve doğru olduklarını iddia edebilirler. İşte Peygamber
Efendimiz, bunu da açıkça tesbit ve tayin etmiş, “Sizin üzerinize gerekli olan
benim sünnetime, yoluma ve doğru yola ulaştırılmış Hulefâ-yi Râşidîn’in
sünnetine sımsıkı sarılmanızdır” buyurarak, ortak hareket noktasını
göstermiştir.
Bilindiği gibi, Hulefâ-yi Râşidîn,
Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’dir. Peygamberimiz, başka bir çok
hadislerinde olduğu gibi, bu hadiste de onların hidâyet, hak ve doğru yol üzere
bulunacaklarını, kendilerine uyulması gerektiğini ifade buyurmuşlardır. Ehl-i
sünnet’in bütün mezhepleri, Hulefâ-yi Râşidîn’e uyulması gerektiği konusunda
görüş birliği içindedirler.
Peygamberimizin Üçüncü Tavsiyesi:
Bidatlerden Sakının
Bundan sonra, Peygamber Efendimiz
bir noktaya daha dikkat çekmekte, bid’atlerden mutlaka sakınılması gerektiğini
hatırlatmaktadır. Çünkü sünnete uygun olmayan davranışlar bid’attır. Bid’at
dinde yeri bulunmayan, sonradan ortaya çıkarılmış olan inanç ve ibadetlerdir.
Kur’an ve Sünnet’te yeri bulunmadığı ve bu iki asla aykırı olduğu için, her
bid’at dalâlet (sapıklık) diye nitelendirilmiştir. Burada “bid’at” veya
“muhdes” kelimelerinin “sonradan ortaya çıkan şey” anlamındaki sözlük mânası
kastedilmiş değildir. Kastedilen esas mâna ise, Kur’an ve Sünnet’e aykırı
olarak ortaya çıkan itikat, ibadet ve dinden sayılan şeylerdir. Çünkü sonradan
olan bazı işler ve icadlar vardır ki, bunlar hayâtî ihtiyaç ve zaruretlerdir.
Bu nevi şeyleri bid’attır diye reddetmek mümkün değildir. Bu ihtiyaç ve
zaruretlerin, sapıklıkla da bir alâkası yoktur. Bu sebepledir ki, sonradan
ortaya çıkıp itikad, ibadet ve amelle ilgili olmayan şeyleri yani icatları
bid’at olarak nitelemek doğru bir anlayış ve yaklaşım sayılmaz.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. İslâm toplumunu yönetenler,
idareciler, âlimler, va’z ve nasihat ve sohbet gibi yollarla insanları
aydınlatmalı ve yetiştirmelidirler.
2. Takvâ dediğimiz Allah korkusu ve
Allah’a saygı, müslümanın temel özelliği olmalıdır. Dinin emrettiklerine uyup
neyhettiklerinden uzak durmak takvâdır.
3. Allah’a itaati emrettikleri
sürece, devleti yönetenlerin emirlerine itaat gerekir. Onların şahsî
özelliklerine bakılmaz; çünkü bu durum sadece kendilerini ilgilendirir.
4. Hz. Peygamber, bir mûcize olarak
gelecekteki bazı şeyleri haber vermiştir. Nitekim müslümanlar dört halifeden
sonra pek çok ihtilafa düşmüşler ve çeşitli fırkalara ayrılmışlardır.
5. Hz. Peygamber’in sünnetinden
sonra takip edilecek yol, Râşid Halifelerin yoludur. Çünkü onlar sahâbenin en
bilgili olanları ve takvâ cihetinden de önde bulunanlarıdır.
6. Yöneten ve yönetilenlerin, Hz.
Peygamber’in sünnet ve yaşama tarzını, Râşid Halifelerin uygulamalarını
öğrenmeleri, kendilerini sapıklığa düşmekten korur.
7. Kur’an ve Sünnet’in zıddı ve
karşıtı olan her çeşit bid’at sapıklık olup bunlardan sakınmak gerekir.
[1] Ebû Dâvûd, Sünnet 5; Tirmizi,
İlim 16. Ayrıca bk. İbni Mâce, Mukaddime 6.
Kaynak: Riyazüs Salihin - Hadis-i
Şerif Tercümesi, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan
Yorumlar
Yorum Gönder