Hayat ve Ölüm
Hayat ve Ölüm
Prof. Dr.
Mahmud Kaya
Hayat ve
ölüm, bir hakikatin iki yüzü ya da bir bütünün iki parçası. Birbirini
çağrıştıran bu kavram çiftinden hayat, varlık sahnesine önce çıkmakla birlikte
doğumdan itibaren ölümün tehdidi altındadır ve bu yüzden de ölüm insanoğlu için
daima korku ve endişe kaynağıdır. Özellikle ölmek için doğduğuna inandığı halde
bir başka hayata doğmak üzere öldüğüne inanmayanlar açısından ölüm, gerçekten
korkunç bir olaydır. Âdeta gölge gibi insandan hiç ayrılmayan ya da amansız bir
hafiye gibi gece gündüz onu adım adım takip eden bu korkunç gerçeğin nerede, ne
zaman ve nasıl ortaya çıkacağının bilinmeyişi, ölüm karşısında duyulan kaygıyı
daha da artırmaktadır. Sözgelimi ozanın şu kaygı ve karamsarlık yüklü dizeleri
düşündürücü olduğu kadar ürperticidir de:
“Ecel
kolların boynuna,
Habersizce
dolar bir gün…
Şu
bastığın kara toprak,
Gözlerine
dolar bir gün…”
Doğmak gibi
ölmek de irade dışı, kaçınılmaz bir kader olduğuna göre, hayatı anlamaya
çalıştığımız gibi onun ikizi olan ölümü de anlamaya çalışmak akıllıca bir tavır
olsa gerek. Hatta bir bakıma hayatı anlamlı kılan ölümdür; ölüm olmasa hayatı
doğru olarak kim yorumlayabilir? Bu yalın gerçek şairin dizelerinde şöyle
ifadesini bulur.
“Yorumlar
yetersiz, kuruntu yalan,
Ölümdür
hayatı anlamlı kılan…”
Ölümün
sağlıklı bir muhasebesini yaptıktan sonra, kendi iç dünyasında tatmine kavuşup
ölümü dört gözle bekleyen şaire ne demeli:
“En
güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz,
Ümitler
içindeyim, çok şükür öleceğiz…”
Ölmemek ve
ebedîliğin sırrına ermek için mitolojik kuruntulara takılarak âb-ı hayat’ı
aramak, bir zaman insanoğlu için tatlı bir hayal olmuştu. Oysa ölümsüzlüğü
başka şeyde değil, yine ölümde aramak her halde tek çıkar yoldur.
Nitekim:
“Yaşarız
ölürüz, bildin mi niçin?
Ölürüz
bir daha ölmemek için!”
Diyen şairin
olaya bakışı net olduğu kadar bu konuda kesin bir inancı da yansıtmaktadır.
Şiirlerinde ölüm temasını en çok işleyen ve ömür boyu ölüm kaygısıyla yaşayan
Yunus Emre de, ölümle birlikte hayatın bir başka boyutta devam ettiği görüşü
sarsılmaz bir iman haline gelmiş olmalı ki, coşkuyla şöyle haykırır:
“Ölümden
ne korkarsın,
Korkma,
ebedî varsın...”
Her insanın
zihninde var olan ölümsüzlük duygusu ona başkası tarafından telkin edilmediğine
göre, bunun ilahî kudret tarafından mayamıza katılan fıtrî ve temel bir duygu
olduğunu kabul etmek gerekir. Nitekim inanan ve inanmayan her insanın ölümden
sonra anılarda yaşamayı, bıraktığı eserlerle tarihe geçmeyi, adının
torunlarında, mezar kitabelerinde, cadde ve meydanlarda devamını istemesi,
ruhundaki sonsuzluk ve ölümsüzlük arzusunun birer tezahürü değil de nedir!
Oysa bâkîyi
fânîde aramak bir şaşkınlık değilse, beşerî bir zaaf ve bir yöntem hatası
sayılmalıdır. Allah Teâlâ’dan başka her şeyin bozulup dağılacağı ve fânî olup
gideceği bildirildiğine göre, ölümsüzlüğü ölümlü varlıklarda aramak safdillik
ya da boşuna bir çabadır.
Nitekim:
“Unuturlar
seni bîçare hele ölmeyegör…”
İfadesiyle
şair, hâfıza-i beşerin nisyân ile malul olduğu gerçeğini dile getirmekte ne
kadar haklıdır.
İnsan
açısından her şey, her olgu ve olay hayat ve ölüm döngüsünde ilahî bir plan
çerçevesinde cereyan ettiğine göre, hayat gibi ölümde de nice hikmetler vardır.
Zira Allah Teâlâ’nın özenle yarattığı ve “Andolsun ki biz insanı en güzel
kıvamda yarattık” (et-Tîn 95/4) diye övündüğü bu üstün varlığın ölümle yokluğa
mahkûm edilmesi ilahî hikmetle bağdaşmaz. Bir başka söyleyişle, yokken var
ettiği insanı tekrar yokluğa mahkûm etmesi sefeh ve saçmalık sayılacağından,
böyle bir şey şânı yüce o Zât’ın hikmetine, kerem ve kemaline aykırıdır. Her
halde,
“Korkma
dostum korkma ölüm var diye;
Ölüm
yokluk ise var olmak niye?”
Diye soran
şair de bu gerçeği dile getirmek istiyordu. Sözgelimi bir şahıs, büyük
masraflarla özenerek yaptığı köşkü bir müddet sonra yıkıyor. Bu duruma bir
anlam veremeyenler, o şahsın, köşkün yerine muhteşem bir saray yaptığını
görünce yıkım kararının ne kadar doğru ve isabetli olduğunu anladıkları gibi,
ölüm sonrası ebediyete ve sonsuz ilahî rahmet ve nimetlere kavuşan insan da
ölümün gerçekte ne büyük bir ilahî lütuf ve ikram olduğunu anlayacaktır. Belki
de ebediyetin sırrına erince, geçici bir süre yaşadığı dünya hayatının bir rüya
olduğunun farkına varınca, bu konuda peygamberlerin ve bilgelerin insanlığı
uyarmak üzere söylediklerinin yalın birer gerçek olduğunu görecektir. Kimin
ağzından çıkarsa çıksın hakikat hakikattir; işte şairin dizeleri:
“Uykudan
uyanıp sırra erenler;
Bu
fânî âleme rüya demişler.”
Her alanda
fânî ile bâkî arasında yapılacak karşılaştırmalar, mecaz ile hakikat arasındaki
farktan daha keskin ve daha belirgin olmak durumundadır. O halde iki âlem
arasındaki farkı,
“Hakikat,
ufukların ötesinin ötesi;
Âhirete
nisbetle dünya tavuk kümesi!”
Veya
“Bir acaip
köhne handır bu cihan
Her
yanından yol gider âhirete…”
Şeklinde
dile getiren şair acaba haksız mıdır?
Bunca
emeklerin, hayal ve emellerin çıkan bir nefesle sona ermesi korkunç bir trajedi
olarak görülse de on binlerce yıldan beri dolup boşalmakta olan kocamış ve
köhnemiş bu dünyadan ayrılırken, yerin üstündekilere oranla altında bizi
bekleyenlerin çok daha fazla oluşunu ve aralarında hayranı olduğumuz
peygamberlerin, din ulularının, tarihin akışını değiştiren kahramanların, fikir
ve gönül erlerinin, anne, baba ve sevdiklerimizin bulunuşunu; hele hele
Rabbimizin sonsuz rahmet ve mağfiretini düşündükçe, ölüm artık ürpertici
olmaktan çok, mûnis bir hal alıyor. Öyleyse biz de şairin temennisine cânu
gönülden katılalım.
“Tekrar
mülâkî oluruz bezm-i ezelde,
Evvel
giden ihvâna selâm olsun erenler…”
Yorumlar
Yorum Gönder