Lokmayı Bölüşmek
Lokmayı Bölüşmek
Dünya hayatı iniş ve çıkışlarla, düz ve yokuşlarla dolu. Her zorluğun bir kolaylığı, her bolluğun bir darlığı var. Hayat tekdüze değil. Belki de bu, dünyanın Allah’ın cemal ve celal sıfatlarının mazharı olmasının tabii bir gereği. Eşya zıtları ile kaim olduğu, karşıtlarıyla tanınıp anlaşılabildiği için Câmiu’l-ezdâd olan Allah’ın cemal sıfatlarından hayır, güzellik, gündüz, iman, iyilik ve cennet; celal sıfatlarından şer, çirkinlik, gece, küfür, kötülük ve cehennem zahir oluyor. Ancak gece ile gündüzün birbirini izlemesi gibi cemal ile celal de birbirinin peşi sıra geliyor. Nitekim Niyazi Mısrî bunu ne güzel ifade etmiş:
Cemâli
zâhir olsa, tiz celâli yakalar ânı
Bu âlemde gül açılsa yanında hâr olur peydâ
Cemalin ve celâlin zuhuru hayatın her safhası ve her alanı için geçerli. Ferdi hayatta, içtimai hayatta ve ekonomik hayatta. Önemli olan her celal içre bir cemal ve her cemal içre de bir celal bulunduğunun farkında olabilmektir. Nitekim bazıları “gerçek sufî, celal içre cemali görendir” diyerek her zorluk ve sıkıntının arka planını görmeye ve olaylardan ders almaya çalışmakta ve çekilen sıkıntıları terbiye unsuru olarak değerlendirmektedir.
İnsan sosyal bir varlık olduğundan pek çok duygu ve düşüncesini; sevinç ve tasasını paylaşmak ister. Nitekim: “Sevinçler paylaşıldıkça büyür, sıkıntılar paylaşıldıkça küçülür” anlayışı bunun halkça ifadesidir.
Allah ikbal günlerini insanlar arasında nöbetleşe evirip çevirir. Bolluk yıllarını kıtlık seneleri, kıtlık dönemlerini bolluk devirleri takip eder. İnsanların her döneme hazırlıklı olması; düşenin yanında, yakınında ve yardımında bulunması gerekir. Nitekim asr-ı saadetteki hicrette kardeşlik ve yokluk zamanlarındaki dayanışma, bunun en güzel örneğidir. Kuran, hicrette vatandan, evladdan imanî bir gaye ile geçip başka bir yurda göçenlere kucak açan ve onlarla evlerini, yuvalarını ve imkanlarını paylaşan; hatta kendilerinin ihtiyaç duymasına rağmen diğergâmlığı ihtiyar eden ensarı “îsâr” lafzı ile sena etmektedir: “Yurtlarını muhacir müslümanlara hazırlayıp iman sahibi olan ensar müslümanları, kendi yurtlarına göç eden muhacirleri severler ve onlara verilenden sadırlarında bir kaygı duymazlar. Kendilerinin ihtiyacı olsa bile, onları kendilerine tercih ederler (îsâr). Nefsinin hırsından korunan böyleleri gerçek felaha erecek olanlardır.” (el-Haşr, 59/9)
İsar; “ihtiyacına rağmen, kardeşini kendisine tercih etmek” anlamında ahlakî bir kavramdır. Ancak Allah inancı ve ahiret beklentisi olanlara has yüce bir fazilet ve erdemdir.
Kendisinin hoşuna gitmesine, o şeye ihtiyacı olmasına rağmen başkalarını kendine tercih etme iradesi gösterebilmek anlamındaki bu anlayışı Kuran şu ayetle gündemimize taşımaktadır “Miskine, yetime, esire seve seve yedirirler. Size ancak Allah için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık isteriz; ne de bir teşekkür. Çünkü biz Rabbimizden korkarız” derler (el-İnsan 76/8-10).
Ayetteki “seve seve” lafzı hem miskin, yetim ve esiri severek onlara yedirmeyi; hem de yemeyi sevmesine rağmen tercihan onlara yedirmeyi ifade etmektedir. Adam vardır sadece yedirmeyi sever; adam vardır hem yemeyi hem yedirmeyi sever. Birincisi daha iyi olmakla birlikte, ikincisi de güzeldir
İslam toplumunda cömertlik, civanmertlik ve sehavet; fütüvvet ve fetâ kelime ve kavramlarıyla neredeyse aynîleşmiştir.
Fetâ genç, fütüvvet de gençlik demektir. Genç insanda öne çıkan iki önemli özellik vardır: Diğergâmlık ve yiğitlik. Türkçe’deki delikanlıtabiri ile Farsça’daki civanmert kelimesi de bu anlamadır. Nitekim biz Türkçe’de: “Filan delikanlı adamdır” deyince onun, sözünün eri, yiğit, ikramı esirgemeyen cömert bir adam olduğunu kasdederiz. Farsça’da da “civanmert” bu anlamadır. Dolayısıyla Arapça’daki fütüvvet; yiğitliğin, kahramanlığın ve fedakârlığın sembolüdür.
Genç ve delikanlı insanlarda paylaşım ve başkalarına yardım duygusunun öne çıktığı; ileri yaşlarda mal ve dünya sevgisinin daha bir kuvvetle insanı kuşattığı kabul edilmektedir. Nitekim insanın duyguları ile dünya ilgisini anlatan şu ifade, aynı anlamda bir espridir: “İnsanlar yirmi yaşına kadar idealist, otuza kadar sosyal adalet ve paylaşımdan yana; kırka kadar realist; kırktan sonra ise kapitalist temayüller taşımaktadır.” Elbette bu yorumu mutlak bir kural olarak algılamak uygun olmaz. Ama her yaşın duygu dünyasına âid genel temayüller ile ilgili ipuçları vermektedir. Bu bakımından eğitimde önemli bir veri olarak değerlendirilebilir. Nitekim Efendimiz’in: “İnsanoğlu yaşlanınca iki duygusu gençleşir: Hırs ve tûl-i emel”. (Müslim, zekât, 115; Tirmizî, zühd, 28; 22) hadisi bunun teyidi olarak değerlendirilebilir.
İslam kültüründeki fetâ ve fütüvvet gerçeği biraz da Hz. Peygamber’in etrafındaki genç sahabe neslinin feragat ve fedakarlığından; özellikle Hz. Ali’nin yiğitlik, Hz. Ebubekir’in cömertlik husûsiyetlerinden neş’et etmiştir. Aslında eski Araplarda fetâ, misafirperverlik ve cömertlik cesaret ve şecaat özellikleri ile ortaya çıkan asil insan demektir.
Bu özelliklerle fütüvvet, önce bir ahlaki erdem olarak, sonra sosyal bir yardım teşkilatı olarak ortaya çıkmıştır. Feta kelimesinin Kuran’da da geçmesi (bk. en-Nisa 4/25; Yusuf, 12/30, 36 62; el-Kehf,17/13, 60, 62) bu kavramı gündelik hayatın içine çekmiş ve konuya dair pek çok söz söylenmiş. Fütüvvetname adıyla eserler yazılmış; tarifler yapılmıştır. Nitekim İmam-ı Ali der ki: “Fütüvvet beş şeyle olur:
1. Varlık
sırasında tevazu göstermek,
2.
Cezalandırmaya gücü yettiği halde bağışlamak,
3. Az
da olsa elindekinden vermek,
4.
Karşılık beklemeden vermek,
5. Herkese nasihat.
Cafer-i Sadık: “Fütüvvet daha önce ele geçen bir şeyi bir başkasının yararına sunmak, ele geçmeyen içinse şükretmektir.” der.
Fudayl bin Iyad: “Dostların kusuruna bakmamaktır.” der.
İlk fütüvvet eseri yazan Sülemî ise: “Fütüvveti kötü huyluluk ve sefahet değil, sunulan bir aş, verilen bir armağan, bir tebessüm ve tevazudur. Başkalarına kötülük yapmaktan kaçınmaktır.” diye tarif eder.
Fütüvvet, diğergâmlık, hemcinsine karşı kendini feda etmeye kadar varan bir sevgidir.
Muhasibi der ki: Fütüvvet, başkalarına insaf ettiğin halde onlardan insaf beklememen; başkalarına bağışta bulunman; fakat başkalarından bağış beklememendir. Vermen; fakat almamandır.
Şiblî der ki: Fütüvvet muhabbet anında sadakat, düşmanlık anında yumuşaklık (rıfk), kıtlık ve azlık anında elindekini bölüşmektir.
Cüneyd-i Bağdadi der ki: Fütüvvet zorluğu def’etmek, vermeyi seçmek, hiç şikâyet etmemek, zengin veya yoksul, isteyen herkese vermek, haramdan kaçınmaktır.
Cüneyd bir başka defasında fütüvveti “eziyeti kaldırmak, başkalarından bir şey beklememek ve şikâyeti terk etmek” diye tanımlamıştır.
Ebu Bekir Razî ise fütüvvet ve cömertliği “sıkıntıda olduğu halde başkalarına vermektir” diye tarif eder.
Fütüvvet cömertliktir, mürüvvet azı bölüşmektir. Başkalarına kendi imkânlarıyla yardım etmeye her zaman amade olmaktır.
Fütüvvetin ana temellerinden olan dayanışma sayesinde toplumda yapıcı bir unsur haline gelen fütüvvet ehli, devletin doğrudan etkisinden uzak kalmayı başarabilmiştir. Zamanla bir gençlik teşkilatı, meslek ve esnaf hareketi haline gelen fütüvvetin ana ilkeleri; helal kazanmak, bir meslek ve sanat sahibi olmak, herkesi kendisine tercih ederek kardeşlere yardım ve onlarla dayanışmadır. Fütüvvet ehli, bu çerçevede üyelerini dünyalık kazanmaya da sevketmiş, ancak bu kazancın ferdi çıkar için değil, halka ve kardeşlere yardım için olmasına özen göstermişlerdir.
Halife Nasır zamanında örgütlenen ve hilafet merkezine bağlanan (XII-XIII. Miladi asır) Fütüvvet teşkilatı, Anadolu’ya Ahilik olarak geçmiş; toplumun yaralarını sarmaya devam etmiştir.
Anadolu Selçukluları ve Beylikler dönemi siyasi otoritenin zaafa uğradığı; ekonomik ve sosyal hayatın sıkıntıya düştüğü bir dönemdir. Gençleri ve halkı örgütlendirmesinden, Ahilerin bu dönemde çok önemli görevler üstlendiği anlaşılmaktadır. Nitekim bu yıllarda Anadolu’yu gezen Kuzey Afrikalı Arap seyyahı İbn Batuta, Anadolu’da Ahilik adıyla anılan Fütüvvet teşkilatını şöyle anlatmaktadır: “Bu işe önder olan şeyh, bir tekke yaptırarak burasını halı, kilim, kandil ve benzeri eşya ve gerekli araçlarla donatır. Ahiler, gündüzleri geçimlerini sağlayacak kazancı elde etmek üzere çalışırlar ve o gün kazandıkları parayı ikindiden sonra topluca getirip şeyhe teslim ederler. Bu para ile tekkenin ihtiyaçları karşılanır, topluca yaşamak için gerekli yiyecekler alınır. O sırada beldeye bir misafir gelmişse onu tekkede misafir ederler”. (Seyahatname s. 313)
İbn Batuta İç Anadolu, Doğu Anadolu, Karadeniz, Ege ve Marmara sahillerindeki şehirlerde ahi zaviyelerine rastladığını, oralarda misafir kaldığını, bu vesileyle onları daha yakından tanıyarak hiçbir memlekette görmediği cömertliği onlarda gördüğünü söyler ve der ki: “Ahiler Anadolu şehirlerinde oturan Türkmenlerin köylerine kadar nüfuz etmiştir. Yabancıları korumak, misafir etmek, ihtiyaçlarını gidermek, kötü ve fasık kimseleri ortadan kaldırmak ve halka zulmedenleri yok etmekte eşleri yoktur. (Seyahatname, s.312)
Ahiliğin temel esaslarını belirten fütüvvetnamelerin Türkçe yazılı olanlarından Burgazî Fütüvvetnamesi’nde ilginç tespitler vardır. Nitekim ahinin kapısı, gönlü, sofrası ve eli açık; gözü, dili ve şalvarı kapalı ve bağlı olacak denilmektedir.
Ahinin on sekiz dirhem gümüşten fazla dünyalığı olmamalıdır. Bundan fazla nesi varsa yoksullara vermelidir. Bu onsekiz dirhem, şahsa ait ihtiyat akçesi olarak değerlendirelebilir. Bunun sermaye olması mümkün değildir. Çünkü on sekiz dirhem, yaklaşık 52-54 grama tekabül eder. Bu da bugün 10-15 milyon TL civarında bir meblağ eder.
İşsizliğin, yoksulluğun ve ekonomik krizin vurduğu ekonomik ve sosyal dünyamızda fütüvvet ve ahilik geleneğimizden alacağımız çok dersler olduğu meydandadır. Olaya bir de o gözle bakmak lazım: Her evde bir işsizin veya işi bozulmuş insanın bulunduğu ve âile bütçelerinin iyice daraldığı ve insanların maddeten ve mânen bunaldığı günümüzde fütüvvetin şefkatli, cömerd ve delikanlı tavrına her zamankinden daha fazla muhtâcız. İnsanların kendi kendine dertlenip streslerin artırmak yerine olabilen imkanlarıyla sıkıntıyı paylaşmaları işin ahlâkî boyutudur.. Krizin fakir ve zengin herkesi bir şekilde vurmuş olması, tesirini biraz daha hafifletmektedir. Gün lokmaları bölüşme günüdür.
Prof.
Dr. Hasan Kamil Yılmaz Altınoluk Dergisi, 2001 – Haziran, Sayı: 184, Sayfa: 022
Yorumlar
Yorum Gönder