Kur’an-ı Kerim’de Dünya-Ahiret İlişkisi

Kur’an-ı Kerim’de Dünya-Ahiret İlişkisi

Nurcan Büyük


Kur’an-ı Kerim’e göre en güzel kıvamda (ahsen-i takvim) yaratılan (Tin, 95/4) insan, anne karnında bilgi sahibi değilken işitme, görme melekeleriyle, duygu ve düşünce yetileriyle donatılmıştır. (Secde, 32/9) Önce tek bir nefisten yaratılmış, ondan da eşi var edilmiştir. Günah duygusu (fücur) ve kulluk bilinci (takva) ile şekillendirilmiştir. İnsanın bir yaratıcısının olup olmadığı tartışması, hayatın oluşumunu tesadüfle izan etme söylemini itikatlaştırmadıysak, bizi bir yaratıcı ve ölçü koyucu fikrine götürmektedir. Hanif bir tutumun ifadesi olan bu seyir, zaten Rabbimizin vahyi ile irtibata geçtiğimizde, yaratılışımızın Rabbimizi birleme fıtratı ile donatıldığını da gösterir.

Belli bir yaş olgunluğuna ulaşan her insan kendini, evreni ve ikisi arasındaki ilişkiyi anlamlandırmak için kendisine ve çevresine çeşitli sorular sorar. Tüm bu soruların altında hakikati bilmek, doğru olana ulaşmak isteği vardır.

Yeryüzünün kendi varlığı ve yapılışı, ayın ve güneşin belli bir ölçü (kader) ile yaratılışı ve aralarına mesafe ve açılar konulması, ışık ve sıcaklığın düzenli bulunuşu, çeşitli mevsimlerin geliş ve gidişi, üzerinin çeşitli nimetlerle donatılması mükemmel bir plan ve kurallar bütününü göstermektedir. Tüm bunların kendiliğinden olduğu ve hiçbir manasının bulunmadığını söylemek mümkün değildir.

Kâinatın bu derece mükemmel işleyişi bu düzenin bir tesadüf neticesi olmadığının delilidir.

“Göğü, yeri ve ikisinin arasındakileri boş yere yaratmadık…” (Sad, 38/27)

Kâinatın başıboş yaratılmadığını, evrendeki tüm yaratılmışların kendisinin çizdiği ölçüler içerisinde hareket halinde olduğunu söyleyen Rabbimiz, yarattığı her şeye gerçek ölçü ve biçimini (hilkatini) vermiş, sonra da ona yolu göstermiştir. (Taha, 20/50) Bu sebepledir ki kâinat nizamında Allah’ü Teâlâ’nın kurallarına uymayan hiçbir canlı ve cansız varlık bulunmaz. (İsra, 17/44)

“Bakmıyorlar mı ki develere nasıl yaratıldı? Göğe nasıl yükseltildi? Dağlara nasıl dikildi? Yere, nasıl yayılıp, döşendi?” (Ğaşiye, 88/17-20)

“Yeryüzünde kesin bir bilgi ile inanacak olanlar için ayetler vardır, kendi nefislerinizde de. Yine de görmüyor musunuz?” (Zariyat, 51/20-21)

 

İnsanın Sorumluluğu

İnsanı yaratan, ona hakikati bulmayı kolaylaştırıcı, fiziksel ve sezgisel özellikleri bahşeden Rabbimiz, onu yeryüzünde başıboş bırakmamış, kitap ve peygamberler göndermiş, hayat imtihanına tabi tutmuştur. İnsana düşen ise kendine verilenlerle birlikte hakikati bilmek, yeryüzünde tevhid ve adaleti tesis etmektir.

İnsanın iradi bir varlık olması onu diğer canlılardan ayıran bir özelliktir. Allah’ü Teâlâ’nın verdiği sayısız nimetler karşısında iradesiyle baş başa kalan insan ya Allah’ü Teâlâ’nın emirlerine riayet edecek ya da kendi heva ve hevesine göre hareket edip Allah’ü Teâlâ’nın emirlerine sırtını dönecektir.

Dünya hayatının sonlu olduğunu, her canlı için ölümün kaçınılmaz olduğunu vurgulayan Rabbimiz, dünyanın da mutlaka sonunun geleceğini bildirir.

“Nerede olursanız olun, isterseniz sarp ve sağlam kalelerde olun, yine ölüm size ulaşır.” (Nisa, 4/78)

“Allah’ü Teâlâ eceli geldiğinde, asla hiç kimsenin ölümünü ertelemez ve Allah’ü Teâlâ gerçekten de yaptıklarınızdan çok iyi haberdar olandır.” (Münafikun, 63/11)

Hiç kimsenin kendisinden kaçamayacağı ölüm, Kur’an-ı Kerim’de 165 yerde geçmektedir. Her canlı ölümü tadacağı gibi, dünyanın da mutlaka bir gün sonu gelecek ve insan dünyadaki yapıp ettiklerinin hesabını verecektir.

“De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, sizi mutlaka bulacaktır. Sonunda gayb âlemini de bilen Allah’ü Teâlâ’ya döndürüleceksiniz. O, size bütün yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cuma, 52/8)

 

Kur’an-ı Kerim’de Dünya ve Ahiret Hayatının Varlığı ve Tanımı

“Dünya” kelimesi, bizzat ve hükmen yaklaşmak, zaman ve yer açısından yakına gelmek, aşağı çekmek anlamına gelen “edna” fiil kökünden türemiştir. Dünya sözü, daha yakın, daha uygun manasındaki edna kipinin dişil (müennes) şeklidir.

Dünya kelimesinin denaet kökünden geldiğini söyleyenler de olmuştur. Buna göre dünya, basit, iğreti, adi, alçaklık anlamlarına gelir.1

Dünyanın bir oyun ve eğlence aracı, kısa ve geçici olduğuna ilişkin ayetlerdeki uyarılar dünya kelimesinin sıfat olarak kullanılışının değil de isim olarak kullanılışının neticesinde yanlış anlaşılmasına yol açmıştır. Bu yanlış anlaşılmadan yola çıkarak mevcut ayetlerin yaşadığımız dünyayı (yerküreyi) kötülediği, basit, aşağı gördüğü sanılarak, insanları dünyadan vazgeçme, el etek çekme gibi anlayışlara sevk etmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de geçen ayetlerdeki dünyanın geçiciliği mevzusu ise sonsuz iyiliği ya da kötülüğü ifade eden ahiret yaşamının kısa dünya hayatından elde edilenlerle kazanılacağı ve bu sebepten insanın dünya hayatını boş ve anlamsız uğraşlarla değil ahiret mükâfatını kazanacağı salih amellerle geçirmesinin istendiğine işarettir.

Dini bir terim olan “ahiret” kelimesi e-h-r kökünden gelir. Ahir kelimesinin dişil şeklidir.

“Evvel” (ula) kelimesinin zıttı olarak “son”, sonra anlamındadır. (Duha, 93/4)

Kur’an-ı Kerim’deki kullanma biçimlerine bakıldığında “ahiret”in birçok ayette “dar” kelimesi ile yan yana geldiği ve ahiret yurdu manasında “ed-daru’l-ahiret” şeklinde kullanıldığı görülür.2

Ahiret kelimesi yaklaşık 26 ayette “gün” manasına gelen “yevm” kelimesi ile “yevmul ahir” şeklinde kullanılır.3

Ahiret kelimesi yaklaşık 114 ayette tek başına kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim’in en temel kavramlarından biri olan ahiret bazı sure ve ayetlerde farklı isimler ve terkipler halinde de karşımıza çıkar. Örneğin; Kur’an-ı Kerim ahiret gününü karşılamak için “ed-daru’l ahiret” veya “yevmul ahire”nin yanı sıra “yevmul kıyame” (kalkış günü), “yevmud din” (karşılık/ceza günü), “yevmul ezife” (yaklaşan gün), “yevmut tenad” (nida günü), “yevmul feth” (fetih günü), “yevmut teğabun” (aldanma günü, kâr-zarar günü), “yevmul ba’s” (diriliş günü), “yevmul fasl” (ayrım günü), “yevmul hisab” (hesap günü) gibi daha birçok ifade ve tabir kullanmıştır. Bunlara kıyamet, karia, es-saat, zilzal, infitar, inşikak gibi kıyametle ilgili diğer kavramları da ekleyebiliriz.4

Kur’an-ı Kerim’de dünya ve ahiret kavramları yaklaşık 60 küsur ayette yan yana zikredilmiştir. Bu da her iki hayatın birbirinden bağımsız olmadığı, birbirine bağlı olduğunu gösterir.

Kur’an-ı Kerim’deki kullanımından da anlaşılacağı üzere dünya kelimesi yakın hayat, ahiret kelimesi ise sonra gelen hayat anlamındadır. Burada anlaşıldığı gibi aralarında bir devamlılık ilişkisi vardır. Ahiret inancı dünya hayatının devamı niteliğindedir. Ebedi olan ahiret hayatına giden yol dünyadan geçer. Kur’an-ı Kerim’e göre ahiret dünyanın gayesidir. Bir nevi dünya hayatında gerçekleştirdiğimiz amellerle ahiretimizi imar ederiz. Kur’an-ı Kerim dünya sınavımızı kazanmak için hidayet kitabıdır. Kur’an-ı Kerim vahiy ve fıtrattan yabancılaşan anlayış ve tutumları, vahyî ölçülerle yeniden dönüştürme mücadelesini kavrayıp üstlendiğimiz oranda mutluluğa erişeceğimizi bildirir. Bu doğrultuda amaçlanan iki dünya (dareyn) saadetini kazanmaktır. Dünyada tevhid ve adaleti tanıklaştırmadan ve yabancılaşma kirliliğinden arınıp yeniden vahye ve fıtrata hicret etmeden dünyamızı kazanmak mümkün değildir. Yani ahireti kazanmanın yolu vahyî ölçülerle dünyayı kazanmak ibadetinden geçmektedir.

Allah’ü Teâlâ’ya ibadet etmeyi sığlaştıran, hayırlı kazanımlarda sevindiği halde sıkıntılı hallerde Allah’ü Teâlâ’nın ölçülerini aşan kişilerin hüzünlü akıbetini Rabbimiz şöyle bildirmektedir: “O evvelini (dünyayı) de sondakini (ahireti) de kaybetmiştir.” (Hacc, 22/11) Oysa “Ona evvelinde de iyilik vermiştik, sondakinde de iyilerdendir.” (Nahl, 16/122) hükmü ile Hz. İbrahim’in örnek hayatı ve şahitliği model olarak gösterilmektedir.

“Her kim ahiret ekini (harsul ahire) isterse, ona ekinini artırırız, her kim de dünya ekini isterse ona da ondan veririz. Ama ahirette ona hiç nasip yoktur.” (Şura, 42/20)

Allah’ü Teâlâ insanın nefsindeki aceleye sahip olma arzusunu bildiği için kulunu kalıcı olan, dünyada ekilen ancak ahirette alınacağı, ahiret ekinini isteme noktasında uyarıyor.

Dünya hayatını isteme ahirete hazırlanma noktasında Allah’ü Teâlâ dengeli bir yaklaşım ortaya koyar. İslam’ın eleştirdiği dünya hayatı insanı Allah’ü Teâlâ’ya kulluktan uzaklaştıran yaşama anlayışıdır. Nefsini ilah edinme, dünyalıklara hırsla sahip olma arzusu, ekini ve nesli bozma, Allah’ü Teâlâ’nın insanlar için yarattıklarına karşı bencilce tutum sergileyip serveti biriktirip yığmak, haksız kazanç sağlamak, hesap verme bilinci olmaksızın yaşamak Allah’ü Teâlâ’nın istemediği yaşam anlayışının tezahürleridir.

Rasûlullah Muhammed Sallallahü Aleyhi Vesellem de dünya ve ahiret hayatına ilişkin dengeli yaklaşım konusunda en güzel örnekliği ortaya koymuştur. Sürekli meşgul olduğu için kendisinin ve ailesinin ihtiyaçlarını gözetmeyen sahabeyi eleştirdiği gibi mal ve dünyalıklara duyduğu sevgi neticesinde Allah’ü Teâlâ’ya kulluk görevlerini ihmal edenleri de ikaz etmiştir.

Ahirete iman, imanın olmazsa olmaz şartlarındandır. Allah’ü Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de müminleri zikrederken Allah’ü Teâlâ’ya ve ahiret gününe inandıklarını, müşrikleri tanımlarken onların ahirete inanmadıklarını, münafıklardan bahsederken de inandıklarını söyledikleri halde ahirete imandan uzak olduklarını zikreder.

Çünkü ahirete iman salt bir gayb bilgisinden Allah’ü Teâlâ’ya imanın sahneleneceği dünya hayatının nasıl algılandığıyla doğru orantılıdır.

“Onlar, Allah’ü Teâlâ’ya ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten men ederler, hayır işlerine koşuşurlar, işte onlar iyilerdendir.” (Âl-i İmran, 2/114)

“Hakikati inkâr edenler, ‘Son saat bize gelip çatmaz!’ dediler. De ki: Hayır! Kesinlikle yanılıyorsunuz! Gaybı bilen rabbime yemin olsun ki o mutlaka gelip sizi bulacaktır.” (Sebe, 34/3)

 “İnsanlardan kimi de vardır ki Allah’ü Teâlâ’ya ve ahiret gününe inandık derler, oysa inanmamışlardır.” (Bakara, 2/8)

Ayetlerden de anlaşılacağı üzere ahirete iman olmaksızın var olduğu söylenen iman gerçek iman değildir.

Mekki surelerde işlenen yoğun ahirete iman vurgusu Araplardaki mevcut öldükten sonra dirilmeye ilişkin yanlış anlayış ve tutumların düzeltilmesi, dünya hayatının amacının Allah’ü Teâlâ’ya koşulsuz iman ve kulluk olduğu, böylece bünyedeki arızalı ölüm sonrası inancın giderilmesi şeklinde anlaşılabilir. Fakat Müslüman toplumun kurulduğu, İslamî kuralların bütün olarak uygulanma imkânı elde edilen Medine’de ahiretten söz edilmesi sadece müşriklerdeki öldükten sonraki dirilişi inkâr eden inanışlarının düzeltilmesini hedef almaz. Çünkü hitabın bir kısmının Allah’ü Teâlâ’ya ve ahiret gününe iman edenlere yöneltildiği görülür. Çünkü iman edilmiş bile olsa insanın zaaflı bir varlık olduğu, nefsin ve şeytanın insanın ayartılması için sürekli vesvese vereceği unutulmamalıdır. Allah’ü Teâlâ dünya hayatının cazibesinden bahsederken bu tehlikenin sadece inanmayanlar için değil her insan için sürekli var oluşuna dikkat çeker.

Mekki surelerdeki bu vurgunun sebepleri arasında kısmen Mekkeli müşriklerin ölüm sonrasına ilişkin inançlarının etkisi varsa da sebeplerin bir bölümü de imanı tercih etmiş müminlerin ruhlarında bu inancı sağlamlaştırmanın, onları zorlu, sıkıntılı günlere hazırlamanın gerekliliği de yatıyordu. Çünkü bir mümin için ahiret ve dünyaya ilişkin net,tutarlı ve kararlı bir akide oluşmamışsa orada istikametten ve istikrardan bahsetmek söz konusu olamazdı.

Kur’an-ı Kerim ahirete imana davet edip bu imanı test etmek için de dünyada yerine getirilmesi gereken sorumlulukları hatırlatırken, bunu bir teklif olarak değil, emir ve zorunluluk olarak sunmaktadır. Çünkü müminin imanı salt düşünsel bir onay değildir. Onun imanı, gaybi hakikatlerle uyum içinde dünyada hak ve adaleti nefsinde ve çevresinde hâkim kılma mücadelesini üstlenerek, yakini imanı doğrultusunda vahyî bildirimleri yaşamlaştırma kararlılığıdır. Ahiret inancı, kişiyi dünyada kendi kimliğini vahiyle inşa etmeye, vahyî ahlakı kuşanmaya, diğer mümin ve müminelerle istişari temelde bir Kur’an-ı Kerim nüvesi veya toplumu oluşturabilme ödevine ve itikadi alandan amelî alana kadar her türlü zulme, şirke, cahiliyeye karşı mücadele keyfiyetine sevk eder.

“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarsınız ve Allah’ü Teâlâ’ya inanırsınız.” (Âl-i İmran, 2/110)

“Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık ki insanlara karşı şahitler olasınız. Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun.” (Bakara, 2/143)

Şüphesiz mümince yaşamak ve insanlara karşı şahitlerden olmak için zorlu bir hayat yolu vardır. Bu yolun yürünmesi yeryüzü sınırlarını aşıp ebedi mükâfata ulaşacak aşkın bir ruhun varlığını gerektirir. Ancak bu aşkın olma hali dünyadan ve Allah’ü Teâlâ’nın verdiği nimetlerden geçme şeklinde anlaşılabilecek bir hal değildir.

Ümmet olma sorumluluğu yüklenmek müminlerin şeytan ve dostlarının heva ve heveslerinin isteklerine teslim olmadan fedakârlıklarını çoğaltıp sırat-ı müstakim üzere yürümeleri için gerekli olan bir haldir. Bu bağlamda dünya ve ahiret algısı insanın ya sadece yok eden, yığan, yağmalayan, engelleyen, haris, acilci, bencil tarafını ortaya çıkaracak ya da tüm bu kirlerden (rics) arınıp onu eşref-i mahlûkat olma haline yükseltecektir.

“ …(Münafıklar) sıcakta sefere çıkmayın dediler. De ki: Cehennem ateşi daha sıcaktır.” (Tevbe, 9/81)

Ahiret inancı sürekli bir diriliştir. Öldükten sonra dirileceğini, iyiliklerinin ve kötülüklerinin karşılığını alacağını bilen bir kimse devamlı hareket halinde olur, kendini yeniler, eksiklerini tamamlar, dünyaya dalmakla, günaha batmakla değersiz, şeylerin peşinde koşmakla öldürdüğü benliğini her gün yeniden diriltir, kalbini sonsuzluk sevdası ile meşgul eder. Ahiret hayatı ölümden sonra diriliş, yani “ba’su badel mevt”tir. İlginç olan bir nokta da Allah’ü Teâlâ’nın insanlara peygamber gönderme olayına da “ba’s” denilmesidir.

Diriliş ancak ilahi mesajı dinlemekle, kavramakla ve kavradığı doğruları yaşamlaştırmakla olur. Böyle bir dirilişi yaşayanlar, şaşkınlık (dal) halinden kurtulurlar, batıl ve sapıklığın uykusunu ve ölümcül kötülüğünü bir tarafa atanlar; vahyî ölçülerle böyle bir bilinç intifadası yaşayan müminlerin ölümden sonraki dirilişte de yüzleri ak (Âl-i İmran, 3/106, Ğaşiye, 88/1-8), tartıları ağır (Karia, 101/6) olur, nimetlere ve güzelliklere, yani kurtuluşa kavuşanlardan olurlar.

 

İnsanın Dünya Nimetleri İle Sınanması

“…Size aklınıza gelen her türlü nimeti bahşeden, çocuklar ve sürü sürü hayvanlar veren, bahçeler ve pınarlar bahşeden Allah’ü Teâlâ’ya kullukta samimi olun. Çünkü ben sizlerin o zorlu günün azabına uğramanızdan korkuyorum.” (Şuara, 26/132-135)

Kur’an-ı Kerim’deki kullanımıyla nimet Allah’ü Teâlâ’nın insanlara bahşettiği her şeydir. İnsanın yeryüzünde sahip olduğu varlıklar, imkânlar, yetenekler Rabbinin ona verdiği nimetlerdir. Nimet kelimesi yalnızca insan için kullanılır. (Diğer canlı-cansız varlıkların hayatlarını sürdürebilmelerini sağlayan şeylere ise rızık denir.) Çünkü nimette tat alma, sahip olunan şeyden mutluluk duyma hali vardır. Malın, evlatların, eşin vs. nimet olarak adlandırılması sahip olunmasından ziyade bunlardan alınan tatla (tutku) alakalıdır. Dünya hayatının süslü oluşu ve insanın bu süse sahip olmadaki arzusu bu bağlamda ele alınabilir.

Allah’ü Teâlâ’nın kullarına verdiği nimetler iyi ya da kötü sonuçlar elde edebileceğimiz imtihan vesileleridir.

Nimeti vereni unutmamak ve verdiği nimetleri kullanma konusunda getirdiği ölçülere riayet etmek nimetle ilişkideki öncül şartlardandır.

Kur’an-ı Kerim dünya kavramında olduğu gibi nimet kavramında da bir tespitte bulunur. Hz. Süleyman ve Karun’a verilen nimetlerden bahsederken de olumsuz bir çağrışım söz konusu değildir. Fakat Karun’a “…Bununla şükretmen gerekmez miydi?” denilerek yerilenin onun sahip olduğu değil, nimetleri kullanım şekli olduğu görülür.

Allah’ü Teâlâ dünya nimetlerine sahip olma eğilimini yok etmez Onu düzene koymaya çalışır.

Asıl olan nimete karşı olan tavrımızdır. Önemli olan nimetin kazanımı, tüketimi ve onun bölüşümünün Allah’ü Teâlâ’nın rızası doğrultusunda olmasıdır.5

Vahiy bir ölçü kitabıdır. Hayatın düzenlenmesi konusunda sınırlar çizer. Nimetin kullanımındaki ölçüyü kaçırmak ilahi ikaza sebep olur:

“…Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz.” (Araf, 7/31)

“…(Münafıklar) sıcakta sefere çıkmayın dediler. De ki: Cehennemin ateşi daha sıcaktır.” (Tevbe, 9/81)

“Allah’ü Teâlâ’nın kereminden kendilerine verdiğine cimrilik edenler, onu kendileri için hayırlı sanmasınlar. Hayır, o, kendisi için şerlidir. Cimrilik ettikleri şeyler kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır.” (Âl-i İmran, 3/180)

Müminlerin nimete karşı tavrı, onu, ahiret mutluluğunu sağlayacak şekilde kullanmak olmalıdır. Mal, mülk, nüfus ve iktidar sahibi olmak için Allah’ü Teâlâ’nın nimetlerine karşı nankörlük yapan insan, Karun’un yaptığı gibi “Sahip olduğum bana bilgim sayesinde verildi!” diyorsa Allah’ü Teâlâ’ya karşı müstağnileşmiş, nefsini ilah edinmiş olur.

Kalem Suresinde anlatılan “Bahçe Sahipleri” kıssası da bu bağlamda önemli açılımlardan biridir. Mal ve mülke ulaşan insanın azgınlaşmasını, hiçbir yoksulu kendine yaklaştırmayacak kadar bencilleşip malın gerçek sahibini unutmasını anlatan bu kıssa, yaratıcısına karşı nankörleşen, hesap verme bilincinden uzak, hayatı yaşadığı andan itibaren zanneden dünyevileşmiş insan tipolojisini de örneklendirmektedir. Çünkü dünyevileşmenin temel karakteristiği dünyayı salt faydalanılan mekân olarak görmektir. Öte dünya, hesap verme düşüncesinden tamamen uzaktır.

Rabbimiz, hayata rasyonel bakan, her şeyi kâr-zarar hesabıyla değerlendiren, değer yargılarını ilahi olandan uzaklaştırıp değersizleştiren, dinî olanı sosyal, siyasal olanlardan çıkarıp vicdanlara hapseden bu anlayışın sapıklık içinde olduğunu söyler.

“Dünya hayatını ahirete tercih edenler, Allah’ü Teâlâ yolundan alıkoyanlar ve onun eğriliğini isteyenler var ya, işte onlar (haktan) uzak bir sapıklık içindedirler.” (İbrahim, 14/3)

Sadece kendi için yaşayan ‘nefsî insan’ da diyebileceğimiz dünyevileşmiş tip, kalıcı değer üretmediği gibi nefsinin tatmini söz konusuysa toplumsal birçok faydayı da tahrip etmekten geri durmaz. Hayata, olaylara hep kendi menfaati açısından değer biçer. O, kendince faydalanacağı bir şey için her türlü zahmet ve meşakkate katlanırken, değer adına en ufak bir fedakârlık yapmaz ve oralı olmaz bir tavır sergiler. Neticede bütün anlamıyla ahlakiliğini yitirmiş olan dünyacı tipin ‘ahlaki’ gibi duran davranışları dahi konjonktüreldir; çoğu kez ahlaksızlığını örtmek için o, ahlaklı gibi davranır. Bu anlamıyla seküler ahlak profesyonel bir yalan üzere kuruludur.6

 

Dünyanın Kerih Görülmesi

Ahiret hayatına yaklaşımda iki uç görüyoruz. Bunlardan biri dünya hayatının süsü ve cazibesine kapılıp öte dünyayı unutanlar, diğeri ise dünya kelimesinin aşağı hayat, basit, iğreti, adi gibi anlamlarından yola çıkarak dünyayı aşağılık görüp, küçümseyenlerdir. Özellikle tasavvufçular ile onlardan etkilenenler arasında tevekkül, takdir, zühd, tul-i emel, kanaat, keramet gibi kavramlara yüklenen yanlış anlamlar neticesinde toplumdan kopma, inzivaya çekilme gibi sonuçlar ortaya çıkmıştır. Böylece ibadet tekkeye, seccadeye ve tesbihe indirgenmiştir. İslam düşüncesi ile asla bağdaşmayan bu yaklaşım kilise ruhbaniyetinin taklidinden başka bir şey değildir.

Bu düşüncenin temel dayanaklarından olan ‘bir lokma bir hırka’ anlayışı tarım toplumunda uygulanabilirken bugün kapitalist sistemde kendine yer bulamamış, teorilerle pratiklerin örtüşmediği hastalıklı sonuçlar doğurmuştur. Bugün dinî cemaat ve bazı tarikatların holdingleşmesi, aynı zihniyete mensup insanların organize ettiği tesettür defileleri ise bu ikilemi göstermesi açısından önemlidir.

“De ki: Allah’ü Teâlâ’nın kulları için yarattığı güzelliği, rızkın iyisini, temizini yasaklayan kimdir? De ki: Bunlar dünya hayatında müminler için meşrudurlar, kıyamet gününde ise yalnızca onlara özgü olacaktır. Anlama yeteneği olan insanlar için bu mesajları biz işte böyle açık açık dile getiriyoruz.” (Araf, 7/32)

Ayetten de açıkça anlaşıldığı gibi Rabbimiz dünya hayatında yarattığı rızkın temiz ve helal olanından yararlanma konusunda bir yasak koymamıştır. Ahiretin önceliğini unutmamak kaydıyla insanın nimetlere sahip olma eğilimini yok etmemiş, onu ıslah etmiş, düzene koymaya çalışmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de ve hadiste fakirliğin övüldüğüne, helal kazancın engellendiğine dair bir bulguya da rastlanılmaz. Aksine Allah’ü Teâlâ Rasûlü Sallallahü Aleyhi Vesellem “Kuvvetli müminin zayıf müminden daha hayırlı olduğunu” ifade etmiştir.

Müslümanlar hem dünyayı hem de ahreti ciddiye alan, ibadetin yanı sıra ticaret de yapan abid ve tacir bir nebinin ümmetidir. İslam Peygamberi kendilerini yalnızca ibadete ve Allah’ü Teâlâ’ya adamaya karar veren, bu nedenle de işlerini ve eşlerini ihmal eden bir kısım sahabeyi uyarmış, hatta onları İslam’ın dışına çıkmakla tehdit etmiştir. Öte yandan ashap, ibadet esnasında cezbedici ticari metaları duyunca Cuma hutbesini irad etmekte olan Rasûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem’ı ayakta yalnız bıraktıkları için ikaz edilmişlerdir.

 

Dünya Hayatının Süslü Gösterimi

“Kadınlardan, çocuklardan, yığın yığın altın ve gümüşten, serbestçe dolaşan atlardan, hayvanlardan ve ekinlerden zevk almak insanlara güzel gösterildi. Bunlar, dünya hayatının güzellikleridir. Ancak asıl varılacak olan yer Allah’ü Teâlâ’nın yanındadır.” (Âl-i İmran, 3/14)

“Servet ve oğullar dünya hayatının süsüdür, ölümsüz olan iyi işler ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı hem de ümit bağlamaya daha layıktır.” (Kehf, 18/46)

Biraz kendini düşün, hayatı doya doya yaşa, yaşamın tadını çıkar, üç günlük dünyada derdi tasayı, gamı arkana at gibi sloganlarla hayatı sadece dünya hayatından ibaret kılan zihniyet dün cahiliyenin karanlıklarında kalırken bugün modern dünyanın kucağında yaşamını sürdürmeye çalışıyor.

Hz. Peygamber’in mesajının halka ulaşmasını engellemek amacıyla vahye kulak kabartan, hakikati bulma çabasındaki insanlara cariyelerini musallat eden dünün Nadir b. el-Harisleri bugün başka kılıklarda ama aynı amaca hizmet etmekteler.

İslam ümmetinin tarihsel süreç içinde vahiyle bağlarını yitirmesi sonucu tevhid ilkesinin ayrılmaz parçası olan iman ve amel bütünlüğü parçalandı. İtikat amelden koparıldı. İç ve dış amiller neticesinde vahiy kültüre ve geleneğe dönüştürülmeye çalışıldı. İmanın şartı ve İslam’ın şartı gibi ayrımlar neticesinde İslam’ın hayata müdahil olmasının önüne geçildi.

Oysa Mekke cahiliyesinde müşriklerin yanlış inanç ve anlayışlarına karşı vahyin “Kalk ve uyar, Rabbini tekbir et, kendini arındır.” (Müddessir, 74/2-5) ile sosyal, siyasal hayattaki kirlerden arındırılmasını istemesi peygamberin ve beraberindekilerin bu konudaki şahitlikleri bugün tekrar fıkhedilmesi gereken konulardır.

Bu noktada ilk dönem ayetler, bizler için ufuk açıcı olacaktır. Rabbimizin ayetleri karşısında inatçı kesilen ve Allah’ü Teâlâ’ya rağmen ölçü koyanları kınayıp korkutmak, Allah’ü Teâlâ’nın kendilerine hiçbir güç vermediği Lat, Menat, Uzza gibi putları, toplum vicdanının ürettiği diğer zanni ve heva eseri tabuları, yanlış şefaat anlayışlarını reddetmek, ölçüde hile yapanları, teraziyi doğru tartmayanları ve insanların haklarını gasp edenleri ikaz etmek, kız çocuklarının hayatına kasteden uygulamaları kınamak, yoksulun doyurulması için teşvikte bulunmayıp mal yığma tutkusuna kapılanları cehennemle korkutmak, kendini müstağni görenlere, hayrı engelleyenlere ve onların meclislerine (nadiye) boyun eğmemek gibi vurgular Allah’ü Teâlâ’dan başka ilah yok hükmünün yaşam içinde karşılığını oluşturan en güzel açıklamalarıdır.7

Allah’ü Teâlâ ayetlerde kuluna verdiği nimetlerden yüz çevirmesini istemez. İlahi mesaj ne kadını ne çocukları ne de dünyanın diğer güzelliklerini aşağılamış, terk edilmesini istemiştir. İnsanın bunlarla ilişkisini düzenleyip kendine verilenlerle sarhoş olmamasının, bunların bir imtihan için verildiğinin, Allah’ü Teâlâ’ya kulluktan engellememesi gerektiğinin altı çizilmiştir.

Süleyman Peygamber örneğinde olduğu gibi sahip olduğu güçlü iktidar, ona hesap vereceği büyük mahkemeyi unutturmamış, iktidarını tevhid ve adaletin tesisi için kullanmış ve Rabbinin övgüsüne mazhar olmuştur.

Ahiret bilinci yoksa mal, servet, nüfus, güç ve iktidar olunduğu bir dünyada sahip olunanların bir zulüm aracına dönüşebileceği unutulmamalıdır. Bu bağlamda oligarşik bir yönetimi ifade eden Firavun, Nemrut, Karun tipleri göz önünde bulundurulmalıdır.

Yeniden diriliş inancının unutulduğu, nihai hesaba hazırlıklı olma bilincinin yitirildiği bir dünyada bütün maddi donanımları elde etse de insanlar manevi destekten yoksun kalmaktadırlar. Alabildiğine bencilleştikleri için, huzursuzluklara çare olacak devalar ararken yaptıkları imdat çağrılarını da kimseye duyurmadan bir ömrü yok yere heba etmektedirler.8

Rabbimiz ahirete kesin iman etmiş bir kula şeytan ve dostlarının tesir edemeyeceğini bildirir.

“Hâlbuki İblis’in onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücü yoktu. (Biz onun insanları baştan çıkarmasına izin vermişsek bunu sırf) ahiretin varlığına gerçekten inananlarla onun hakkında şüpheye kapılanları ayırt etmek için yaptık. Rabbin her şeyi kontrolünde tutmaktadır.” (Sebe, 34/21)

 

Ahiret Saadeti Dünya Amelini Gerekli Kılar

“Elif, lam, mim. İnsanlar sadece iman ettik demekle imanlarında sınanmadan salıverileceklerini mi sanıyorlar? Çünkü biz daha önceki kuşakları da sınamıştık. Allah’ü Teâlâ imanlarında samimi olanları da yalancı olanları da ortaya çıkaracaktır. Yoksa kötülük yapanlar bizden kurtulacaklarını mı sanıyorlar? Ne saçma bir düşünceye sahipler!” (Ankebut, 29/1-4)

Rabbini tanıyan, bilen her kul iman etmenin sınanmaktan geçtiğini bilir. Allah’ü Teâlâ kullarına zahmetsiz, çabasız, imtihansız bir hayat vaadinde bulunmamıştır. Yeryüzünde Allah’ü Teâlâ adının anıldığı, ilahi ilkeler üzere inşa edilen bir dünya düzenini insanlara hedef olarak gösteren Rabbimiz eylemsiz imanın mümkün olmadığını söyler, çünkü dünya, varlığı gereği insanın kulluğunun sınandığı meşakkatli bir sınav alanıdır.

İlahi vahyin hayatın dışına itildiği Allah’ü Teâlâ’nın hayata müdahil olmadığı bir düzen şirk düzenidir. Hayat Allah’ü Teâlâ’dan,  dolayısıyla O’nun emir ve buyruklarından bağımsız düşünülemez. Vahyi öz, söz ve eylem gibi parçalara bölmeye çalışan böyle bir teşebbüsün neticesinde dünyevi amaç ve çıkarlara uygun yeni bir din icat edilmiş olacaktır.

Ankebut Suresinde de görüldüğü gibi iman ettik cümlesi tek başına değer ifade etmez. Allah’ü Teâlâ pek çok ayette de iman iddiasının salih amelle, sabırla, mücadeleyle gerçekleşeceğini, bunun zemininin de dünya olduğunu söyler.

İnsanın ahiretteki konumunu dünyada izlediği yol belirleyecektir. Dünyada hangi yolu tercih etti ise ahirette de onun uzantısını bulacaktır. Hakikate kulağını tıkayanlar, görmezden gelenler, ilahi çağrıya sırt çevirenler ahirette de aynı muameleyle karşılaşacaklardır.

“Ve bu (dünyada kalbi) kör olan, ahirette de kör olacaktır ve doğru yoldan daha da sapmış bulunacaktır.” (İsra, 17/72)

Kendi hevasından başkasına uymayan insanın salih amel işlemesi mümkün değildir. Salih amel Allah’ü Teâlâ’nın rızasına ve ölçüsüne uygun olan ameldir. Şekilden ibaret bir olgu değildir. Anlamını yitirmiş, fahşa ve münkerden alıkoymayan, toplumdaki fesadı giderme amacı gütmeyen sadece kişisel ya da görsel tatmin sağlayan ameller salih amel bağlamında değerlendirilemez. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim’in namaz kıldığı halde namazından gafil olanları uyarması, orucun salt yeme içmeden kesilme olmadığını söylemesi önemlidir. Hz. Nuh’un oğlunun gayrı salih bir amel olduğunun hatırlatılması salih amel kavramının geniş bir anlam alanına sahip olduğunu gösterir.

Allah’ü Teâlâ kitabında sadece salih amele çağrıda bulunmaz, salih amelin ne olduğunu da anlatır.

“Birr/gerçek erdemlilik ve dürüstlük yüzünü doğuya veya batıya çevirmeniz değildir. Ama gerçek erdem sahibi, Allah’ü Teâlâ’ya ve ahiret gününe, meleklere, vahye ve peygamberlerine inanan, servetini -kendisi için ne kadar kıymetli olsa da- akrabalara, yetimlere, ihtiyaç sahiplerine, yolculara, yardım isteyenlere ve insanları kölelikten kurtarmaya harcayan, namazında devamlı ve dikkatli olan arındırıcı mali yükümlülüğü ifa eden kişidir. Ve söz verdiklerinde sözlerini tutan, Allah’ü Teâlâ yolunda karşılaşılan felaket, sıkıntı ve zorluk anlarında direniş gösterenlerdir. İşte onlardır sadakatlerini gösterenler ve onlardır gerçekten takva sahipleri.” (Bakara, 2/177)

 

Dipnotlar:

1- Rağıb el-İsfahani, Müfredat, II, s. 441, Çıra Yayınları, İst. 2006; Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, s. 156, Beyan Yayınları, İst.

2- Bakara, 2/94; En’am, 6/32; Araf, 7/169; Yusuf, 12/109; Nahl, 16/30; Kasas, 28/77, 83; Ankebut, 29/69; Ahzab, 33/29.

3- Bakara, 2/62, 162, 177, 228, 232, 264; Âl-i İmran, 3/114 vd.

4- Doç. Dr. Mesut Okumuş, “Kur’an-ı Kerim’e Göre Dünya-Ahiret İlişkisi”, 8. Kur’an-ı Kerim Sempozyumu, Fecr Yayınları, Ankara.

5- Nurten Çakır, “Dünyevileşmek Ya da Dünya ve Ahiret Dengesini Bozmak”, Haksöz Dergisi, Şubat 2008

6- Ramazan Yazçiçek, Anonim Din Anlayışı ve Dinsel Çoğulculuk, s. 67, Ekin Yayınları, İstanbul 2008.

7- Toplu Çalışma, İslami Kimlik, İlkeler ve Hareket, s. 25, Ekin Yayınları, İstanbul, 1996.

8- Fevzi Zülaloğlu, “Ahireti Tercih Etmek Dünyayı Terk Etmeyi Gerektirir mi?”, Haksöz Dergisi, Nisan 2001, Sayı: 121.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Esmaül Hüsna (Arapça- Türkçe) دُعٰٓاءُ اَسْمٰٓاءُ الْحُسْنٰى

Şifa Salavâtı (Salavâtı Tıbbil Kulubi/Salâvatı Tıbbiye)

Güzel Ahlakla ilgili 40 Hadis