Kur’an-ı Kerim’de Dünya-Ahiret İlişkisi
Kur’an-ı Kerim’de Dünya-Ahiret İlişkisi
Nurcan Büyük
Belli bir yaş olgunluğuna ulaşan her insan kendini,
evreni ve ikisi arasındaki ilişkiyi anlamlandırmak için kendisine ve çevresine
çeşitli sorular sorar. Tüm bu soruların altında hakikati bilmek, doğru olana
ulaşmak isteği vardır.
Yeryüzünün kendi varlığı ve yapılışı, ayın ve
güneşin belli bir ölçü (kader) ile yaratılışı ve aralarına mesafe ve açılar
konulması, ışık ve sıcaklığın düzenli bulunuşu, çeşitli mevsimlerin geliş ve
gidişi, üzerinin çeşitli nimetlerle donatılması mükemmel bir plan ve kurallar
bütününü göstermektedir. Tüm bunların kendiliğinden olduğu ve hiçbir manasının
bulunmadığını söylemek mümkün değildir.
Kâinatın bu derece mükemmel işleyişi bu düzenin bir
tesadüf neticesi olmadığının delilidir.
“Göğü, yeri ve ikisinin arasındakileri boş yere
yaratmadık…” (Sad, 38/27)
Kâinatın başıboş yaratılmadığını, evrendeki tüm
yaratılmışların kendisinin çizdiği ölçüler içerisinde hareket halinde olduğunu
söyleyen Rabbimiz, yarattığı her şeye gerçek ölçü ve biçimini (hilkatini)
vermiş, sonra da ona yolu göstermiştir. (Taha, 20/50) Bu sebepledir ki kâinat
nizamında Allah’ü Teâlâ’nın kurallarına uymayan hiçbir canlı ve cansız varlık
bulunmaz. (İsra, 17/44)
“Bakmıyorlar mı ki develere nasıl yaratıldı? Göğe
nasıl yükseltildi? Dağlara nasıl dikildi? Yere, nasıl yayılıp, döşendi?”
(Ğaşiye, 88/17-20)
“Yeryüzünde kesin bir bilgi ile inanacak olanlar
için ayetler vardır, kendi nefislerinizde de. Yine de görmüyor musunuz?”
(Zariyat, 51/20-21)
İnsanın Sorumluluğu
İnsanı yaratan, ona hakikati bulmayı kolaylaştırıcı,
fiziksel ve sezgisel özellikleri bahşeden Rabbimiz, onu yeryüzünde başıboş
bırakmamış, kitap ve peygamberler göndermiş, hayat imtihanına tabi tutmuştur.
İnsana düşen ise kendine verilenlerle birlikte hakikati bilmek, yeryüzünde
tevhid ve adaleti tesis etmektir.
İnsanın iradi bir varlık olması onu diğer
canlılardan ayıran bir özelliktir. Allah’ü Teâlâ’nın verdiği sayısız nimetler
karşısında iradesiyle baş başa kalan insan ya Allah’ü Teâlâ’nın emirlerine
riayet edecek ya da kendi heva ve hevesine göre hareket edip Allah’ü Teâlâ’nın
emirlerine sırtını dönecektir.
Dünya hayatının sonlu olduğunu, her canlı için
ölümün kaçınılmaz olduğunu vurgulayan Rabbimiz, dünyanın da mutlaka sonunun
geleceğini bildirir.
“Nerede olursanız olun, isterseniz sarp ve sağlam
kalelerde olun, yine ölüm size ulaşır.” (Nisa, 4/78)
“Allah’ü Teâlâ eceli geldiğinde, asla hiç kimsenin
ölümünü ertelemez ve Allah’ü Teâlâ gerçekten de yaptıklarınızdan çok iyi
haberdar olandır.” (Münafikun, 63/11)
Hiç kimsenin kendisinden kaçamayacağı ölüm, Kur’an-ı
Kerim’de 165 yerde geçmektedir. Her canlı ölümü tadacağı gibi, dünyanın da
mutlaka bir gün sonu gelecek ve insan dünyadaki yapıp ettiklerinin hesabını
verecektir.
“De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, sizi
mutlaka bulacaktır. Sonunda gayb âlemini de bilen Allah’ü Teâlâ’ya
döndürüleceksiniz. O, size bütün yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cuma, 52/8)
Kur’an-ı Kerim’de Dünya ve Ahiret Hayatının Varlığı
ve Tanımı
“Dünya” kelimesi, bizzat ve hükmen yaklaşmak, zaman
ve yer açısından yakına gelmek, aşağı çekmek anlamına gelen “edna” fiil
kökünden türemiştir. Dünya sözü, daha yakın, daha uygun manasındaki edna
kipinin dişil (müennes) şeklidir.
Dünya kelimesinin denaet kökünden geldiğini
söyleyenler de olmuştur. Buna göre dünya, basit, iğreti, adi, alçaklık
anlamlarına gelir.1
Dünyanın bir oyun ve eğlence aracı, kısa ve geçici
olduğuna ilişkin ayetlerdeki uyarılar dünya kelimesinin sıfat olarak
kullanılışının değil de isim olarak kullanılışının neticesinde yanlış
anlaşılmasına yol açmıştır. Bu yanlış anlaşılmadan yola çıkarak mevcut
ayetlerin yaşadığımız dünyayı (yerküreyi) kötülediği, basit, aşağı gördüğü
sanılarak, insanları dünyadan vazgeçme, el etek çekme gibi anlayışlara sevk
etmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de geçen ayetlerdeki dünyanın
geçiciliği mevzusu ise sonsuz iyiliği ya da kötülüğü ifade eden ahiret
yaşamının kısa dünya hayatından elde edilenlerle kazanılacağı ve bu sebepten
insanın dünya hayatını boş ve anlamsız uğraşlarla değil ahiret mükâfatını
kazanacağı salih amellerle geçirmesinin istendiğine işarettir.
Dini bir terim olan “ahiret” kelimesi e-h-r kökünden
gelir. Ahir kelimesinin dişil şeklidir.
“Evvel” (ula) kelimesinin zıttı olarak “son”, sonra
anlamındadır. (Duha, 93/4)
Kur’an-ı Kerim’deki kullanma biçimlerine
bakıldığında “ahiret”in birçok ayette “dar” kelimesi ile yan yana geldiği ve
ahiret yurdu manasında “ed-daru’l-ahiret” şeklinde kullanıldığı görülür.2
Ahiret kelimesi yaklaşık 26 ayette “gün” manasına
gelen “yevm” kelimesi ile “yevmul ahir” şeklinde kullanılır.3
Ahiret kelimesi yaklaşık 114 ayette tek başına
kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim’in en temel kavramlarından biri olan ahiret bazı
sure ve ayetlerde farklı isimler ve terkipler halinde de karşımıza çıkar.
Örneğin; Kur’an-ı Kerim ahiret gününü karşılamak için “ed-daru’l ahiret” veya
“yevmul ahire”nin yanı sıra “yevmul kıyame” (kalkış günü), “yevmud din”
(karşılık/ceza günü), “yevmul ezife” (yaklaşan gün), “yevmut tenad” (nida
günü), “yevmul feth” (fetih günü), “yevmut teğabun” (aldanma günü, kâr-zarar
günü), “yevmul ba’s” (diriliş günü), “yevmul fasl” (ayrım günü), “yevmul hisab”
(hesap günü) gibi daha birçok ifade ve tabir kullanmıştır. Bunlara kıyamet,
karia, es-saat, zilzal, infitar, inşikak gibi kıyametle ilgili diğer kavramları
da ekleyebiliriz.4
Kur’an-ı Kerim’de dünya ve ahiret kavramları
yaklaşık 60 küsur ayette yan yana zikredilmiştir. Bu da her iki hayatın
birbirinden bağımsız olmadığı, birbirine bağlı olduğunu gösterir.
Kur’an-ı Kerim’deki kullanımından da anlaşılacağı
üzere dünya kelimesi yakın hayat, ahiret kelimesi ise sonra gelen hayat
anlamındadır. Burada anlaşıldığı gibi aralarında bir devamlılık ilişkisi
vardır. Ahiret inancı dünya hayatının devamı niteliğindedir. Ebedi olan ahiret
hayatına giden yol dünyadan geçer. Kur’an-ı Kerim’e göre ahiret dünyanın
gayesidir. Bir nevi dünya hayatında gerçekleştirdiğimiz amellerle ahiretimizi
imar ederiz. Kur’an-ı Kerim dünya sınavımızı kazanmak için hidayet kitabıdır.
Kur’an-ı Kerim vahiy ve fıtrattan yabancılaşan anlayış ve tutumları, vahyî
ölçülerle yeniden dönüştürme mücadelesini kavrayıp üstlendiğimiz oranda
mutluluğa erişeceğimizi bildirir. Bu doğrultuda amaçlanan iki dünya (dareyn)
saadetini kazanmaktır. Dünyada tevhid ve adaleti tanıklaştırmadan ve
yabancılaşma kirliliğinden arınıp yeniden vahye ve fıtrata hicret etmeden
dünyamızı kazanmak mümkün değildir. Yani ahireti kazanmanın yolu vahyî
ölçülerle dünyayı kazanmak ibadetinden geçmektedir.
Allah’ü Teâlâ’ya ibadet etmeyi sığlaştıran, hayırlı
kazanımlarda sevindiği halde sıkıntılı hallerde Allah’ü Teâlâ’nın ölçülerini
aşan kişilerin hüzünlü akıbetini Rabbimiz şöyle bildirmektedir: “O evvelini
(dünyayı) de sondakini (ahireti) de kaybetmiştir.” (Hacc, 22/11) Oysa “Ona
evvelinde de iyilik vermiştik, sondakinde de iyilerdendir.” (Nahl, 16/122)
hükmü ile Hz. İbrahim’in örnek hayatı ve şahitliği model olarak
gösterilmektedir.
“Her kim ahiret ekini (harsul ahire) isterse, ona
ekinini artırırız, her kim de dünya ekini isterse ona da ondan veririz. Ama
ahirette ona hiç nasip yoktur.” (Şura, 42/20)
Allah’ü Teâlâ insanın nefsindeki aceleye sahip olma
arzusunu bildiği için kulunu kalıcı olan, dünyada ekilen ancak ahirette
alınacağı, ahiret ekinini isteme noktasında uyarıyor.
Dünya hayatını isteme ahirete hazırlanma noktasında
Allah’ü Teâlâ dengeli bir yaklaşım ortaya koyar. İslam’ın eleştirdiği dünya
hayatı insanı Allah’ü Teâlâ’ya kulluktan uzaklaştıran yaşama anlayışıdır.
Nefsini ilah edinme, dünyalıklara hırsla sahip olma arzusu, ekini ve nesli
bozma, Allah’ü Teâlâ’nın insanlar için yarattıklarına karşı bencilce tutum
sergileyip serveti biriktirip yığmak, haksız kazanç sağlamak, hesap verme
bilinci olmaksızın yaşamak Allah’ü Teâlâ’nın istemediği yaşam anlayışının
tezahürleridir.
Rasûlullah Muhammed Sallallahü Aleyhi Vesellem de
dünya ve ahiret hayatına ilişkin dengeli yaklaşım konusunda en güzel örnekliği
ortaya koymuştur. Sürekli meşgul olduğu için kendisinin ve ailesinin
ihtiyaçlarını gözetmeyen sahabeyi eleştirdiği gibi mal ve dünyalıklara duyduğu
sevgi neticesinde Allah’ü Teâlâ’ya kulluk görevlerini ihmal edenleri de ikaz
etmiştir.
Ahirete iman, imanın olmazsa olmaz şartlarındandır.
Allah’ü Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de müminleri zikrederken Allah’ü Teâlâ’ya ve
ahiret gününe inandıklarını, müşrikleri tanımlarken onların ahirete
inanmadıklarını, münafıklardan bahsederken de inandıklarını söyledikleri halde
ahirete imandan uzak olduklarını zikreder.
Çünkü ahirete iman salt bir gayb bilgisinden Allah’ü
Teâlâ’ya imanın sahneleneceği dünya hayatının nasıl algılandığıyla doğru
orantılıdır.
“Onlar, Allah’ü Teâlâ’ya ve ahiret gününe inanırlar,
iyiliği emrederler, kötülükten men ederler, hayır işlerine koşuşurlar, işte
onlar iyilerdendir.” (Âl-i İmran, 2/114)
“Hakikati inkâr edenler, ‘Son saat bize gelip
çatmaz!’ dediler. De ki: Hayır! Kesinlikle yanılıyorsunuz! Gaybı bilen rabbime
yemin olsun ki o mutlaka gelip sizi bulacaktır.” (Sebe, 34/3)
“İnsanlardan kimi de vardır ki Allah’ü
Teâlâ’ya ve ahiret gününe inandık derler, oysa inanmamışlardır.” (Bakara, 2/8)
Ayetlerden de anlaşılacağı üzere ahirete iman
olmaksızın var olduğu söylenen iman gerçek iman değildir.
Mekki surelerde işlenen yoğun ahirete iman vurgusu
Araplardaki mevcut öldükten sonra dirilmeye ilişkin yanlış anlayış ve
tutumların düzeltilmesi, dünya hayatının amacının Allah’ü Teâlâ’ya koşulsuz
iman ve kulluk olduğu, böylece bünyedeki arızalı ölüm sonrası inancın
giderilmesi şeklinde anlaşılabilir. Fakat Müslüman toplumun kurulduğu, İslamî
kuralların bütün olarak uygulanma imkânı elde edilen Medine’de ahiretten söz
edilmesi sadece müşriklerdeki öldükten sonraki dirilişi inkâr eden
inanışlarının düzeltilmesini hedef almaz. Çünkü hitabın bir kısmının Allah’ü
Teâlâ’ya ve ahiret gününe iman edenlere yöneltildiği görülür. Çünkü iman
edilmiş bile olsa insanın zaaflı bir varlık olduğu, nefsin ve şeytanın insanın
ayartılması için sürekli vesvese vereceği unutulmamalıdır. Allah’ü Teâlâ dünya
hayatının cazibesinden bahsederken bu tehlikenin sadece inanmayanlar için değil
her insan için sürekli var oluşuna dikkat çeker.
Mekki surelerdeki bu vurgunun sebepleri arasında
kısmen Mekkeli müşriklerin ölüm sonrasına ilişkin inançlarının etkisi varsa da
sebeplerin bir bölümü de imanı tercih etmiş müminlerin ruhlarında bu inancı
sağlamlaştırmanın, onları zorlu, sıkıntılı günlere hazırlamanın gerekliliği de
yatıyordu. Çünkü bir mümin için ahiret ve dünyaya ilişkin net,tutarlı ve
kararlı bir akide oluşmamışsa orada istikametten ve istikrardan bahsetmek söz
konusu olamazdı.
Kur’an-ı Kerim ahirete imana davet edip bu imanı
test etmek için de dünyada yerine getirilmesi gereken sorumlulukları
hatırlatırken, bunu bir teklif olarak değil, emir ve zorunluluk olarak
sunmaktadır. Çünkü müminin imanı salt düşünsel bir onay değildir. Onun imanı,
gaybi hakikatlerle uyum içinde dünyada hak ve adaleti nefsinde ve çevresinde
hâkim kılma mücadelesini üstlenerek, yakini imanı doğrultusunda vahyî
bildirimleri yaşamlaştırma kararlılığıdır. Ahiret inancı, kişiyi dünyada kendi
kimliğini vahiyle inşa etmeye, vahyî ahlakı kuşanmaya, diğer mümin ve müminelerle
istişari temelde bir Kur’an-ı Kerim nüvesi veya toplumu oluşturabilme ödevine
ve itikadi alandan amelî alana kadar her türlü zulme, şirke, cahiliyeye karşı
mücadele keyfiyetine sevk eder.
“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz.
İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarsınız ve Allah’ü Teâlâ’ya inanırsınız.”
(Âl-i İmran, 2/110)
“Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık ki insanlara
karşı şahitler olasınız. Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun.” (Bakara,
2/143)
Şüphesiz mümince yaşamak ve insanlara karşı
şahitlerden olmak için zorlu bir hayat yolu vardır. Bu yolun yürünmesi yeryüzü
sınırlarını aşıp ebedi mükâfata ulaşacak aşkın bir ruhun varlığını gerektirir.
Ancak bu aşkın olma hali dünyadan ve Allah’ü Teâlâ’nın verdiği nimetlerden
geçme şeklinde anlaşılabilecek bir hal değildir.
Ümmet olma sorumluluğu yüklenmek müminlerin şeytan
ve dostlarının heva ve heveslerinin isteklerine teslim olmadan fedakârlıklarını
çoğaltıp sırat-ı müstakim üzere yürümeleri için gerekli olan bir haldir. Bu
bağlamda dünya ve ahiret algısı insanın ya sadece yok eden, yığan, yağmalayan,
engelleyen, haris, acilci, bencil tarafını ortaya çıkaracak ya da tüm bu
kirlerden (rics) arınıp onu eşref-i mahlûkat olma haline yükseltecektir.
“ …(Münafıklar) sıcakta sefere çıkmayın dediler. De
ki: Cehennem ateşi daha sıcaktır.” (Tevbe, 9/81)
Ahiret inancı sürekli bir diriliştir. Öldükten sonra
dirileceğini, iyiliklerinin ve kötülüklerinin karşılığını alacağını bilen bir
kimse devamlı hareket halinde olur, kendini yeniler, eksiklerini tamamlar,
dünyaya dalmakla, günaha batmakla değersiz, şeylerin peşinde koşmakla öldürdüğü
benliğini her gün yeniden diriltir, kalbini sonsuzluk sevdası ile meşgul eder.
Ahiret hayatı ölümden sonra diriliş, yani “ba’su badel mevt”tir. İlginç olan
bir nokta da Allah’ü Teâlâ’nın insanlara peygamber gönderme olayına da “ba’s”
denilmesidir.
Diriliş ancak ilahi mesajı dinlemekle, kavramakla ve
kavradığı doğruları yaşamlaştırmakla olur. Böyle bir dirilişi yaşayanlar,
şaşkınlık (dal) halinden kurtulurlar, batıl ve sapıklığın uykusunu ve ölümcül
kötülüğünü bir tarafa atanlar; vahyî ölçülerle böyle bir bilinç intifadası
yaşayan müminlerin ölümden sonraki dirilişte de yüzleri ak (Âl-i İmran, 3/106,
Ğaşiye, 88/1-8), tartıları ağır (Karia, 101/6) olur, nimetlere ve güzelliklere,
yani kurtuluşa kavuşanlardan olurlar.
İnsanın Dünya Nimetleri İle Sınanması
“…Size aklınıza gelen her türlü nimeti bahşeden,
çocuklar ve sürü sürü hayvanlar veren, bahçeler ve pınarlar bahşeden Allah’ü
Teâlâ’ya kullukta samimi olun. Çünkü ben sizlerin o zorlu günün azabına
uğramanızdan korkuyorum.” (Şuara, 26/132-135)
Kur’an-ı Kerim’deki kullanımıyla nimet Allah’ü
Teâlâ’nın insanlara bahşettiği her şeydir. İnsanın yeryüzünde sahip olduğu
varlıklar, imkânlar, yetenekler Rabbinin ona verdiği nimetlerdir. Nimet
kelimesi yalnızca insan için kullanılır. (Diğer canlı-cansız varlıkların
hayatlarını sürdürebilmelerini sağlayan şeylere ise rızık denir.) Çünkü nimette
tat alma, sahip olunan şeyden mutluluk duyma hali vardır. Malın, evlatların,
eşin vs. nimet olarak adlandırılması sahip olunmasından ziyade bunlardan alınan
tatla (tutku) alakalıdır. Dünya hayatının süslü oluşu ve insanın bu süse sahip
olmadaki arzusu bu bağlamda ele alınabilir.
Allah’ü Teâlâ’nın kullarına verdiği nimetler iyi ya
da kötü sonuçlar elde edebileceğimiz imtihan vesileleridir.
Nimeti vereni unutmamak ve verdiği nimetleri
kullanma konusunda getirdiği ölçülere riayet etmek nimetle ilişkideki öncül
şartlardandır.
Kur’an-ı Kerim dünya kavramında olduğu gibi nimet
kavramında da bir tespitte bulunur. Hz. Süleyman ve Karun’a verilen nimetlerden
bahsederken de olumsuz bir çağrışım söz konusu değildir. Fakat Karun’a
“…Bununla şükretmen gerekmez miydi?” denilerek yerilenin onun sahip olduğu
değil, nimetleri kullanım şekli olduğu görülür.
Allah’ü Teâlâ dünya nimetlerine sahip olma eğilimini
yok etmez Onu düzene koymaya çalışır.
Asıl olan nimete karşı olan tavrımızdır. Önemli olan
nimetin kazanımı, tüketimi ve onun bölüşümünün Allah’ü Teâlâ’nın rızası
doğrultusunda olmasıdır.5
Vahiy bir ölçü kitabıdır. Hayatın düzenlenmesi
konusunda sınırlar çizer. Nimetin kullanımındaki ölçüyü kaçırmak ilahi ikaza
sebep olur:
“…Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz.” (Araf, 7/31)
“…(Münafıklar) sıcakta sefere çıkmayın dediler. De
ki: Cehennemin ateşi daha sıcaktır.” (Tevbe, 9/81)
“Allah’ü Teâlâ’nın kereminden kendilerine verdiğine
cimrilik edenler, onu kendileri için hayırlı sanmasınlar. Hayır, o, kendisi
için şerlidir. Cimrilik ettikleri şeyler kıyamet günü boyunlarına
dolanacaktır.” (Âl-i İmran, 3/180)
Müminlerin nimete karşı tavrı, onu, ahiret
mutluluğunu sağlayacak şekilde kullanmak olmalıdır. Mal, mülk, nüfus ve iktidar
sahibi olmak için Allah’ü Teâlâ’nın nimetlerine karşı nankörlük yapan insan,
Karun’un yaptığı gibi “Sahip olduğum bana bilgim sayesinde verildi!” diyorsa
Allah’ü Teâlâ’ya karşı müstağnileşmiş, nefsini ilah edinmiş olur.
Kalem Suresinde anlatılan “Bahçe Sahipleri” kıssası
da bu bağlamda önemli açılımlardan biridir. Mal ve mülke ulaşan insanın
azgınlaşmasını, hiçbir yoksulu kendine yaklaştırmayacak kadar bencilleşip malın
gerçek sahibini unutmasını anlatan bu kıssa, yaratıcısına karşı nankörleşen,
hesap verme bilincinden uzak, hayatı yaşadığı andan itibaren zanneden
dünyevileşmiş insan tipolojisini de örneklendirmektedir. Çünkü dünyevileşmenin
temel karakteristiği dünyayı salt faydalanılan mekân olarak görmektir. Öte
dünya, hesap verme düşüncesinden tamamen uzaktır.
Rabbimiz, hayata rasyonel bakan, her şeyi kâr-zarar
hesabıyla değerlendiren, değer yargılarını ilahi olandan uzaklaştırıp
değersizleştiren, dinî olanı sosyal, siyasal olanlardan çıkarıp vicdanlara
hapseden bu anlayışın sapıklık içinde olduğunu söyler.
“Dünya hayatını ahirete tercih edenler, Allah’ü
Teâlâ yolundan alıkoyanlar ve onun eğriliğini isteyenler var ya, işte onlar
(haktan) uzak bir sapıklık içindedirler.” (İbrahim, 14/3)
Sadece kendi için yaşayan ‘nefsî insan’ da
diyebileceğimiz dünyevileşmiş tip, kalıcı değer üretmediği gibi nefsinin
tatmini söz konusuysa toplumsal birçok faydayı da tahrip etmekten geri durmaz.
Hayata, olaylara hep kendi menfaati açısından değer biçer. O, kendince
faydalanacağı bir şey için her türlü zahmet ve meşakkate katlanırken, değer
adına en ufak bir fedakârlık yapmaz ve oralı olmaz bir tavır sergiler. Neticede
bütün anlamıyla ahlakiliğini yitirmiş olan dünyacı tipin ‘ahlaki’ gibi duran
davranışları dahi konjonktüreldir; çoğu kez ahlaksızlığını örtmek için o,
ahlaklı gibi davranır. Bu anlamıyla seküler ahlak profesyonel bir yalan üzere
kuruludur.6
Dünyanın Kerih Görülmesi
Ahiret hayatına yaklaşımda iki uç görüyoruz.
Bunlardan biri dünya hayatının süsü ve cazibesine kapılıp öte dünyayı
unutanlar, diğeri ise dünya kelimesinin aşağı hayat, basit, iğreti, adi gibi
anlamlarından yola çıkarak dünyayı aşağılık görüp, küçümseyenlerdir. Özellikle
tasavvufçular ile onlardan etkilenenler arasında tevekkül, takdir, zühd, tul-i
emel, kanaat, keramet gibi kavramlara yüklenen yanlış anlamlar neticesinde
toplumdan kopma, inzivaya çekilme gibi sonuçlar ortaya çıkmıştır. Böylece
ibadet tekkeye, seccadeye ve tesbihe indirgenmiştir. İslam düşüncesi ile asla
bağdaşmayan bu yaklaşım kilise ruhbaniyetinin taklidinden başka bir şey
değildir.
Bu düşüncenin temel dayanaklarından olan ‘bir lokma
bir hırka’ anlayışı tarım toplumunda uygulanabilirken bugün kapitalist sistemde
kendine yer bulamamış, teorilerle pratiklerin örtüşmediği hastalıklı sonuçlar
doğurmuştur. Bugün dinî cemaat ve bazı tarikatların holdingleşmesi, aynı
zihniyete mensup insanların organize ettiği tesettür defileleri ise bu ikilemi
göstermesi açısından önemlidir.
“De ki: Allah’ü Teâlâ’nın kulları için yarattığı
güzelliği, rızkın iyisini, temizini yasaklayan kimdir? De ki: Bunlar dünya
hayatında müminler için meşrudurlar, kıyamet gününde ise yalnızca onlara özgü
olacaktır. Anlama yeteneği olan insanlar için bu mesajları biz işte böyle açık
açık dile getiriyoruz.” (Araf, 7/32)
Ayetten de açıkça anlaşıldığı gibi Rabbimiz dünya
hayatında yarattığı rızkın temiz ve helal olanından yararlanma konusunda bir
yasak koymamıştır. Ahiretin önceliğini unutmamak kaydıyla insanın nimetlere
sahip olma eğilimini yok etmemiş, onu ıslah etmiş, düzene koymaya çalışmıştır.
Kur’an-ı Kerim’de ve hadiste fakirliğin övüldüğüne,
helal kazancın engellendiğine dair bir bulguya da rastlanılmaz. Aksine Allah’ü
Teâlâ Rasûlü Sallallahü Aleyhi Vesellem “Kuvvetli müminin zayıf müminden
daha hayırlı olduğunu” ifade etmiştir.
Müslümanlar hem dünyayı hem de ahreti ciddiye alan,
ibadetin yanı sıra ticaret de yapan abid ve tacir bir nebinin ümmetidir. İslam
Peygamberi kendilerini yalnızca ibadete ve Allah’ü Teâlâ’ya adamaya karar
veren, bu nedenle de işlerini ve eşlerini ihmal eden bir kısım sahabeyi
uyarmış, hatta onları İslam’ın dışına çıkmakla tehdit etmiştir. Öte yandan
ashap, ibadet esnasında cezbedici ticari metaları duyunca Cuma hutbesini irad
etmekte olan Rasûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem’ı ayakta yalnız bıraktıkları
için ikaz edilmişlerdir.
Dünya Hayatının Süslü Gösterimi
“Kadınlardan, çocuklardan, yığın yığın altın ve
gümüşten, serbestçe dolaşan atlardan, hayvanlardan ve ekinlerden zevk almak
insanlara güzel gösterildi. Bunlar, dünya hayatının güzellikleridir. Ancak asıl
varılacak olan yer Allah’ü Teâlâ’nın yanındadır.” (Âl-i İmran, 3/14)
“Servet ve oğullar dünya hayatının süsüdür, ölümsüz
olan iyi işler ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı hem de ümit
bağlamaya daha layıktır.” (Kehf, 18/46)
Biraz kendini düşün, hayatı doya doya yaşa, yaşamın
tadını çıkar, üç günlük dünyada derdi tasayı, gamı arkana at gibi sloganlarla
hayatı sadece dünya hayatından ibaret kılan zihniyet dün cahiliyenin
karanlıklarında kalırken bugün modern dünyanın kucağında yaşamını sürdürmeye
çalışıyor.
Hz. Peygamber’in mesajının halka ulaşmasını
engellemek amacıyla vahye kulak kabartan, hakikati bulma çabasındaki insanlara
cariyelerini musallat eden dünün Nadir b. el-Harisleri bugün başka kılıklarda
ama aynı amaca hizmet etmekteler.
İslam ümmetinin tarihsel süreç içinde vahiyle
bağlarını yitirmesi sonucu tevhid ilkesinin ayrılmaz parçası olan iman ve amel
bütünlüğü parçalandı. İtikat amelden koparıldı. İç ve dış amiller neticesinde
vahiy kültüre ve geleneğe dönüştürülmeye çalışıldı. İmanın şartı ve İslam’ın
şartı gibi ayrımlar neticesinde İslam’ın hayata müdahil olmasının önüne geçildi.
Oysa Mekke cahiliyesinde müşriklerin yanlış inanç ve
anlayışlarına karşı vahyin “Kalk ve uyar, Rabbini tekbir et, kendini arındır.”
(Müddessir, 74/2-5) ile sosyal, siyasal hayattaki kirlerden arındırılmasını
istemesi peygamberin ve beraberindekilerin bu konudaki şahitlikleri bugün
tekrar fıkhedilmesi gereken konulardır.
Bu noktada ilk dönem ayetler, bizler için ufuk açıcı
olacaktır. Rabbimizin ayetleri karşısında inatçı kesilen ve Allah’ü Teâlâ’ya
rağmen ölçü koyanları kınayıp korkutmak, Allah’ü Teâlâ’nın kendilerine hiçbir
güç vermediği Lat, Menat, Uzza gibi putları, toplum vicdanının ürettiği diğer
zanni ve heva eseri tabuları, yanlış şefaat anlayışlarını reddetmek, ölçüde
hile yapanları, teraziyi doğru tartmayanları ve insanların haklarını gasp
edenleri ikaz etmek, kız çocuklarının hayatına kasteden uygulamaları kınamak,
yoksulun doyurulması için teşvikte bulunmayıp mal yığma tutkusuna kapılanları
cehennemle korkutmak, kendini müstağni görenlere, hayrı engelleyenlere ve
onların meclislerine (nadiye) boyun eğmemek gibi vurgular Allah’ü Teâlâ’dan
başka ilah yok hükmünün yaşam içinde karşılığını oluşturan en güzel
açıklamalarıdır.7
Allah’ü Teâlâ ayetlerde kuluna verdiği nimetlerden
yüz çevirmesini istemez. İlahi mesaj ne kadını ne çocukları ne de dünyanın
diğer güzelliklerini aşağılamış, terk edilmesini istemiştir. İnsanın bunlarla
ilişkisini düzenleyip kendine verilenlerle sarhoş olmamasının, bunların bir
imtihan için verildiğinin, Allah’ü Teâlâ’ya kulluktan engellememesi
gerektiğinin altı çizilmiştir.
Süleyman Peygamber örneğinde olduğu gibi sahip
olduğu güçlü iktidar, ona hesap vereceği büyük mahkemeyi unutturmamış,
iktidarını tevhid ve adaletin tesisi için kullanmış ve Rabbinin övgüsüne mazhar
olmuştur.
Ahiret bilinci yoksa mal, servet, nüfus, güç ve
iktidar olunduğu bir dünyada sahip olunanların bir zulüm aracına dönüşebileceği
unutulmamalıdır. Bu bağlamda oligarşik bir yönetimi ifade eden Firavun, Nemrut,
Karun tipleri göz önünde bulundurulmalıdır.
Yeniden diriliş inancının unutulduğu, nihai hesaba
hazırlıklı olma bilincinin yitirildiği bir dünyada bütün maddi donanımları elde
etse de insanlar manevi destekten yoksun kalmaktadırlar. Alabildiğine
bencilleştikleri için, huzursuzluklara çare olacak devalar ararken yaptıkları
imdat çağrılarını da kimseye duyurmadan bir ömrü yok yere heba etmektedirler.8
Rabbimiz ahirete kesin iman etmiş bir kula şeytan ve
dostlarının tesir edemeyeceğini bildirir.
“Hâlbuki İblis’in onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı
gücü yoktu. (Biz onun insanları baştan çıkarmasına izin vermişsek bunu sırf)
ahiretin varlığına gerçekten inananlarla onun hakkında şüpheye kapılanları
ayırt etmek için yaptık. Rabbin her şeyi kontrolünde tutmaktadır.” (Sebe, 34/21)
Ahiret Saadeti Dünya Amelini Gerekli Kılar
“Elif, lam, mim. İnsanlar sadece iman ettik demekle
imanlarında sınanmadan salıverileceklerini mi sanıyorlar? Çünkü biz daha önceki
kuşakları da sınamıştık. Allah’ü Teâlâ imanlarında samimi olanları da yalancı
olanları da ortaya çıkaracaktır. Yoksa kötülük yapanlar bizden kurtulacaklarını
mı sanıyorlar? Ne saçma bir düşünceye sahipler!” (Ankebut, 29/1-4)
Rabbini tanıyan, bilen her kul iman etmenin
sınanmaktan geçtiğini bilir. Allah’ü Teâlâ kullarına zahmetsiz, çabasız,
imtihansız bir hayat vaadinde bulunmamıştır. Yeryüzünde Allah’ü Teâlâ adının
anıldığı, ilahi ilkeler üzere inşa edilen bir dünya düzenini insanlara hedef
olarak gösteren Rabbimiz eylemsiz imanın mümkün olmadığını söyler, çünkü dünya,
varlığı gereği insanın kulluğunun sınandığı meşakkatli bir sınav alanıdır.
İlahi vahyin hayatın dışına itildiği Allah’ü
Teâlâ’nın hayata müdahil olmadığı bir düzen şirk düzenidir. Hayat Allah’ü
Teâlâ’dan, dolayısıyla O’nun emir ve buyruklarından bağımsız
düşünülemez. Vahyi öz, söz ve eylem gibi parçalara bölmeye çalışan böyle bir
teşebbüsün neticesinde dünyevi amaç ve çıkarlara uygun yeni bir din icat
edilmiş olacaktır.
Ankebut Suresinde de görüldüğü gibi iman ettik
cümlesi tek başına değer ifade etmez. Allah’ü Teâlâ pek çok ayette de iman
iddiasının salih amelle, sabırla, mücadeleyle gerçekleşeceğini, bunun zemininin
de dünya olduğunu söyler.
İnsanın ahiretteki konumunu dünyada izlediği yol
belirleyecektir. Dünyada hangi yolu tercih etti ise ahirette de onun uzantısını
bulacaktır. Hakikate kulağını tıkayanlar, görmezden gelenler, ilahi çağrıya
sırt çevirenler ahirette de aynı muameleyle karşılaşacaklardır.
“Ve bu (dünyada kalbi) kör olan, ahirette de kör
olacaktır ve doğru yoldan daha da sapmış bulunacaktır.” (İsra, 17/72)
Kendi hevasından başkasına uymayan insanın salih
amel işlemesi mümkün değildir. Salih amel Allah’ü Teâlâ’nın rızasına ve
ölçüsüne uygun olan ameldir. Şekilden ibaret bir olgu değildir. Anlamını
yitirmiş, fahşa ve münkerden alıkoymayan, toplumdaki fesadı giderme amacı
gütmeyen sadece kişisel ya da görsel tatmin sağlayan ameller salih amel
bağlamında değerlendirilemez. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim’in namaz kıldığı halde
namazından gafil olanları uyarması, orucun salt yeme içmeden kesilme olmadığını
söylemesi önemlidir. Hz. Nuh’un oğlunun gayrı salih bir amel olduğunun
hatırlatılması salih amel kavramının geniş bir anlam alanına sahip olduğunu
gösterir.
Allah’ü Teâlâ kitabında sadece salih amele çağrıda
bulunmaz, salih amelin ne olduğunu da anlatır.
“Birr/gerçek erdemlilik ve dürüstlük yüzünü doğuya
veya batıya çevirmeniz değildir. Ama gerçek erdem sahibi, Allah’ü Teâlâ’ya ve
ahiret gününe, meleklere, vahye ve peygamberlerine inanan, servetini -kendisi
için ne kadar kıymetli olsa da- akrabalara, yetimlere, ihtiyaç sahiplerine,
yolculara, yardım isteyenlere ve insanları kölelikten kurtarmaya harcayan,
namazında devamlı ve dikkatli olan arındırıcı mali yükümlülüğü ifa eden
kişidir. Ve söz verdiklerinde sözlerini tutan, Allah’ü Teâlâ yolunda karşılaşılan
felaket, sıkıntı ve zorluk anlarında direniş gösterenlerdir. İşte onlardır
sadakatlerini gösterenler ve onlardır gerçekten takva sahipleri.” (Bakara,
2/177)
Dipnotlar:
1- Rağıb el-İsfahani, Müfredat, II, s. 441, Çıra
Yayınları, İst. 2006; Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, s. 156, Beyan
Yayınları, İst.
2- Bakara, 2/94; En’am, 6/32; Araf, 7/169; Yusuf,
12/109; Nahl, 16/30; Kasas, 28/77, 83; Ankebut, 29/69; Ahzab, 33/29.
3- Bakara, 2/62, 162, 177, 228, 232, 264; Âl-i
İmran, 3/114 vd.
4- Doç. Dr. Mesut Okumuş, “Kur’an-ı Kerim’e Göre
Dünya-Ahiret İlişkisi”, 8. Kur’an-ı Kerim Sempozyumu, Fecr Yayınları, Ankara.
5- Nurten Çakır, “Dünyevileşmek Ya da Dünya ve
Ahiret Dengesini Bozmak”, Haksöz Dergisi, Şubat 2008
6- Ramazan Yazçiçek, Anonim Din Anlayışı ve Dinsel
Çoğulculuk, s. 67, Ekin Yayınları, İstanbul 2008.
7- Toplu Çalışma, İslami Kimlik, İlkeler ve Hareket,
s. 25, Ekin Yayınları, İstanbul, 1996.
8- Fevzi Zülaloğlu, “Ahireti Tercih Etmek Dünyayı
Terk Etmeyi Gerektirir mi?”, Haksöz Dergisi, Nisan 2001, Sayı: 121.
Yorumlar
Yorum Gönder