Ashâb-ı Kirâm’dan Sonraki Muhabbet Çağlayanı

Ashâb-ı Kirâm’dan Sonraki Muhabbet Çağlayanı

 

Âlemleri kuşatan bir rahmet olan Hazret-i Peygamber Sallâllâhu Aleyhi Vesellem’in bu aşk ve muhabbet kâfilesi, sahâbeden sonra da aynı tazelik ve coşkunluk pınarı hâlinde vuslat deryâsına doğru akmaya devam etmiştir. Çünkü dünya ve âhiretin saâdet ve selâmeti, O’na muhabbet sermâyesiyle mümkündür.

Allâh Rasûlü Sallâllâhu Aleyhi Vesellem, âşıklarının kıyâmete kadar devâm edeceğini hadîs-i şerîflerinde şöyle beyân buyuruyorlar:

“– Ümmetim içinde beni en çok sevenlerin bir kısmı benden sonra gelenler arasından çıkacaktır. Onlar beni görebilmek için mallarını ve âilelerini fedâ etmeye can atarlar.” (Müslim, Cennet 12; Hâkim, IV, 95/6991)

Rabbimiz biz âcizleri, bu hadîs-i şerîfin muhtevâsına dâhil eylesin! Âmîn!

Peygamber âşıklarında, Allâh Rasûlü’nün muhabbetinin bütün fânî ıztırapları aştığını gösteren şu misâl pek ibretlidir:

Abdullâh bin Mübârek anlatıyor:

“– İmam Mâlik’in yanındaydım. Bize Allâh Rasûlü’nün hadîs-i şerîflerinden naklediyordu. Bu esnâda ıztırap içinde olduğu yüzünden okunuyordu. Rengi değişiyor, sararıyor ancak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadîs-i şeriflerini bırakmıyordu. Ders bitip de insanlar dağıldıklarında ona dedim ki:

“– Ey Ebû Abdullâh! Bugün sende bir gariplik gördüm?”

O da:

“– Evet, ders esnâsında bir akrep gelip beni defâlarca ısırdı, hepsine de sabrettim. Buna ancak Rasûlullâh’a olan tâzim ve hürmetimden dolayı dayandım.” dedi.”48

İmâm Mâlik Hazretleri, Rasûlullâh’ın bastığı toprağa hürmeten, Medîne-i Münevvere’de hayvan üstüne binmedi. Ayakkabı giymedi. Kendisine hadîs-i şerîften suâl soracak bir misâfir geldiği vakit, abdest alır, sarık sarar, güzel koku sürünür, yüksek bir yere oturur, ondan sonra kabûl ederdi. Kendini Allâh Rasûlü’nün rûhâniyetlerine hazırlar, O’nun mübârek kelâmını nakledeceği için edebe son derece îtinâ gösterirdi. Ravza’da imâm iken hep kısık sesle konuşurdu. Devrin halîfesi Ebû Câfer Mansûr, yüksek sesle konuşunca:

“– Yâ Halîfe! Bu mekânda sesini kıs! Allâh Teâlâ’nın, Peygamber Efendimiz’in huzûrunda yüksek sesle konuşulmaması husûsundaki ihtârı, senden çok daha fazîletli olan ashâb-ı kirâm hakkında vârid oldu!” buyurdu.

Yine İmâm Mâlik Hazretleri, kendisine zulmeden Medîne vâlîsine hakkını helâl etmiş:

“– Rasûlullâh’ın torunu olan bir zâta mahşerde dâvâcı olmaktan hayâ ederim!” buyurmuştur.

Allâh Rasûlü’ne aşk ile bağlı ümmetinin büyüklerinden Seyyid Ahmed Yesevî Hazretleri, 63 yaşında vefât eden Rasûlullâh’a duyduğu engin aşk ve muhabbet sebebiyle bu yaştan sonraki ömründe yeryüzünde dolaşmaya vedâ etmiş, vefât edinceye kadar on yıl, mezar gibi bir yerde irşâd hayatına devâm etmiştir.

Büyük hadîs âlimi ve müctehid İmâm Nevevî Hazretleri de, O Varlık Nûru’nun nasıl karpuz yediğini bilmediği için ömrü boyunca karpuz yememiştir. Hayatının bütün safhalarını kuşatan peygambere bağlılık şuuruyla, bir karpuzu yerken bile O’nun tarzının dışında hareket etmek ihtimâlinden uzak durmuştur.

Cihan imparatoru Yavuz Sultan Selîm Han ise, kendisini Rasûlullâh’ın hakîkatine eriştirecek bir velîyi dünyadaki bütün ölçülerin üzerinde görüp:

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgâ imiş;

Bir velîye bende olmak cümleden a’lâ imiş!

diyerek, Allâh ve Rasûlü’nün dostlarına yaklaşabilmenin önem ve hasretini dile getirmiştir.

Eskiden mühürlere bir vecîze ve beyit hak ettirmek âdetti. Bezm-i âlem

Vâlide Sultân, Cenâb-ı Hakk’ın, bu âlemi Nûr-i Muhammedî’ye muhabbeti hürmetine halk ettiğini ifâde etmek üzere mührüne:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,

Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?

Zuhûrundan Bezm-i âlem oldu vâsıl…

mısrâlarını hak ettirmiştir.

Fuzûlî ise, meşhûr Su Kasîdesi’nde bu yanışı şöyle ifâde eder:

Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlâre su

Kim bu denlû dûtuşan odlâre kılmaz çâre su

“– Ey göz Allâh’ın yüce Rasûlü’nün muhabbetiyle gönlümde tutuşup alevlenmiş ateşlere gözyaşından su dökme! Çünkü bu son derece aşk harâretiyle tutuşmuş olan ateşlere su dökmek çâre değildir. Bu aşk ateşi sönmez!”

Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem

Yâ muhît olmuş gözümden günbed-i devvâre su

“– Fakat yine de gözlerim O’nun aşkından, o kadar ağlamakta ki, şu dönen gök kubbe baştanbaşa su renginde midir; yoksa gözümden dökülen sular mı, bütün gök kubbeyi kuşatmıştır?.. Bilemiyorum; şaşkın bir hâldeyim.”

Suya virsün bağbân gül-zârı zahmet çekmesün

Bir gül açılmaz yüzün tek virse bin gül-zâre su

“– Bahçıvan gül bahçesini sulamak için boş yere zahmet çekmesin! Zîrâ, bin tane gül bahçesi sulasa, Yâ Rasûlallâh, yine de Sen’in yüzün gibi bir gül hiçbir zaman açılmaz!”

Dest-bûsı ârzûsuyla ölürsem dûstlar

Kûze eylen toprağum sunun anunla yâre su

“– Ey dostlar! Şâyet ben Hazret-i Peygamber’in elini öpme arzusuyla ölürsem, toprağımdan bir testi yapın ve onunla O yüce sevgiliye su ikrâm edin!. Belki böylece O’nun elini öpmek ve şefâatine vâsıl olmak nasîb olur.”

Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdir muttasıl

Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su

 

“– O Rahmet Peygamberi’nin ayağının değdiği, gezip dolaştığı, mübârek toprağına ulaşayım diye, sular, hiç durmadan ömürler boyu başlarını taştan taşa vurarak âvâre ve meclûb bir şekilde akmaktadır.”

Süleyman Çelebi de:

“– Bir acep nûr kim güneş pervânesi!” diyerek, güneşin dahî O’nun etrâfında pervâne olduğunu ifâde eder.

Sultân I. Ahmed Han Hazretleri,

Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın kadem-i şerîflerini kavuğunun üstüne resmettirerek, tedâîsinden feyz almaya çalışmış ve:

N’ola tâcum gibi başumda götürsem dâim,

Kadem-i pâkini49 ol Hazret-i Şâh-ı rusülün…

Gül-i gülzâr-ı nübüvvet50 O kadem sahibidür,

Ahmedâ durma yüzün sür kademine ol gülün!

mısrâlarını yazmıştır.

Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri de bu muhabbeti şöyle dile getirir:

Kudûmun51 rahmet ü zevk-u safâdır yâ Rasûlallâh!

Zuhûrun derd-i uşşâka52 devâdır yâ Rasûlallâh!

Hüdâyî’ye şefâat kıl eğer zâhir eğer bâtın,

Kapına intisâb etmiş gedâdır yâ Rasûlallâh!

Şâir Nâbî, hac yolculuğunda, kâfile Medîne-i Münevvere’ye yaklaşırken, bir paşanın gafleten ayağını Ravza-i Mutahhara’ya doğru uzatmasına çok üzülür. Büyük bir teessür içinde aşağıdaki mısrâları yazarak Rasûlullâh’a olan tâzimini ifâdelendirir:

Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu!

Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu!

“– Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun Sevgili Peygamberi Hazret-i

Muhammed Mustafâ’nın makâmı ve beldesi olan bu yerde edebe riâyetsizlikten sakın!”

Murâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha;

Metâf-ı kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu.

“– Ey Nâbî! Bu dergâha, edeb kâidelerine uyarak gir! Burası, meleklerin ve kudsî rûhların etrâfında pervâne kesildiği ve peygamberlerin eşiğini öptüğü mübârek bir makâmdır!”

Bu, yürekten dökülen samîmî iştiyâk karşısında, Rasûlullâh’ın mûcizevî tenbihâtıyla Ravza müezzinleri, sabah namazı vakti, bu na’tı minârelerden okurlar. Rasûlullâh’ın bu iltifâtı, Nâbî’yi çok duygulandırır; yaşlı gözlerle Ravza’ya girer…

Son devrin büyük meşâyıhından M. Es’ad Efendi Hazretleri, Rasûlullâh’a duyduğu aşkın kavurucu ateşi içinde yanışını ne güzel ifâde eder:

Tecellâ-yı cemâlinden habîbim nev-bahâr âteş!

Gül âteş, bülbül âteş, sünbül âteş, hâk ü hâr âteş!

“– Habîbim, senin güzelliğinin tecellî ederek ortaya çıkmasından dolayı, sana âşık olan ilkbahar ateş, gül ateş, bülbül ateş, sümbül ateş, toprak ve diken ateş!”

Şuâ-ı âfitâbındır yakan bil-cümle uşşâkı;

Dil âteş, sîne âteş, hem dü çeşm-i eşk-bâr âteş!

“– Bütün âşıkları yakan, o mübârek yüzünün güneş gibi parlak nûrudur… Bu sebeple gönül ateş, kalp ateş, aşkınla ağlayan şu iki göz ateş!”

Ne mümkün bunca âteşle şehîd-i ışkı gasl etmek?

Cesed âteş, kefen âteş, hem âb-ı hoş-güvâr âteş!

“– Bu kadar ateşle aşk şehîdini yıkamak mümkün mü? Cesed ateş, kefen ateş, şehidi yıkayacak tatlı su dahî ateş!”

Aslen hıristiyan olduğu hâlde Hakîkat-i Muhammediye’yi idrâkin hazzına ulaşınca, gözü yaşlı bir mü’min ve yanık bir Peygamber âşığı hâline gelerek Yaman Dede adını alan, yakın zamanların içli şâirinin şu mısrâları ne güzeldir:

Susuz kalsam, yanan çöllerde cân versem elem duymam

Yanardağlar yanar bağrımda, ummânlarda nem duymam

Alevler yağsa göklerden ve ben messeylesem duymam

Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlallâh

Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında cân vermek!

Nasîb olmaz mı sultânım haremgâhında cân vermek?

Sönerken gözlerim âsân olur âhında cân vermek

Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlallâh

Boyun büktüm, perîşânım, bu derdin Sen’de tedbîri

Lebim kavruldu âteşden döner pâyinde tezkîri

Ne dem gönlün murâd eylerse taltîf eyle Kıtmîr’i

Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlallâh

Rasûlullâh’ın, mîrâca urûc etmesinden dolayı semâvî âlemdekilerin şevk ve heyecânını şâir Kemâl Edib Kürkçüoğlu mısrâlarında ne güzel ifâde eder:

Şeb-i mîrâcda sîmâsını seyretti diye,

Kapanır yerlere gök secde-i şükrân olarak…

“– Mîrâc gecesinde Rasûlullâh’ın sîmâsını seyretmesinden elde ettiği feyz ile, O’nun şânını yüceltmek üzere gök, Rasûlullâh’ın ayak bastığı yere şükrân secdesine kapanır!.”

Can atar her gece Rûhu’l-Kudüs ihrâma girip,

Harem-i muhterem-i kûyuna mihmân olarak…

“– Hazret-i Cebrâil, Hazret-i Peygamber’in yüce huzûruna misâfir olarak girebilmek için her gece heyecânla ihrâma girer!”

Bir gören bir daha görsem diye, Allâh Allâh

Şaşırır aklını ruhsârına hayrân olarak…

“– Hazret-i Peygamber’i bir kere gören, O’nun gül yüzüne hayrân olarak aklını kaybeder! «Allâh, Allâh!” nidâlarıyla bir kere daha görmenin heyecânına kapılır…”

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle bir şahsiyettir ki, O’nu rehber edinip kendisine tâbî olanların her biri gökteki yıldızlar gibi insanlığın mümtaz şahsiyetleri hâline gelmiş; ebedî saâdet ve huzûra ermişlerdir. Ashâb-ı kirâm, Hak dostları ve sâlihler, hep O Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi’ne yakınlaşabildikleri ölçüde fazîlet ve kıymet kazanmışlardır.

Acaba Abdullâh bin Zeyd, Bilâl-i Habeşî, İmâm Nevevî, Seyyid Ahmed-i Yesevî ve emsallerinin gönül iklimlerinden bizlerde ne kadar hisse var?.. Bizler de, ashâbdan beri devam edegelen bu muhabbet tezâhürleri çerçevesinde, Allâh Rasûlü’ne muhabbetteki seviyemizi ölçmeli ve O’na ne derecede lâyık bir ümmet olarak yaşayabildiğimizi mîzân edip, rûhumuza mânevî bir diriliş ve uyanış aşısı yapmalıyız.

Burada bahsettiğimiz İslâm büyüklerinin hâlleri de, elbette ki vecd kahramanı olan yıldız şahsiyetlerdeki ölçülerdir. Ancak onları kıyâmete kadar gelecek mü’minlerin gönül semâlarında yıldızlaştıran, Rasûlullâh’a duydukları aşk, şevk ve bağlılıktaki şiddettir.

Biliyoruz ki aşk ve muhabbet, iki gönül arasındaki cereyan hattı gibidir. Güzel bir mü’min olabilmek için, kalbe bu istîdâdı kazandırmak şarttır.

Günümüzde insanlığın yaşadığı buhranlar, bu kalbî istîdâdın kaybolmasından ileri gelmektedir. Bu yüzden nice kıymetler hebâ oluyor, nefsânî çarklarda parçalanıyor. Akış ve yönelişler dâimâ dünyevî ve nefsânî olunca da, rûhun iştihâsına kimse yol bulamıyor. Aşk-ı mecâzîden aşk-ı hakîkîye doğru kalblerin irtifâ kaydetmesi, Mecnûn’un Leylâ’dan başlayan seyâhatini Mevlâ’da noktalaması, ham bir yüreğin yaptığı temrinler neticesinde olgunlaşarak gerçek aşka istîdât kazanmasıyla mümkündür. Günümüzde insanlık bu aşka muhtaçtır. Yaşanan bütün bu cinâyetler, kötülükler, hamlıklar hep aşksızlıktandır.

Gerçek bir sevginin büyüklüğü, gerektiğinde sevilen uğrunda yapılan fedâkârlık ve girilen risk ile ölçülür. Çok seven biri îcâbında canını verir de bir fedâkârlık yaptığı hissini bile taşımaz. Sanki borcunu ödüyormuş gibi rahat hareket eder. Fakat gerçek aşkı tanımayan, aşktan nasîb almayan kimseler, kemâle erme yoluna girmemiş ve nefsinin sultasında yaşayarak gönlünü israf ve ziyan ediyor demektir.

Dağların kabûl etmediği emâneti yüklenmiş olmak, aslında insana sunulmuş ilâhî bir imtiyazdır. Bu kazanç ve imtiyazı gerçek mânâsıyla elde edebilmenin şartı da, hakîkî aşka ulaşabilmektir. Çünkü, insan rûhundaki bu çatışma ve kavga, ancak hakîkî aşkın içinde eriyip kaybolur. Kâmil insan, bir örnek şahsiyetten aldığı feyizli akislerle, hayvânî temâyüllerden rûhunu sıyırıp, gönlünü bir cennet bahçesi hâline getirir ki oradan da ilâhî manzaralara pencereler açılır.

Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de “– Rûhumdan üfürdüğüm” (el-Hicr, 29) buyurmakta ve insana kendinden verdiği ulvî cevheri hatırlatmaktadır. Şâyet bu ulvî cevher ve müjde, mü’mini aşk ve muhabbet netîcesinde kemâle eriştirebilirse, o zaman kalb, ilâhî esrâr âlemine doğru merhale almaya başlar. İlâhî âlemin sırları, eşyânın hakîkati, insan ve kâinât denilen sır ortaya çıkar. Kul, kalb-i selîm tecellîlerine mazhar olur.

Kul, bu olgunluğa eriştiğinde Allâh ile arasındaki gaflet perdeleri aralanmaya başlar; “– ölmeden evvel ölmek” sırrından nasîb alır. Dünya ve onun fânî sevgisi, bütün geçici ve gösterişli güzelliği gözünden düşer ve gönlünden çıkar. Böylece rûh, Hâlık’ına yaklaşmaktaki târifsiz lezzete nâil olur.

Hakîkî sevgiyi tatmamış olanlar ise, insanda mevcûd olan hayvâniyet çerçevesini kırıp da melekiyet sahasına adım atamamış demektir. Sevmeyi bilmeyenin kalbi, ham toprak gibidir. Mârifet sevmektedir. Çünkü varlığın sebebi muhabbettir.

Beşeriyeti, sefâletten kurtarıp saâdete götürecek olan ilâhî rahmet, insanlığa üsve-i hasene olarak takdîm edilen Allâh Rasûlü’dür. Hakîkî saâdetin yolu, hakîkî aşkı O’ndan öğrenmek, O’nda fânî olabilmek ve bu muhabbetle O’nun izinden gidebilmektir.

Zîrâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün kâinâtın gözbebeği, özü ve var oluş sebebidir. Hakk’ın yüce bir lutfudur. Kul ile Hak Teâlâ arasında bir vuslat rehberidir. O, anlatılabilen ve ifâdenin târiften âciz kaldığı ulvî hâlleriyle kulluk makâmında bedeni fânî oluncaya kadar bizlere, Hakk’a kulluğun en yüce nümûnesi olmuştur. Kısaca O, âlemleri kuşatan bir rahmet ve aşktır. O’na râm olan âşık gönüller, bu âlemde dâimâ O’nun muhabbetiyle yanıp kavrulacaklar ve her dem O’nun ulvî visâlinin hasretini yudumlayacaklardır. Bu hâlât içinde:

“– Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlallâh!” figânıyla da her an gittikçe ziyâdeleşen muhabbetlerini arz edeceklerdir.

İşte Yûnusları Yûnus hâline getiren, Mevlânâları Mevlânâ yapan da bu aşktır. Hazret-i Mevlânâ bu aşk ile ebedî ve hakîkî saâdet iklîmine adım atmıştır. Onun saâdeti, nâmütenâhî yani sonsuz Kâdir-i Mutlak’a vuslat idi. Çünkü onlar, fânî ten esâretinden sıyrılıp sonsuza doğru mesâfe aldıklarından, yalnız sonsuzla mes’ûd olurlar. Sonu olanlarla yani fânîlerle gerçek saâdet ne kadar ve ne kıvamda olabilir ki?.. Zîrâ saâdet iklîminin yolu, aşk ve muhabbeti lâyık olduğu yere tevcîh etmekten geçer. Nitekim Hazret-i Mevlânâ’nın şu sözleri, bir bakıma onun saâdetinin kaynağını da sergilemektedir:

“– Canım (rûhum) var oldukça ben Kur’ân’ın kölesiyim. Ben Hazret-i Muhammed’in ayağının toprağıyım. Eğer biri, benim sözümden bundan başka en ufak bir şey bile nakledecek olursa, o kimseden de onun sözünden de uzağım.”

Hazret-i Peygamber Sallâllâhu Aleyhi Vesellem’in ayağının toprağı olmanın ve yoluna baş koymanın mânâsı, bir ömür O’na aşk ile bağlı yaşamak ve her hususta sünnetine tâbî olmak demektir.

Ayrıca Varlık Nûru’na lâyıkıyla ittibâ edip O’nun rûhâniyetine bürünebilmek için kazanılması gereken kıvâmın diğer bir yolu da O’nunla kalbî râbıtamızı pekiştirecek ve gönüllerimizi muhabbet-i Rasûlullâh ile feyizlendirecek salavât-ı şerîfeyi vird hâline getirmektir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Esmaül Hüsna (Arapça- Türkçe) دُعٰٓاءُ اَسْمٰٓاءُ الْحُسْنٰى

Şifa Salavâtı (Salavâtı Tıbbil Kulubi/Salâvatı Tıbbiye)

Güzel Ahlakla ilgili 40 Hadis