MEVLİD KANDİLİ
MEVLİD KANDİLİ
Gel ey gönül! Hakîkî bayram,
Cenâb-ı Muhammed’e vuslattır. Çünkü cihânın aydınlığı, O mübârek varlığın
cemâlinin nûrundandır
Nebevî
Ahlâk ile Ahlâklanmak
“Gel ey gönül! Hakîkî bayram,
Cenâb-ı Muhammed’e vuslattır. Çünkü cihânın aydınlığı, O mübârek varlığın
cemâlinin nûrundandır.” (Hz. Mevlânâ)
Yaratılış olarak kâinattaki
varlıkların en şereflisi olan insanın gerçek kıymeti, maddî yapısından ziyâde
mânevî dünyâsında, yâni ahlâkında gizlidir. İnsanlığın ahlâk ve fazîlet târihi,
aynı zamanda hak dinlerin târihidir. Zîrâ güzel ahlâk, dînin gönülde iyi
hazmedilmesinin, olgunlaşıp kemâle ermesinin bir netîcesidir. Bu bakımdan İslâm
ahlâkı da, dînimizin özü, esâsı ve bizzat kendisidir.
Fânîlerin kanaat ve telakkîleri,
kâmil bir ahlâk nizâmında ölçü olamaz. Bir ahlâk nizâmının kıymeti, ne kadar
ilâhî menşe’li olduğuna bağlıdır. Çünkü insan tabiatini en iyi bilen, onun
yaratıcısı olan Allâh Teâlâ’dır. Bu bakımdan insanlık âleminin ahlâkı, kendi
hevâsından bir şey söylemediği ilâhî beyân ile sâbit olan Hazret-i Peygamber
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ve O’nun kalbine indirilmiş olan Kur’ân-ı Kerîm
ile kemâle erdirilmiştir.
Nitekim âyet-i kerîmede:
“(Ey Rasûlüm!) Onu (Kur’ân’ı)
Cebrâîl, uyarıcılardan olasın diye Sen’in kalbine indirmiştir.” (eş-Şuarâ,
193-194) buyrulmaktadır.
Allâh’ın râzı olduğu huy ve
davranışlardan ibâret olan güzel ahlâk, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi
ve sellem-’in mübârek lisan ve tatbikâtı ile beşeriyyete teblîğ olunmuştur.
Allâh Rasûlü’nün ahlâkını
soranlara Hazret-i Âişe
-radıyallâhu anhâ- vâlidemizin;
“O’nun ahlâkı Kur’ân’dır.” buyurduğu gibi, nebevî ahlâk, tamâmen “Kur’ân
ahlâkı”ndan ibârettir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, canlı bir
Kur’ân mâhiyetindeki ömrü boyunca, her hâl ve hareketiyle pâk kalb-i şerîfine
indirilen
Kur’ân-ı Kerîm’in fiilî bir
tefsîri olmuştur.
Cenâb-ı Hak, İslâm ile murâd
ettiği “kâmil insan” modelini, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-’in şahsında sergilemiş, O’nu bütün bir beşeriyet için örnek şahsiyet
kılmıştır.
Yine O’nun ahlâkını tekrîm
sadedinde:
“(Ey Rasûlüm!) Muhakkak ki
Sen’in için tükenmeyen bir mükâfât vardır. Şüphesiz ki Sen, yüce bir ahlâk
üzeresin!” (el-Kalem, 3-4) buyurmuştur.
Güzel ahlâkın Hak katındaki
kıymetini anlamak için, Hak Teâlâ’nın yüce kelâmı Kur’ân-ı Kerîm’e bakmak
kâfîdir. Ahlâk, Kur’ân-ı Kerîm’de en büyük ve esaslı yer tutan hususlardan
biridir. Yine Kur’ân-ı Kerîm’de büyük bir yer tutan kıssalar dahî bir bakıma
ahlâkî esasları tamamlayıcı mâhiyettedir.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi
ve sellem- Efendimiz de:
“Ben başka bir maksatla değil,
ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (İmâm Mâlik, Muvattâ,
Hüsnü’l-hulk, 8) buyurmak sûretiyle vazîfesinin özünü hulâsa etmiştir.
Hakîkaten, o Varlık Nûru’nun ulvî
teşrîfiyle, cihânın kararmış ufukları nûra garkoldu, insanlığın beklediği yeni
bir saâdet sabahı doğdu, kalbler nûrlandı, basîretler açıldı, hayâtın bulanık
akışları duruldu. O yüce Peygamber’in feyz ve bereketiyle âlem ebedî bir bahâra
kavuştu. İnsanlığı hakîkî şeref ve haysiyetine, hayır-hasenâta, hakka, adâlete
ve müsâvâta O erdirdi. Hayat ve ebediyyetin sırrını O öğretti.
O yüce Peygamber, ümmî bir
toplumda yetişti. Lâkin getirdiği yüce kitâb ile dünyâ kütüphânelerine ışık
kaynağı oldu. Gönülleri hikmet, sır ve ledünnî ilimle doldurdu. O kitâbın
gelişiyle minberler, mihraplar, kürsüler, Hakk’ın hakîkat derslerini okutmaya
başladı.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz, bütün
insanlığa, hattâ kâinattaki bütün yaratılmışlara rahmet oldu. Yine o Rahmet
Peygamberi, bize sessiz kâinât kitabının sayfalarını araladı. Gizli ve meçhul
dillerin zikir ve tesbîhâtına tercümân oldu. İnsanlık haysiyetini kaybetmiş ve
hayvânî bir hayâta dalmış sîneleri gerçek insanlık izzet, şeref ve haysiyetine
kavuşturarak gönüllerdeki muhabbet sarayının sultânı oldu.
O’nun muhabbetine nâil
olabilmek, ebedî bir saâdet hazînesi, cennet vizesi ve ilâhî huzûra kabûl
vesîkasıdır. Şüphesiz ki O’nun ulvî muhabbeti, O’nda fânî olanların nasîbi ve
kârıdır. Beşeriyetin en büyük ahlâk kahramanı olan Hazret-i Peygamber
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, en iyi tâkipçileri de ashâb-ı kirâm ve Hak
dostlarıdır. Bunların izinden yürümesini bilen mü’minler de, hakîkî insanlık
haysiyetine yaraşır bir ahlâk-ı hamîdeye sâhip olmuşlardır.
Sahâbe-i kirâm, gönüllerini
Allâh Rasûlü’nün muhabbetiyle doldurup, O’na her hususta itaat etmek sûretiyle
O’nun ahlâkıyla ahlâklandıkları için Cenâb-ı Hakk’ın senâsına nâil oldular.
Nitekim âyet-i kerîmede:
“(İslâm dînine girme husûsunda)
öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya,
işte Allâh onlardan râzı olmuştur, onlar da Allâh’tan râzı olmuşlardır. Allâh
onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler
hazırlamıştır. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100) buyrulmaktadır.
Bizler, artık sahâbî olma
imkânına sâhip değiliz. Ancak âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere “onlara
güzellikle tâbî olan” mü’minlerden olup Hak Teâlâ’nın rızâsına nâil olma imkân
ve ihtimâlimiz hayâtımız müddetince bâkîdir.
Ashâb-ı kirâmdan sonraki asırlarda
da Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkını bizlere en güzel
aksettirenler, Allâh dostlarıdır ki, Cenâb-ı Hak onları bizlere numûne olarak
göstermektedir. Onlar:
“Bilesiniz ki, Allâh’ın
dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yûnus, 62) âyet-i
kerîmesinde buyrulduğu üzere Hak katında pek ulvî bir mevkîye sâhiptirler.
Şüphesiz ki bu ilâhî teminâttan nasîb alabilmek için o Hak dostlarının izinden
gitmek îcâb eder.
Ashâb-ı kirâm ve Hak dostları,
Allâh Rasûlü’nün mübârek şahsiyetinden lâyıkı vechile hisse alarak O’nda
fânîleştikleri için, hayatları boyunca sergiledikleri bütün davranış
güzellikleri, esâsen O Varlık Nûru’nun ahlâk-ı hamîdesinden akseden fazîlet
numûneleri hükmündedir. Zîrâ nerede bir güzellik varsa, O’ndan bir akistir.
Âlemde bir çiçek bile açılmaz ki, O’nun nûrundan olmasın! O ki, o yüzden
varız... O, solmayan, aksine gün geçtikçe tâzelik ve terâveti daha da artan,
serâpâ nûrdan ibâret bir gonca-i ilâhîdir.
Ashâb-ı kirâm, Allâh Rasûlü
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in
talebeleridir. O’nun nebevî ahlâkını tahsîle tâlip olan sahâbîler, gökteki
yıldızlar gibi insanlığa fazîlet misâlleri sergilemişlerdir. Nitekim nebevî
ahlâkın ashâb-ı kirâmdaki akislerinden ibâret olan sayısız fazîlet
numûnelerinden birkaçı şöyledir:
Ebû Dücâne -radıyallâhu anh-
hasta iken ziyâretine giden birisi, onun sîmâsının nûr gibi parladığını gördü
ve ona:
“–Sîmân neden böyle parlıyor?”
diye sordu. O da şu cevâbı verdi:
“–Benim iki amelim var:
1. Beni ilgilendirmeyen
hususlarda susarım.
2. Gönlüm mü’minlere karşı
sû-i zandan uzak kalır. Her
mü’mine hüsn-i zannım vardır.” (İbn-i Sa’d, Tabakât, c. III, s. 557)
Allâh Rasûlü’nün îmân kardeşliği
husûsundaki tebliğ ve telkinlerinin sahâbedeki akislerinden bir diğerini de
İbn-i Büreyde el-Eslemî şöyle anlatıyor:
“Adamın biri İbn-i Abbâs’a
çirkin sözler söyledi. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- ise sükût etti. Adam
hayret içinde İbn-i Abbâs’a niçin mukâbele etmediğini sordu. İbn-i Abbâs da:
«–Bende üç haslet var ki, bunlar
sana cevap vermeme mânîdir.» buyurdu ve o hasletleri şöyle sıraladı:
«1. Allâh’ın kitâbından bir âyet
okunduğunda; keşke bütün insanlar benim şu duyduğumu bilseler, diye temennî
ederim.
2. Müslüman bir hâkimin adâleti
tevzî ettiğini duyunca çok sevinirim. Hâlbuki o hâkimle hiçbir maddî-mânevî
alâkam yoktur.
3. Müslümanların beldesine
yağmur yağınca da çok sevinirim, hâlbuki o beldede ne otlayan bir hayvanım, ne
de bir arâzim vardır.» dedi.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, c. IX, s. 284)
İşte gönlün din kardeşliğinin
muhabbetiyle dolmasının ashâbdaki güzel bir misâli.
Ashâb-ı kirâmı rehber edinen,
onlara güzellikle tâbî olan mü’minlerin gönüllerinin de tek bir yürek hâline
gelmesi îcâb eder. Mü’min kardeşinin sevinciyle sevinip ızdırâbıyla muzdarip
olma diğergâmlığı, her mü’minin
tabiat-i asliyesi hâline
gelmelidir.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-
buyurur:
“İki nîmet var ki beni
hangisinin daha çok sevindirdiğini bilemiyorum. Birincisi, bir adamın
ihtiyâcını karşılayacağımı ümîd ederek bana gelmesi ve bütün samîmiyetiyle
benden yardım istemesidir. İkincisi de, Allâh Teâlâ’nın, o kimsenin arzusunu
benim vâsıtamla yerine getirmesi yâhut kolaylaştırmasıdır. Bir müslümanın
sıkıntısını gidermeyi, dünyâ dolusu altın ve gümüşe sâhip olmaya tercih
ederim.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, VI, 598/17049)
“Nefsî nefsî” hodgâmlığından
kurtulup “ümmetî ümmetî” diğergâmlığına yükselmeyi teşvik eden nebevî ahlâkın,
sahâbenin gönül dünyâsındaki akislerinden bir diğeri de şudur:
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-
birgün Peygamberimiz’in mescidinde îtikâfta iken bir kimse yanına gelerek selâm
verdi ve oturdu. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-:
“–Kardeşim, seni yorgun ve
kederli görüyorum.” dedi ve konuşmaları şöyle devâm etti:
“–Evet ey Rasûlullâh’ın amca
oğlu, kederliyim! Falan şahsın benim üzerimde velâ hakkı var (mal mukâbilinde
beni âzâd etmişti), fakat şu kabrin sâhibi (Allâh Rasûlü) hakkı için söylüyorum
ki onun hakkını ödeyemiyorum.”
“–Senin hakkında onunla
konuşayım mı?”
“–Sen bilirsin.”
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-
ayakkabılarını alarak mescidden çıktı. Adam ona:
“–Îtikâfta olduğunu unuttun mu,
niçin mescidden çıktın?” diye seslendi.
İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-:
“–Hayır! Ben, şu kabirde yatan
ve henüz aramızdan yeni ayrılmış olan zâttan duydum ki, (bunları söylerken
gözlerinden yaşlar akıyordu):
“–Her kim, din kardeşinin bir
işini tâkip eder ve o işi görürse, bu kendisi için on yıl îtikâfta kalmaktan
daha hayırlıdır. Bir kimse Allâh rızâsı için birgün îtikâfa girse, Cenâb-ı Hak
o kimse ile ateş arasında üç hendek yaratır ki, her hendeğin arası doğu ile
batı arası kadar uzaktır.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, III, 424-425)
Ashâb-ı kirâmı böylesine
diğergâm, müşfik ve merhametli kılan, Allâh Rasûlü’ne duydukları sonsuz
muhabbetle O’nun izinden yürüme gayret ve heyecânı taşımalarıydı. Öyle ki,
Allâh Rasûlü’nün sevdiğini kendi sevdiklerine tercih eder, gerektiğinde kendi
arzularından ferâgat etmekte tereddüt göstermezlerdi.
Nitekim Hazret-i Ömer
-radıyallâhu anh-, Peygamber
Efendimiz’in âzatlısı Zeyd bin Hârise’nin oğlu Üsâme’ye üçbin beşyüz dirhem
tahsis etmiş, kendi oğlu Abdullâh’a ondan beşyüz dirhem daha az vermişti.
Abdullâh, babası Hazret-i
Ömer’in bu taksîmine îtirâz ederek:
“–Üsâme’yi niçin benden üstün
tutuyorsun? O benden daha çok savaşa katılmadı ki!” demişti.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-,
o eşsiz adâletine ilâveten ne kadar zengin bir gönül ve üstün bir tevâzû sâhibi
olduğunu gösteren şu cevâbı vermişti:
“–Oğlum! Rasûlullâh Efendimiz,
Üsâme’nin babasını senin babandan daha çok severdi. Üsâme’ye de senden daha çok
muhabbeti vardı. İşte bu sebeple, Rasûlullâh’ın sevdiğini kendi sevdiğime
tercih ettim.” (Tirmizî, Menâkıb, 39)
Günümüzde de sahâbîler gibi
Allâh Rasûlü’nün muhabbetiyle dolup O’nun yüce ahlâkını tahsîle tâlip olmak
mecbûriyetindeyiz. Aradan geçen asırlara rağmen onların hiçbir zaman
eskimeyecek, solmayacak güzelliklerini yaşayıp yaşatma gayreti içinde
olmalıyız. Zîrâ Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hakîkî ümmeti olma şeref ve
bahtiyarlığına liyâkatin bedeli budur.
Ömer bin Hattâb -radıyallâhu
anh-’ın şu rivâyeti, asr-ı saâdetten sonra gelip Kur’ân ve sünnet istikâmetinde
bir hayat yaşayanlar için ne büyük bir nebevî müjde ihtivâ etmektedir:
“Birgün Peygamber Efendimiz’le
beraber oturuyorduk. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir ara:
«–Söyleyiniz, îmân edenler
arasında en üstün îmâna sâhip olanlar kimlerdir?» diye sordu.
Ashâb, önce melekleri, sonra
peygamberleri ve daha sonra da şehîdleri en üstün îmâna sâhip olanlar olarak
zikrettilerse de, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her defâsında:
«–Evet, onlar öyledir ve bu
onların haklarıdır. Allâh onları öyle bir mertebeye çıkarmışken bu pâyenin
onlara verilmesini ne engelleyebilir? Ama ben bunları sormuyorum.» buyurdu.
Ashâb:
«–Öyleyse kimler olduğunu siz
söyleyiniz yâ Rasûlallâh!» deyince Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
şöyle buyurdular:
«–Onlar, şu an babalarında ve
atalarında meknuz olan bâzı kimselerdir ki, benden sonra gelecekler, beni
görmedikleri hâlde bana îmân edecekler, beni tasdîk edecekler ve Kur’ân’ı
okuyup muhtevâsıyla amel edecekler. İşte îmân edenler içinde en üstün îmâna
sâhip olanlar bunlardır.» buyurdu.” (Ebû Ya‘lâ, Heysemî: 10/65)
Hadîs-i şerîfteki müjdeyi doğru
idrâk edip Kur’ân ve sünnet istikâmetinde bir hayat yaşamak her mü’minin
vazîfesidir. Aksi hâlde âhirette Allâh Rasûlü
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in
şefaat-i uzmâsını umarken O’nun bizden şikâyetçi olması da muhtemeldir ki
bundan daha büyük bir ziyân düşünülemez. Nitekim kendilerine gelen
Kur’ân-ı Kerîm’in hilâfına bir
hayat yaşayanlar hakkında âhirette Peygamber Efendimiz’in Rabbine şikâyette
bulunacağı, âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir:
“Peygamber der ki: Ey Rabbim!
Kavmim bu Kur’ân’ı büsbütün terk ettiler.” (el-Furkân, 30)
İşte âhirette bu nebevî itâba
dûçâr olmamak için O’na ümmet olmanın gerekli kıldığı şekilde yaşamak îcâb
eder. Bunun yolu da Kur’ân-ı Kerîm’i âdâbına uygun bir şekilde, yâni mahrecine,
tecvîdine riâyetle bol bol tilâvet etmek, derûnundaki mânâlara âşinâ olmak ve
duygu derinliği içinde hassâsiyet ve muhabbetle tatbik etmeye gayret göstermektir.
Böyle yaşayanlara, Rasûl-i Ekrem
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-Efendimiz’in bu dünyâda da âhirette de muhabbet ve
şefkat kanatları açıktır. Fakat Kur’ân ve sünneti terk edip yanlış yollara
sapanlar ise âhirette büyük bir pişmanlık ve perişanlığa sürükleneceklerdir.
Nitekim Ebû Hüreyre
-radıyallâhu anh-’dan rivâyet
edildiğine göre, birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbıyla
birlikte kabristana gitti ve:
“Allâh’ın selâmı üzerinize olsun
ey mü’minler diyârının sâkinleri! İnşâallâh birgün biz de size katılacağız.
Kardeşlerimizi görmeyi çok isterdim. Onları ne kadar da özledim!” buyurdu.
Ashâb-ı kirâm:
“–Biz Sen’in kardeşlerin değil
miyiz, yâ Rasûlallâh?” dediler.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi
ve sellem-:
“–Sizler benim ashâbımsınız,
kardeşlerimiz ise henüz gelmemiş olanlardır.” buyurdular.
Bunun üzerine ashâb:
“–Ümmetinden henüz gelmemiş
olanları nasıl tanıyacaksın, ey Allâh’ın Rasûlü?” dediler.
Peygamber Efendimiz
-aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Bir adamın alnı ve ayakları ak
olan bir atı olduğunu düşünün. Adam bu atını hepsi de simsiyah olan bir at
sürüsü içinde bulamaz mı?” diye sordu.
Sahâbe:
“–Evet, bulur, ey Allâh’ın
Rasûlü!” dediler.
Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“İşte onlar da abdestten dolayı
yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak gelecekler. Ben önceden gidip
havuzumun başında ikram etmek için onları bekleyeceğim. Dikkat edin! Birtakım
kimseler yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi benim havuzumdan
kovulacaklar. Ben onlara «Gelin buraya» diye nidâ edeceğim. Bana:
«–Onlar senden sonra hâllerini
değiştirdiler, (Sen’in sünnetini tâkip etmeyip başka yollara saptılar, büyük
günahlar işlediler.) denilecek.
Bunun üzerine ben de:
«–Uzak olsunlar, uzak olsunlar»
diyeceğim.” (Müslim, Tahâret, 39)
Cenâb-ı Hakk’a şükürler olsun ki
biz âciz kullarını meccânen, yâni bir bedel ödemediğimiz hâlde Habîb-i Ekrem
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin ümmeti olmakla şereflendirdi. Bu
ilâhî lutfun hakîkatine ererek Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in
muhabbetine ve “kardeşlerim” iltifâtına lâyık olabilmenin yolu, O’nun sünnet-i
seniyyesine sımsıkı sarılmak ve O’nun ahlâkı ile ahlâklanmaktır.
Bir yaratılış hârikası olan
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi
ve sellem- Efendimiz’i ve O’nun ahlâk-ı hamîdesini, beşerî istîdâd ve tâkat
dâhilinde kâmilen kavrayabilmek ve beşer kelâmının mahdut imkânlarıyla lâyıkı
vechile ifâde edebilmek mümkün değildir. Bu âlemden alınan intibâlar, O’nu îzah
ve idrâkte kifâyetsiz kalır. Bir bardağa, bir ummânı sığdırmak mümkün olmadığı
gibi, Nûr-i Muhammedî’yi lâyıkıyla idrâk etmek de mümkün değildir. O’nu
anlatmak sadedinde dilimizden dökülenler ise, âciz idrâkimize O’nun eşsiz
güzelliklerinden yansıyan kırıntı kabîlinden nasiplerdir.
Bu fânî âlemde Hakk’a
yaklaşabilmenin müstesnâ fırsat demleri olan mübârek gün ve geceler, aynı
zamanda bir nefs muhâsebesine girme vesîlesidir. Önümüzdeki günlerde
-inşâallâh-şeref ve izzeti ile müşerref olacağımız mübârek “Mevlid kandili”ni gerçek
mânâda idrâk ve ihyâ edebilmemiz için, ashâb-ı kirâmın Allâh Rasûlü’nü nasıl
tanıdıklarını, O’na nasıl muhabbet duyup ahlâkıyla ahlâklandıklarını, O’na râm
olup uğrunda bütün imkânlarını nasıl cömertçe sarf ettiklerini derinden derine
tefekkür edip bu duygu derinliği ile kendi hâlimizi mukâyese etmeli, O’na ne
kadar lâyık bir ümmet olabildiğimizi vicdânımızda mîzân etmeliyiz.
Yâ Rabbî! Velâdet kandilinin
rahmet, bereket ve füyûzâtı ile Rasûlünün yüce ahlâk ve rûhâniyetinden
kalblerimize hisseler nasîb eyle!
“Anam,
babam, canım sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh!” diyen mübârek sînelerin derûnî duyuşlarıyla gönüllerimizi
ihyâ eyle!
Âmîn!..
(Alıntı)
Yorumlar
Yorum Gönder