Tasavvuf, İlâhi Takdirden Memnun Olma Sanatıdır
Tasavvuf,
İlâhi Takdirden Memnun Olma Sanatıdır
“Ey
huzura kavuşmuş insan! رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً
/ Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım
arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 27-30)
Mevlânâ Hazretleri buyurur: “Eğer dünyadayken
cennette bulunmak istersen, herkesle dost ol, hiç kimsenin kinini yüreğinde
tutma! Çünkü bir kardeşini dostlukla anarsan, dâimâ sevinç içinde olursun. İşte
o sevinç, Dünya cennetinin tâ kendisidir. Eğer bir kimseyi kin ile anarsan,
dâimâ üzüntü içinde olursun. İşte bu gam da cehennemin tâ kendisidir.”
Mevlânâ Hazretleri, oğlu Bahâeddîn
Veled’e şöyle nasihat eder:
“Bahâeddîn! Eğer dünyadayken cennette
bulunmak istersen, herkesle dost ol, hiç kimsenin kinini yüreğinde tutma! Çünkü
bir kardeşini dostlukla anarsan, dâimâ sevinç içinde olursun. İşte o sevinç,
dünya cennetinin tâ kendisidir. Eğer bir kimseyi kin ile anarsan, dâimâ üzüntü
içinde olursun. İşte bu gam da cehennemin tâ kendisidir.
Dostları andığın vakit, içinin bahçesi
çiçeklenir, gül ve fesleğenlerle dolar. Seni incitenleri andığın vakit ise,
için dikenler ve yılanlarla dolar, rûhun sıkılır, kâbuslanır, içine bir
pejmürdelik gelir. Bütün peygamberler ve velîler, mü’min kardeşlerini gönül
saraylarına aldılar. Onların bu fazîleti, halkı cezbetti. Kendi arzularıyla
onların ümmeti ve mürîdi oldular.” (Ahmed Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn, II,
210)
Mümin din
kardeşine karşı affedici olmalı
Mü’min, din kardeşlerine karşı dâimâ
müşfik, merhametli, müsâmahakâr ve affedici olmalıdır. Onların ezâ ve
cefâlarına Allah rızâsı için yüzünü ekşitmeden tahammül etmelidir. İçinde
mü’minlere karşı bir soğukluk, kin, hased, öfke ve dargınlık taşımamalıdır.
Bunun için de Rabbine dâimâ:
“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önceki mü’min
kardeşlerimizi bağışla! Kalplerimizde mü’minlere karşı bir kin bırakma!..” (el-Haşr,
10) âyetinin muhtevâsı içinde niyaz hâlinde bulunmalıdır.
Tasavvufun
ilk dersi
Tasavvufun ilk dersi, incitmemekle başlar.
Mânevî tekâmülün nihâî dersi ise, incinmemektir. İncinmemek, sadece insanlardan
gelen eziyetlere karşı değil, hayat ve hâdisâtın acı kader tecellîlerine karşı
da şikâyetçi olmamaktır. Zira hayır ve şer bütün tecellîler, dünyayı bir
imtihan diyârı olarak takdîr eyleyen Cenâb-ı Hak’tandır. Kâmil bir mü’min
olarak yaşamak, O’ndan gelene, yine O’nun hatırına “Hoş geldin!”
diyebilmektir. Dünyada da, âhirette de huzur ve saâdetin özünde bu “rızâ” hâli
vardır.
Yani Hakk’ın rızâsına ermek isteyen, evvelâ
kendisi Hak’tan râzı olacak. O’nun takdîrine rızâ gösterecek. Her hâlükârda
hâline şükredecek. Hayâtın süfliyâtına ve menfaatlerine takılıp kalmayacak…
Dünyanın imtihan malzemelerini kendine izâfe etmeyecek. Bu malzemeleri Hak
rızâsı için kullanmayı bilecek. Hayatın med-cezirleri içinde mes’ud olmayı
bilecek…
İki şeyi
unutma iki şeyi de unut!
Lokman Hakîm, saâdetin anahtarını şöyle
ifâde eder:
“İki şeyi unutma:
1. Allah -celle celâlühû-’yu unutma. [O’nun dostu
olabilirsen selâmet bulursun.]
2. Ölümü unutma. [Fânîliğini unutma ki, nefsânî
hayatın çıkmaz sokaklarında kaybolmayasın.]
İki şeyi de unut:
1. Sana yapılan menfî davranışları unut. [Mevlânâ’nın
buyurduğu gibi: «Dalındaki dikenlere sabredip hâline râzı olması, gülü
çiçeklerin şâhı kıldı.»]
2. Yaptığın hayır ve iyilikleri unut. [Her güzel
ameli, Rabbinin lutfu bil. Sana o iyilik temâyülünü Rabbinin lutfettiğini
hatırından çıkarma! O’na şükret! Böylece nefsini palazlandırmaktan, ona rüşvet
vermekten, yani ona pay çıkarmaktan kurtul.]”
Gerçek bir mü’min, bir kuru ekmek
parçasında bile saâdeti bulabilen, mes’ûd olan, Hakk’ın takdîr ettiği hayatın
iniş-çıkışları içinde huzur hâlini korumayı bilen, hâlinden memnun olan, rızâ
ehli kimsedir.
Ruhi
buhranlar içinde kıvranıp huzur ve saadeti arayan kimse
“Âmâk-ı Hayâl” adlı eserinde Filibeli
Hilmi Efendi, mecâzî bir hikâye anlatarak sefâletleri saâdete çevirmenin yolunu
bildirir:
Rûhî buhranlar içinde kıvranıp huzur ve
saâdeti arayan hikâyenin kahramanı Râcî, Aynalı Baba’nın ney taksimi
eşliğinde okuduğu derin mânâlı şiirlerin tesiriyle hayal âleminin
derinliklerine dalıp gider. Kendisini bir mecliste bulur. Orada peygamberlerden
filozoflara, ulvî şahsiyetlerden süflî kimselere kadar herkes vardır. Bütün
insanları temsil eden “Beşeriyet” adında biri de gerçek saâdetin peşinde
hıçkırıklarla ağlayarak çâre aramaktadır. Feryad ederek:
“– Bana söyleyiniz, merhamet ediniz; hem
hayattan tiksiniyorum, hem de onsuz yapamıyorum. Ne olur söyleyiniz, saadetin
ne olduğunu bana târif ediniz?” der.
O mecliste bulunan bâzı cüce şahsiyetler
de, cüce sandalyelerinden kalkarak cevap verirler:
Konfüçyüs: “– Saâdet, bir tencere pirinç
pilâvına bütün lezzetleri sığdırmaktır.”
Eflâtun: “– Dâimâ yücelikleri düşünmektir.”
Aristo: “– Mantık! İşte saâdet!”
Zerdüşt: “– Karanlıkta kalmamaktır.”
Brahma: “– Saâdet mi? Herkesin zannı ne
ise, onun aksidir!”
Buda: “– Saâdet, yok olmanın güzel
isimlerinden biridir. Nirvana, ey Beşeriyyet, Nirvana (boşluk)!” der.
Bu sözleri duyan Beşeriyyet’in zihni iyice
karışır:
“– Sizler, kendinize bile faydalı olamadınız.
Hep saadet mahrumu olarak ömür sürdünüz. Dediklerinizin içinde de sadetten eser
yok! Saadeti ne kendiniz yaşadınız, ne de peşinizden gelenlere yaşatabildiniz.
Bütün fikirleriniz tozlu raflardaki kitapların içinde ancak güvelere yem oldu.
O zaman bir Allah dostu kalkıp şöyle der:
“Bu cihan, âkiller için seyr-i bedâyî (akıl
sahipleri için esrâr ve sanat-ı ilâhiyeyi ibretle seyredebilmek), ahmaklar için
ise yemek ile şehvettir.”
Daha sonra da peygamberler, saadeti izah
ederler. Son olarak, meclisin reisi olan Fahr-i Kâinat Efendimiz -sallâllâhu
aleyhi ve sellem- ayağa kalkarak şöyle buyurur:
“–Ey Beşeriyyet! Saâdet; hayatı olduğu gibi
kabul etmek, eskâline/ağır yük ve çilelerine rızâ göstermek, ıslâhı için de
gayret sarf etmektir.”
Bunun üzerine Beşeriyyet, aradığı cevâbı
bulmuş olarak ayağa kalkar ve:
“–Ey Fahr-i Âlem! Ey büyük Peygamber!
Beşeriyyetin dertlerini anlayan ve ilâcını bulan yalnız Sen’sin!..” der.
Velhâsıl, şâirin dediği gibi:
İhtilâfâtıyla uğraşmakta dehrin zevk yok,
Zevk anın mir’ât-ı ibretten temaşasındadır…
“Dünyanın kîl u kāliyle uğraşmakta zevk
yok. Esas zevk, bu kâinâtı ve mevcudâtı gönlün ibret aynasından temâşâ
edebilmektir.”
Dolayısıyla Allâh’a ve âhirete îmân etmiş
birinin, fânî hayat ve hâdiselerin girdabı içinde boğulması, kendini
kaybetmesi, dehşetli bir hamâkattir/ahmaklıktır. Bu hamâkatten kurtuluşun yolu
da, îman zâviyesinden ibret nazarıyla âleme bakış tarzı kazanmaktır. Bu da
insanı tefekküre sevk eder. Hayat ve hâdiseleri, îman penceresinden tefekkür
edebilen kimsede ise, dünyevî gam ve kederden eser kalmaz. Onlar gafletten
uyanmış, âgâh gönüllerdir.
Ebedi
kurtuluş
Bunun içindir ki, korku ve hüzünden
kurtularak ebedî huzûra kavuşmuş olan Hakk’ın sâlih kulları, kâinattaki ilâhî
kudret akışlarını, ibret, hayret ve tefekkürle temâşâ ederler. Kudret-i
ilâhiyyenin tabiatta vücûda getirdiği sonsuz hârikalardaki ilâhî sanatın
zevkine ererler. Dünyanın gelip geçici imtihan cilvelerine takılıp kendini
perişan etme hamâkatinden kurtulurlar. Zira Hakk’ın rızâsına ermek için evvelâ
O’nun takdîrine râzı olmayı bilirler. Kâinâta bakıp huzur bulurlar.
Meselâ sermâyesi aynı toprak olan
bitkilerin rengârenk yaprak, çiçek ve meyvelerindeki renk, koku, lezzet gibi
ilâhî kudret tecellîlerinin hârikalarına nazar ederler. Bunların lisân-ı
hâllerine ve sırlı beyanlarına âşinâ olup kâinat sayfalarını ibretle okumaya
başlarlar.
Bir çiçeğe bakıp huzur bulurlar, bir
bülbülün sesini dinleyip; “Ne güzel bir ilâhî konser!” diyerek huzur duyarlar.
Olgun mü’minler, nîmetleri görüp şükreder ve mutlu olurlar. Fânîlerin
külfetlerine sağır ve âmâ kesilip tahammül göstererek huzurlarını muhâfaza
ederler… Câhillerin ve nâdanların menfî davranışlarına karşı “selâm” deyip
geçerler.
Şeyh Sâdî-i Şîrâzî uyanık bir kalp ile
gâfil bir kalbi şöyle mukâyese eder:
“İdrak sahipleri için ağaçlardaki her bir
yaprak, mârifetullâh (yani Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanıyabilme) husûsunda
mufassal bir kitaptır. Gâfiller için ise bütün ağaçlar tek bir yaprak bile değildir.”
Mevlânâ Hazretleri de Mesnevî’sinde
bir gâfilin hâlini şöyle ifâde eder:
Bir gün Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’a
bir kimse yol arkadaşı olmuş. Beraber giderlerken bu kimse, bir köşede
bâzı kemikler görmüş ve Hazret-i Îsâ’ya yalvarmış:
“–Ne olur yâ Îsâ! Bildiğin ism-i âzam’ı
bana da öğret de bu kemikleri diriltip kaldırayım.”
Hazret-i Îsâ ise cevâben:
“–O iş senin kârın değildir. İsm-i
âzam’ı okuyup ölüyü diriltmek için yağmurlardan daha temiz bir nefes
sâhibi, kullukta meleklerden daha anlayışlı bir kişi olmak gerek.
İsm-i âzam, pâk bir lisân ve temiz bir kalp ister. Yani öyle bir kimse ki,
nefsi haram ile mülevves olmasın ve melekler gibi isyan ve günahtan
pâk olsun. Çünkü bir kimsenin nefsi pâk olursa; o kimsenin duâsı makbûl
olur. Hak Teâlâ o kimseyi hazînelerinin emîni eyler.
Meselâ farzedelim ki, sen, Hazret-i
Mûsâ’nın asâsını elinde tutabilirsin. Fakat Mûsâ’daki kuvvet sende
var mı ki, onu ejderha yapabilesin ve onu zaptetmeye kâdir olabilesin.
Hattâ Musâ’nın asâsı ejderha olunca kendisi bile korkmuştu da Cenâb-ı
Hak ona; «Korkma Yâ Mûsâ!»[1] buyurmuştu.
İşte bunun gibi, sende Îsâ’nın nefesi
yokken ism-i âzam’ı okuyup ezberlemenin sana ne faydası olur ki.” dedi.
Fakat gâfil, yine durmadı ve:
“–Yâ Îsâ! Bu istîdat bende yoksa, bâri
sen o kemiklerin üzerine oku!” dedi.
Hazret-i Îsâ, bu ahmağın sözlerine
karşılık olarak:
“Yâ Rabbî! Bu esrârın hikmeti nedir?
Bu ahmağın bu derece cidâle meyli nedendir? Kendisinin kalbi ölü,
başkasının cesedini diriltmeye çalışıyor. Hâlbuki ona düşen, asıl
ölü olan kendisini ihyâ etmek. Kendisini diriltmek için duâ edeceğine,
başkalarını ihyâya çalışıyor. Bu ne gaflettir!” diyerek hayretini
ifâde etti.
En
hayırlısı
Velhâsıl kâmil bir mü’min, Rabbinin
kendisine takdîr ettiğinin, kendisi için en hayırlısı olduğu bilip haddini
aşmamalıdır. Elde edemedikleri için perişan olmak ve sızlanmak yerine
elindekilere şükretmeli, hâline râzı olmalıdır. Ne fânî hayatın yaldızlarına
kanmalı, ne de elde edemediklerine hasretle yanmalıdır. Böyle bir hamâkatten,
sefâletini saâdet zannetme ahmaklığından Hakk’a sığınmalıdır. Cefâlar içinde
saklı safâyı, külfet içinde gizli nîmeti görerek huzurunu muhâfaza etmelidir.
Sâhibimiz,
mâlikimiz ve mevlâmız buyurur:
“Ey huzura kavuşmuş insan! رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً / Sen O’ndan
râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına
katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 27-30)
[1] en-Neml, 10.
(Alıntı)
(Alıntı)
Yorumlar
Yorum Gönder