İhlasla Yapılan Bir Amel
İhlasla Yapılan Bir Amel
Hakk’ın; “İlle
de çok kazanın!” diye bir emri yoktur. Cenâb-ı Hak, helâl ve meşrû yoldan
kazanıp imkân nisbetinde infakta bulunmamızı istemektedir. Hayır-hasenâtın
ecrinin de, onların miktarına değil, infak edilişindeki fedakârlık seviyesine
bağlı olduğunu bildirmektedir.
Nefis ve
şeytan, kalbî zaafları bulunan kimi insanları da, sûret-i haktan görünerek
aldatır:
“Sen çok
kazanmalısın ki çokça hayır-hasenat yapabilesin.” telkininde bulunur. O da
nefsine hoş gelen bu fikri, dînî bir sâikle benimsiyormuş gibi, kendince
birtakım gerekçeler üretir:
“Ben çok
kazanıp daha çok hayır-hasenat yapacağım.” der. “Zor durumdaki Müslümanlara
infâk etmek için çok kazanmam lâzım.” der. “Görmüyor musunuz yeryüzündeki
Müslümanların perişan hâlini? Biz de Müslümanları sömürenler gibi kazanıp güçlü
olmalıyız ki onlarla baş edebilelim…” der. Sonra da; “Ne yapalım, piyasanın
şartları böyle…” diyerek şer’î ölçülerden tâvizler vermeye başlar; fâize,
karaborsacılığa, vurgunculuğa, velhâsıl Allâh’ü Teâlâ’nın râzı olmadığı,
İslâm’ın tasvip etmediği türlü türlü yollara başvurur. Hırsa kapılıp hakkı
olmayan şeylere el uzatmaya kalkışır. Yanlışlarından dolayı îkazda bulunanlara
karşı kendini savunmak için de;
“Yâhu ben
ticaretimle şu kadar insana ekmek veriyorum.” der. Hâlbuki şahsî menfaati
olmasa, bir muhtaca ekmek verecek değildir. Yine;
“Ben bu işi
yapmasam, yanımda çalışan bunca insan aç kalır…” der. Kendisine de rızkı
verenin Allah olduğunu unutuverir. Yanlışlarına kendince kılıflar uydura
uydura, gayesine gayr-i şer’î yollardan ulaşmayı, zamanla mübah görmeye başlar.
Hâlbuki
Cenâb-ı Hakk’ın; “İlle de çok kazanın!” diye bir emri yoktur. Cenâb-ı Hak,
helâl ve meşrû yoldan kazanıp imkân nisbetinde infakta bulunmamızı
istemektedir. Hayır-hasenâtın ecrinin de, onların miktarına değil, infak
edilişindeki fedakârlık seviyesine bağlı olduğunu bildirmektedir.
Bir
Dirhem Yüz Bin Dirhemi Geçti
Nitekim bir
gün Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz:
“–Bir
dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı.
Ashâb-ı
kirâm:
“–Bu nasıl
olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorduklarında, Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve
sellem– şu cevâbı verdi:
“–Bir
adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yani malının
yarısını sadaka olarak vermiş oldu.) Diğeri (ise hayli zengin biriydi) o da
malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.”
(Nesâî, Zekât, 49)
Demek ki
yapılan hayırların miktarından ziyâde, hangi fedakârlık seviyesinde yapıldığı
mühimdir. Meselâ Yermük Harbi’nde, can çekişip susuzluktan inlerken, bir başka
yaralı din kardeşini kendilerine tercih ettikleri için susuz hâlde son
nefesleri veren üç şehîdin bir kırba suyu, belki nicelerinin dağlar misâli
büyük görünen hayır-hasenâtını -fazîlet bakımından- geride bırakmıştır.
Zira Allah
indinde amellerin kıymeti, onların miktarına değil, hangi kalbî keyfiyetle îfâ
edildiğine bağlıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:
اَلَّذ۪ى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ
اَحْسَنُ عَمَلًا
“O (Allah)
ki, ölümü ve hayatı, hanginizin amel bakımından daha güzel olduğunu imtihan
etmek için yaratmıştır…” (el-Mülk, 2)
Dikkat edilirse Cenâb-ı Hak bu
âyet-i kerîmede; “اَكْثَرُ عَمَلًا” değil “اَحْسَنُ
عَمَلًا” buyuruyor. Yani Allah katında
“çok amel”in değil, “ihlâsla yapılan sâlih amel”in mühim olduğunu haber
veriyor.
Dolayısıyla;
maîşet temininde, ticârî ve iktisâdî faaliyetlerde bir müslüman dâimâ
helâl-haram sınırlarına riâyet edip kendisi için takdir edilene rızâ ve kanaat
göstermek mecburiyetindedir. İlle de daha fazlasını elde etmeliyim diyerek
ilâhî ölçülerin sınırlarını zorlamaktan sakınmalıdır.
Nitekim
bizlere örnek nesil olarak takdim edilmiş bulunan ashâb-ı kirâm, bu hususta da
son derece hassas davranırlardı. Sahâbî hanımları sabahleyin beylerini evden
uğurlarken:
“– Efendi!
Allah’tan kork; sakın evimize haram lokma getirme! Zira biz dünyada açlığa
sabrederiz, fakat âhirette Cehennem azâbına tahammül edemeyiz!” diye nasihatte
bulunurlardı. (Abdülhamîd Keşk, Fî Rihâbi’t-Tefsîr, I, 26.)
Yani
onların gayesi; haram ve şüphelilerle bulanmamış, helâl ve temiz kazancı elde
etmekti. Böyle olduktan sonra rızık az olmuş, çok olmuş, bunu dert etmezlerdi.]
Cenâb-ı
Hak; his ve fikirlerimizi, hâl ve davranışlarımızı dâimâ rızâsıyla te’lif
eylesin. Râzı olduğu hudutlar içinde bir kulluk hayatı yaşayabilmeyi, cümlemize
nasip ve müyesser kılsın. Âmîn!
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2018 – Şubat,
Sayı: 383, Sayfa: 032
Yorumlar
Yorum Gönder