Âhirette Korku ve Hüzünden Emîn Olmanın Şartı
Âhirette Korku ve Hüzünden Emîn Olmanın
Şartı
Kıyâmet Şuuruyla Yaşamak Ebedî Fecre
Her zaman ve mekânda kıyâmet mührü!
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’den ilk
vahiyde bizlere şöyle buyurdu:
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذٖى خَلَقَ
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak,
1)
Şu imtihan dünyasında nereye baksak,
neyi seyretsek, yani kâinat kitabının hangi sayfasını çevirsek; kalp gözüyle
temâşâ edebildiğimiz, Yaratan Rabbimiz’in adıyla okuyabildiğimiz takdirde;
hepsinde fânîlik görürüz. Her yerde kıyâmetin mührüne şahit oluruz.
İşte hayat…
Hep O’nun mülkünde…
Bir taraftan geliş, bir taraftan gidiş…
Her gün milyonlar geliyor, milyonlar
gidiyor. Yüz milyonlar, hattâ milyarlar Allâh’ın mülkünde yaşıyor, O’nun
rızkıyla rızıklanıyor. Ecel, yani takdir edilen vakit geldiği zaman; bu dünyada
ölüm ve ikinci bir âleme doğuş başlıyor.
Düşündüğümüz zaman görürüz ki bu dünyaya
gelişimiz de böyleydi:
Ana karnında bedenimiz yaratıldı. Hiçbir
şeyi bilmiyor, kimseyi tanımıyorduk… Dünyada Cenâb-ı Hak, tanımadıklarımızı
bize tanıttı. Şimdi ünsiyet ettiğimiz, alıştığımız için çok tabiî gelen bu
hayat maceramız gibi; bir gün âhiret hayatına da adım atacağız. Âyet-i kerîmede
buyurulur:
“(Kâfirler) diyecekler ki: “Bizi tekrar
(hayata) kim döndürecek?”
De ki: Sizi ilk kez yaratan
(döndürecek!)” (el-İsrâ, 51)
Cenâb-ı Hak; bizi yaratışında da,
rûhumuzu kabzedişinde de, bizi tekrar diriltişinde de rahmetiyle tecellî
ediyor;
O bize dâimâ lütuf kâr…
Bu dünyaya hiçbir bedel ödemeden, sıfır
sermayeyle geldik; hak ederek, kazanarak gelmedik. Tamamen Cenâb-ı Hakk’ın
lutfu…
Var oluşumuz, hayat buluşumuz bir lütuf…
İnsan olarak dünyaya gelmemiz ayrı bir
lütuf…
Müslüman olarak gelmiş olmamız sonsuz
bir lütuf…
Fahr-i Kâinat -Sallâllâhu Aleyhi ve
Sellem- Efendimiz’e ümmet olmamız ise emsalsiz bir lütuf…
Cenâb-ı Hak; dünya hayatındaki bütün bu
lütuflarından sonra, bize bir büyük lütufta daha bulunmak istiyor:
Bizi kıyâmetin dehşetinden korumak
istiyor.
Çünkü dünyanın ve dünya hayatının sonu;
Dehşet verici bir infilâk…
Cenab-ı Hak, kıyâmetin muhtelif
safhalarından birini şöyle bildiriyor. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“(Düşün o) günü ki, yazılı kâğıtların
tomarını dürer gibi göğü toplayıp düreceğiz…” (el-Enbiyâ, 104)
İnsanın ne idrâkine, ne de bugüne kadar
keşfedebildiği teleskopların menziline sığabilen, uçsuz-bucaksız semâları bir
tomar kâğıt gibi düren kudret ve azameti düşünün; bir de o dürülüşteki dehşeti
düşünün…
O semâlar ki, trilyonlarca galaksi…
İfade etmeye dillerin ve sayıların yetmediği çoklukta yıldız… Cenâb-ı Allâh’ın;
“Hayır! Yıldızların yerlerine yemîn
ederim ki, bilirseniz, gerçekten bu, büyük bir yemindir.” (el-Vâkıa, 75-76)
buyurduğu yerler… Işığın saniyede üç yüz bin kilometre hızla yol kat ettiği
hâlde, içinde kaybolduğu gökler…
O muhteşem gökler bu hâle gelir de,
âlemler içinde zerre kadar olan arzın üzerinde bir zerre mesâbesindeki insanın
hâli nice olur!
Cenâb-ı Hak, sahneler hâlinde
gözlerimizin önüne getiriyor:
“İşte o gün, kişi; kardeşinden,
annesinden ve babasından, eşinden ve evlâtlarından bile kaçar.” (Abese, 34-36)
Dünyada kişinin başına bir musîbet
geldiğinde; kardeşine, ana-babasına, evlâdına koşar, onlardan meded ister.
Fakat kıyâmet ve âhiret hengâmında, en yakınından meded ummak şöyle dursun;
onların, kendi yakasına yapışması korkusuyla bir kaçış olacak. Müthiş bir
çaresizlik…
Dünyada merhamet ve şefkat duygularıyla,
analar evlâtları için nice sıkıntılara katlanırlar. Fakat kıyâmet öyle bir
dehşet ki; merhamet denince akla gelen anne, emzirdiği bebeğini bırakacak.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Onu (kıyâmeti) gördüğünüz gün, her
emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutur, her hâmile kadın çocuğunu düşürür.
İnsanları da sekir hâlinde (sarhoş bir hâlde) görürsün. Oysa onlar sarhoş
değillerdir; fakat Allâh’ın azâbı çok dehşetlidir!” (el-Hacc, 2)
Yine Müzzemmil Sûresi’nde kıyâmetin ne
kadar ağır bir felâket olacağı şöyle beyân edilmiştir:
“Eğer inkâr ettiğiniz takdirde, çocukları
ak saçlı ihtiyarlara döndürecek günden nasıl korunabileceksiniz!”
(el-Müzzemmil, 17)
Cenâb-ı Hak soruyor…
Kendinizi nasıl koruyacaksınız?
Çünkü Cenâb-ı Hak, bize karşı lütufkâr
ve bizim iyiliğimizi istiyor. Bizim o büyük infilâktan, kıyâmetin dehşetinden,
korku ve hüzün yaşamadan kurtulmamızı; Dâru’s-selâm’a, yani cennete girmemizi
arzu ediyor. Bizleri cennete davet ediyor.
Fakat Cenâb-ı Hak; cennetine, sonsuz
rahmetine ilhâk edeceği kullarından; duygusuz, hantal bir kalp istemiyor.
İstediği kalp kıvâmına erişebilmemiz için, bize Efendimiz’in en güzel
örnekliğini lutfediyor.
Bu kalp kıvâmına erişemeyenleri, kulluk
yolunda gayret etmeyenleri, ilâhî tâlimatlara sağır kalanları ise; cehennemle
korkutuyor, kıyâmetin dehşetiyle îkāz ediyor. İnsanları yaklaşmakta olan
kıyâmet karşısında endişe duymaya davet ediyor. Aslında ölümden sonraki hayat
hakkında, kıyâmet hakkında; mü’min-kâfir herkes korku içinde;
Herkes endişede…
Ölüm, kıyâmet ve ebedî hayat hakkında
mü’minde bir endişe var; kâfirde ayrı bir endişe var.
Mü’mindeki endişe; “Hâlim ne olacak?”
kaygısı…
Mîzanda amellerin tartısı nasıl çıkacak?
Zerrelerin dahî tartıldığı o terazide hayırlar mı, şerler mi ağır gelecek? Ne
kadar müsbet, ne kadar menfî amel çıkacak? Yaptıklarımız, âyette;
“Şüphesiz yapılan iş, bir hardal tanesi
ağırlığında olsa ve bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde bile
olsa, Allah onu çıkarır getirir.” (Lokmân, 16) beyânı çerçevesinde inceden
inceye hassas terazilerden nasıl geçecek?
Amel defteri ne yandan verilecek? Sağdan
mı, yoksa soldan mı? Amel defterinde, bir ömrün kare kare kayda geçirilmiş
hesâbında nelerle karşılaşacak?
Bu meçhuller dolayısıyla, mü’min dâimâ
kıyâmet endişesi taşıyor.
“Acaba benim ebedî mekânım nerede
olacak? Yolculuğum, bilhassa Sırat’taki hâlim nasıl olacak? Dönüp de telâfi
imkânının da bulunmadığı o hengâmda, ya âkıbetim hüsrân olursa!”
Bu endişe, îmânın îcâbıdır. Çünkü
âhirette selâmette olacağından kesin emîn olmak, küfürdür. Dünyada iken
cennetle müjdelenmiş sahâbîler bile; hâllerini muhâfaza edememe korkusuyla, son
nefes ve âhiret endişesi içinde. Nifâka düşmek korkusuyla her an titreyen,
kendisine;
“Unutma ey Ömer! Ölüm var!” diye
öleceğini hatırlatması için bir şahıs tutan Hazret-i Ömer’in şu tefekkürü,
mü’min için gerekli olan havf ve recâ / korku ve ümit dengesini ne kadar güzel
ifade etmektedir:
“Gökten gelen bir ses;
“–Ey insanlar! Sadece bir kişi cehenneme
girecek.” dese;
“–Acabâ; o kimse ben miyim?” diye havf /
korku hâlinde olurum.
“–Ey insanlar! Sadece bir kişi cennete
girecek.” dese, o zaman da;
“–Acabâ o kişi ben miyim?” diye recâ /
ümit hâlinde olurum.”
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-
şehâdetine sebep olan yaralanma hâdisesi üzerine ziyaretine gelen ve kendisini
medh u senâ eden ashâba söylediği şu sözleriyle de aynı hissiyâtı dile getirir:
“Böyle fânî iltifatlara kapılan
aldanmıştır. Eğer dünya dolusu altınım olsa; mahşer gününün korkularından
kurtulmak için, onların hepsini fedâ ederdim.”
Takvâ, mü’minde işte bu endişeyi
artırır. Bu endişenin varlığı ve artması da güzel bir husûsiyettir. Çünkü
âhiret endişesi arttıkça istikamet de artar.
Gafil ise endişelerden uzak yaşar,
nefsinin hevâsına mağlûptur fakat farkında değildir. Kendisini bekleyen nice
korkunç sahne hiç yokmuşçasına bir rahatlık içinde yaşar. Fakat gafletin sonu,
sonsuz bir hüsran ve faydasız bir pişmanlık olur. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de; “İşte
(ey insan!) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir.” denir. Sûr’a üfürülür; işte
bu, geleceği va‘dedilen gündür.” (Kāf, 19-20)
Aslında herkeste âhiret endişesi var. Kâfirde
de öbür dünya endişesi var. İnkâr etse dahî; “Ya varsa?” şüphesi içini kemirmekte.
Çünkü ne kadar görmezden gelirse gelsin, kâinatta her şey ilâhî azametin
mührünü taşıyor. Her şey ilâhî azamete vitrin… Bu azamet, ister istemez
kıyâmeti hatırlatıyor. İnanmasalar da kıyâmet inkârcıların da gündeminde…
Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:
Büyük haber!
عَمَّ يَتَسَآءَلُونَ عَنِ النَّبَاِ
الْعَظٖ۪يمِ اَلَّذٖ۪ى هُمْ فٖ۪يهِ مُخْتَلِفُونَ
“Birbirlerine neyi soruyorlar? İhtilâfa
düştükleri büyük haberi mi?” (en-Nebe’, 1-3)
O kâfirlerin, inkârcıların bile; “Ya
varsa?” diye ihtilâfa düştükleri “Büyük Haber…” Kıyâmet…
Efendimiz’e peygamberlik gelmeden evvel
câhiliyye devrinde âhiret mefhumu yoktu. Hazret-i İbrahim ve İsmail
peygamberlerin tebliğ ettiği hakikatler unutulmuştu. Yani herkes nefsinin
istediği gibi yaşıyordu. Bir gün hesap vereceği endişesini, yaptıklarının
sorulacağı korkusunu hissetmiyorlardı. Her şey güçlünün hakkı idi. Güçsüzün,
zayıfın hiçbir hakkı yoktu.
Nihayet adâlet ve hakikatin kandili olan
İslâm geldi ve nûruyla karanlıkları aydınlatmaya başladı. O zaman zalim
müşrikler, büyük hakikat karşısında saltanatlarının endişesi içine düştüler.
Ebû Süfyan’ın karısı Hind, bu endişe ile şöyle feryâd etti:
“–Böyle bir din mi olur? Şimdi koskoca
ben, sıradan bir köleyle bir mi olacağım? Efendisi olduğum köleye istediğimi
yapamayacak mıyım? Olmaz böyle şey. O köledir, ben efendi!.. Ona istediğimi
yaparım! Bu hakkımı kim elimden alabilir?!.”
Ancak;
Son nefesinde bile;
“Namaz! Namaza dikkat edin! Emriniz
altındakilerin hakkına dikkat edin!” tâlimâtını veren Hazret-i Peygamber’in
Mekke’yi fethinde, O’nun sonsuz adâleti ve affı karşısında Hind de îmân etti.
Zaten;
Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-,
Kur’ân’ı tebliğ etmeye başladığı zaman, kâfirlerde endişe başlamıştı. İlk nâzil
olan sûrelerde bilhassa üzerinde durulan, dehşeti sahne sahne insanın önüne
serilen kıyâmete, inkârcılar; “Büyük Haber” dediler ve aralarında; “Ya varsa?”
diye tartışmaya başladılar.
Demek ki kıyâmet ve âhiret; mü’min-kâfir
bütün insanlığın endişesi, herkesin çözümünü aradığı bir muammâ… Bu ölüm
muammâsını, bu kıyâmet bilmecesini çözüp rahata erebilmek, ölümü
güzelleştirebilmek ancak takvâ ile mümkün…
Takvâ ile Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıkça,
kalpteki birtakım endişeler azalmaya başlar. Dehşet, yerini haşyete bırakır.
Çaresizliğin getirdiği ihtilâçların, ıstırapların yerini teslîmiyetle gelen
huzûr alır.
O ıstıraplı dehşetten kurtulmanın yolu;
insanı ıslah eden, îmânı zinde tutan müsbet bir endişeyle yaşamaktır;
Son Nefes Endişesiyle Yaşamak…
Cenâb-ı Hak; ısrarla bizim kıyâmet ve
âhirette selâmette olmamızı, cennete girmemizi istiyor. Bunun iki yolunu, takvâ
ile geçen bir ömür ve müslüman olarak verilen son nefes şeklinde beyân ederek
şöyle buyuruyor:
يَا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا
اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِه۪ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na
yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân,
102)
Bu hayat lutfu, bize bir kereye mahsus
verildi. Can vermek de ancak bir kere olacak.
İkinci Bir Sefer, İkinci Bir Fırsat Yok.
O hâlde, insan bu tek fırsatı çok iyi
gözetmeli, onu gafletle hebâ etmemelidir. Dünya hayatında imtihan malzemesi
olarak verilen can, mal ve evlât gibi imkânlar da, insanı son nefesi îman ve
İslâm üzere vermek endişesinden alıkoymamalıdır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Ey îmân edenler! Mallarınız ve
çocuklarınız sizi Allâh’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar
ziyâna uğrayanlardır.” (el-Münâfikûn, 9)
Çünkü dünya hayatındaki; mal ve evlât
nimetlerinde bir câzibe, bir sıcaklık vardır. Ebediyet iştiyâkı içindeki insan;
dünyaya aldanır ve gaflete dalarsa, malının kendisiyle dâimî kalacağını
zanneder, onu bir âhiret malzemesi olarak, cenneti kazanmak için kullanacağı
yerde nefsânî arzuları için hebâ eder.
Yine gafil; kendisinden bir parça olan
evlâdını, Hak yolunda yetiştirip onu kendi âhireti için de sadaka-i câriye
eyleyeceği yerde; onu dünyevî istikbâle hazırlamak iddiasıyla, âhiretten
bîhaber yetiştirir, hem evlâdının hem kendisinin ukbâsını berbâd eder.
Cenâb-ı Hak; iki ucu keskin bir bıçak
gibi olan bu nimetleri, doğru bir şekilde kullanmamızı arzu etmektedir. Çünkü
pek çok kimse bu nimetleri, elindeki bıçakla ekmek keseceği yerde damarını
kesen bir gafil gibi kullanmaktadır. Bu bakımdan bu nimetleri, doğru şekilde
kullanmadığımızda son nefeste düşeceğimiz nedâmet hâlini Cenâb-ı Hak bize şu
âyet-i kerîmelerle bildiriyor:
“… Rabbim! Beni (ölümümü) yakın bir
süreye kadar geciktirsen de, sadaka verip sâlihlerden olsam!…” (el-Münâfikûn,
10)
“(Hâlbuki) Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi
(ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Münâfikûn, 11)
Son nefeste bu korkulu hâle düşmemek
için; hayatı, son nefes endişesinin îcâbı olan sâlih ameller içerisinde
geçirmek zarûrîdir. Âhiret endişesi sadece münkir ve gafillere değil, sâlihlere
de lâzımdır. Çünkü âhirette herkes pişmanlık yaşayacaktır. Nitekim Rasûlullah
-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bir gün;
“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir
kimse yoktur.” buyurmuşlardı.
Ashâb-ı kiram;
“–Onun pişmanlığı nedir yâ Rasûlâllah?”
diye sordular.
Efendimiz;
“–Muhsin bir kişi ise, bu hâlini daha
fazla artırmamış olduğuna; kötülük eden bir kişi ise, o kötülükten vazgeçmemiş
olduğuna pişman olacaktır.” buyurdu. (Tirmizî, Zühd, 59)
Fahr-i Kâinat -Sallâllâhu Aleyhi ve
Sellem- Efendimiz bir başka hadîs-i şeriflerinde de şöyle buyurdu:
“Cennet ehli; başka hiçbir şeye değil,
sadece, dünyada Allâh’ı zikretmeksizin geçirmiş oldukları anlara hasret ve
nedâmet duyarlar!” (Heysemî, X, 73-74)
Cenâb-ı Hak; dâimâ kıyâmet vâkıasını
hatırda tutmanın ehemmiyetini, Hazret-i Peygamber’in şahsında ümmetine şöyle
hitâb ederek bildirmektedir:
“(Rasûlüm!) Dehşeti her şeyi kaplayan
kıyâmetin haberi Sana geldi mi?” (el-Ğâşiye, 1)
O büyük haber elbette bize geldi. Fakat
Cenâb-ı Hak bir mânâda şöyle îkāz etmiş oluyor:
“Nasıl olur da hiç o büyük haber
gelmemiş gibi davranabilirsiniz?!. Nasıl olur da dünyada boş ve süflî şeylerin
peşinde ihtiraslara kapılabilirsiniz?!. Nasıl en değerli sermâyeniz olan
ömrünüzü gafletle geçirebilirsiniz?!.”
Âyetin devamında ise kıyâmet ve âhirette
insanlığın iki âkıbeti, dünyada son nefes ve âhiret endişesiyle yaşayanların ve
yaşamayanların sûretleri beyan buyuruluyor:
“O gün birtakım yüzler zelildir.”
(el-Ğâşiye, 2)
“O gün birtakım yüzler de vardır ki,
mutludurlar.” (el-Ğâşiye, 8)
Cenâb-ı Hak yine bir endişeye davet
ediyor;
O Gün Ne Hâlde Olacağız?
Dünyada sûretimize, üstümüzün-başımızın,
kıyafetimizin temizliğine, düzgünlüğüne, güzelliğine dikkat ederiz. Ya âhirette
sûretimiz, şeklimiz, sîmâmız ne hâlde olacak? Asıl buna dikkat ve ihtimam
göstermek îcâb etmez mi?
O gün sîmâmız ne hâlde olacak?
Üzerini toz-toprak bürümüş, kan-ter
içinde, zelil, rezil-kepaze, solgun ve kapkara bir yüz mü?
Yoksa mesut, aydın, parlak, secde iziyle
parlayan, tertemiz, nur içinde bir yüz mü?
O Gün Bedenimiz Ne Hâlde Olacak?
Uzuvları aleyhine şahitlik eden, dünyada
gizli-açık işlediği günahların çirkin alâmetleriyle haşredilmiş, ağır yükler
altında ezilmiş, boynuna yaptığı haksızlıkların, zulümlerin yaftaları asılmış
perişan bir vücut mu?
Yoksa abdestle parlayan, Kur’ân ile
nurlanan, işlediği sâlih amellerin mükâfâtı olan nişanlar taşıyan, tertemiz,
güzel, mükemmel ve huzurlu bir vücut mu?
Unutmamalıdır ki;
O günkü sîmâmızı ve sûretimizi
belirleyecek husus, kalbin bu dünyadaki kıvâmıdır. Bu dünyada günahlar yüzünden
katranlaşmış kalpler; öbür dünyada vücudun çirkin, pörsük, zelil ve iğrenç bir
hâlde haşredilmesine sebep olur.
Bu dünyada nefis tezkiyesi ve kalp
tasfiyesi ile çirkinliklerden temizlenen ve sâlih amellerle güzelleşen kalp
ise; Allâh’ın izin ve keremiyle, öbür dünyada güzel, nurlu, mesut bir çehre ile
haşredilmeye vesile olacaktır.
Hülâsa bu dünya hayatı, bizim hem maddî
hayatımızın hem de istikbaldeki mânevî hayatımızın temelini teşkil edecek.
O azametli, korkulu istikbalde korkudan
ve hüzünden emin olabilecekler, ancak Rabbine dünyada dost olabilenlerdir:
اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ
عَلَيْهِمْ
وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku
yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yûnus, 62)
O hâlde, dünya hayatının yegâne gayesi;
Cenâb-ı Hakk’a dostlukta mesâfe almaktır. Bu yolda azim ve gayrettir. Bunun da
reçetesi;
Hamd, Şükür Ve Zikir
Cenâb-ı Hak, lisanlarımızın virdi olan Fâtiha
Sûresi’nin başında;
اَلْحَمْدُ
لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ٖينَ
“Bütün hamdler, Âlemlerin Rabbi
Allâh’adır.” buyurarak, bize sonsuz âlemleri tefekkür ettirmekte, ilâhî azamet
karşısında hamd hâlinde bulunmamızı tekrar tekrar hatırlatmaktadır.
Yine insan, kendisini meccânen bunca
lütuf vererek var eden ve kendi bahşettiği sermâyeyi O’nun rızâsına uygun sarf
etmemiz karşılığında cennetine davet eden Allâh’a karşı nankörlük içinde
olmamalıdır. Nankörlüğün zıddı şükürdür.
Hamd ve şükür hâlini sürdürebilmek için
gafletten uzak durmak şarttır. Gafletten kurtulmanın çaresi, zikirdir.
Zikir…
Allâh’ı unutmamak…
Ölümü unutmamak…
Kıyâmeti, âhireti unutmamak…
İslâm’ı, hayatın hiçbir safhasında
unutmamak…
Allâh’ı unutmayan bir kalp, yanlış yola
sapmaz. Kimse bir haksızlığa, kalbe diken batıran bir davranışa besmeleyle
başlamaz. Demek ki gafletin, günahın, Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştırıcı işlerin
başı; Allâh’ı unutmaktır. Cenâb-ı Hak, bizleri şu âyet-i kerîmelerle de îkāz
ediyor:
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve
herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun; çünkü Allah,
yaptıklarınızdan haberdardır. Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara
kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.”
(el-Haşr, 18, 19)
Hamd, şükür ve zikir hasletlerinin kulda
devamlı hâlde bulunabilmesi için; kalbin incelmesi, zarifleşmesi, ilâhî
mühürlere, ilâhî vitrinlere, azamet-i ilâhî tecellîlerine âgâh hâle gelmesi
zarûrîdir. İlâhî hükümranlığın içinde yaşaması zarûrîdir.
Allah ile dostlukta bu üç fazîlet,
mü’mine yardımcı olurken; şu üç süflî sıfat ise, Cenâb-ı Hakk’a dostluğa
mânîdir:
Kibir, Cimrilik Ve Hamâkat
Cenâb-ı Hak’la dost olabilmek için, bu
üç menfî hâlin bertarâf edilmesi lâzım…
Birinci engel, kibir ve benliktir.
Kibir, -Allah muhâfaza buyursun- azamet-i ilâhiyyeye ortaklığa kalkışmaktır.
Çok vahim bir küstahlıktır.
Hâlbuki kibriyâ sıfatı Allâh’a aittir.
Tevhid akîdesinin ortaklığa hiçbir şekilde tahammülü yoktur. Onun için kibir ve
benlik; kişiyi, iblis gibi uçurumdan aşağı atar. İblis, kibri yüzünden Allâh’a
düşman kesildi.
İkinci engel, cimriliktir. Bir kulun
cimrilik etmesi, sahibi olmadığı bir mala sahip olmaya kalkmasıdır. Oysa;
اَلْمُلْكُ لِلّٰه
“Mülk Allâh’a aittir” prensibi vardır.
Mülk, ferdin değildir. Ferdin tasarrufuna, mülkün asıl sahibi Allah tarafından
emânet edilmiştir ki, tasarruf şartlarından biri cimrilik ve israftan korunarak
infâk etmektir, Allâh’ın mahlûkātını gözetmektir. Emânet olan nimeti; nefsine
tahsis edip de, zayıf, muhtaç, fakir kullara kör; merhamet dilenen mahlûkāta
sağır kesilen bir cimri, asla Allâh’a dost olamaz.
Pintilik, sadece parayı esirgemek
değildir; bilgiyi, zamanı, hizmeti esirgemek;
“Ben bu kadar yaptım, yetmez mi?
Gerisinden bana ne?” diyerek;
“Biraz da başkaları yapsın.” diyerek,
nefsinin tembelliğine ve cimriliğine mazeret aramak da cimriliktir.
Kulun Cenâb-ı Hakk’a dost olmasının
önündeki üçüncü engel, hamâkattir. Bu ahmaklık; bir zihin özrü veya zekâ
geriliği değildir. Bu ahmaklık; akıl gûyâ başta olduğu hâlde, gafletin
kararttığı, nefsin şaşırttığı kalbin, âhireti bırakıp dünyayı tercih etme
bedbahtlığıdır. Aklı; nefsânî hayatı mâmur etmeye kullandığı hâlde, rûhânî
hayatı bir enkaz hâline getirmektir.
Bir gün halîfe Süleyman bin Abdülmelik;
Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in ashâbına yetişmiş bulunan
Ebû Hâzim Hazretleri’ne sordu:
“–Bize ne oluyor ki, ölümden
hoşlanmıyoruz?”
Ebû Hâzim’in cevabı mânidâr idi:
“–Nefsânî arzularınıza aldandınız,
dünyayı mâmûr edip âhireti harâb ettiniz. Bu sebeple mâmur bir yerden harâbe
bir yere geçmek hoşunuza gitmiyor.”
Hakikî hamâkat odur ki; kişi, ölenleri
duyar, görür; kabirlerin önünden geçer, fakat onların sessiz feryatlarından
anlamaz. Hazret-i Mevlânâ, gerçek akıllı ve ahmağı tespit ederek şöyle buyurur:
“Akıllılar önceden ağlar; sonunda
tebessümlere gark olurlar. Ahmaklarsa, önceden kahkahalara boğulur, sonra da
başlarını taşlara vurarak ağlarlar. Ey kişi! Firâsetli olup işin sonunu
başlangıçta iken gör de cezâ gününde pişmanlık ateşiyle yanıp tutuşma!..”
“Kendisinde bu üç sıfat; yani kibir,
cimrilik ve hamâkat bulunan kişi, Allâh’a yaklaşamaz.” buyurulmuştur. Ancak bu
üç kötü vasıf, lâyıkıyla bertarâf edildiği zaman; rûhî inkişaf yolunda mesafe
alınmaya başlanır. Bu üç menfî vasfın bertarâf edilmesi için, şu üç müsbet
vasfı elde etme gayretinde olmak gereklidir:
1. Kur’ân ve Sünnet’in hazmedilerek
hayatın her safhasına intikali…
2. Gecelerin derinliğinden hisse ve
feyiz alabilmek…
3. Sohbetin hakikatine erebilmek…
Bizleri âhiretin dehşetinden korumak ve
kurtarmak üzere Cenâb-ı Hakk’ın kullarına lutfu olan, iki cihanın hidâyet
rehberi Kur’ân-ı Kerîm’i, ashâb-ı kiram gibi telâkki etmeliyiz; Onlar nazarında
âyet-i kerîmeler;
Gökten İnen Sofralar
Kur’ân-ı Kerîm’in ilk muhatabı olan
bahtiyar nesil sahâbe-i kiram hazerâtı; âyet-i kerîmeleri en büyük nimet
telâkki eder, önce o âyetleri öğrenmek sonra da her bir âyetin şümûlüne
girebilmek için tefekkür eder, birbirleriyle istişâre eder, fedâkârca çalışır,
hâsılı bir çırpınış içinde, azim ve gayret hâlinde olurlardı.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-
buyuruyor:
“Ensardan bir komşum ile beraber,
Medine’nin yüksek taraflarında kalan Ümeyye bin Zeydoğulları yurdunda oturuyorduk.
İlim öğrenmek için Rasûlullâh’ın yanına nöbetleşe inerdik. Bir gün o iner, bir
gün ben inerdim. Ben indiğim zaman, o gün vahiy veya başka ne duyarsam haberini
komşuma getirirdim; o da indiği zaman, böyle yapardı…” (Buhârî, Kitâbü’l-İlm,
27)
Velhâsıl Kur’an ve Sünnet’in en güzel
şekilde hazmedilmesi lâzım. Evde, sokakta, direksiyon başında, okulda,
işyerinde, ticarethânede… Hayatın her safhasında hayatımız nasıl? Allah
Rasûlü’nün hayatıyla ne kadar yakınlık içinde? Âhiret selâmeti için bu muhasebe
içinde olmamız zarûrî…
Gündüzlerin Kur’ân ve Sünnet esaslarıyla
aydınlanabilmesi için şart olan husus;
Gecelerin Secdelerle Nurlanması
Cenâb-ı Hak, seherlerde kuluyla
beraberlik arzu ediyor. Geceleri istiğfarla, secdelerle, Kur’ân’la, zikirle
ihyâ etmeye davet ediyor. Af kapılarını açıyor; mağfirete, rahmete çağırıyor.
Bu ilâhî davete icâbetimiz nasıl?
Cenâb-ı Hakk’ın; Dâru’s-Selâm’a, yani
cennete yaptığı davete icâbet edebilmemiz için; dünyada iken seherleri ihyâ
davetine koşmamız îcâb ediyor.
“Seherlerde istiğfâr edenler”,
“Yanlarını yataklarından ayıranlar”,
“Secde ve kıyam hâlinde geceleyenler”
şeklinde, Allâh’ın sevdiği kulların âyet âyet bize bildirilen vasıflarıyla
müzeyyen hâle gelmeye çalışmamız îcâb ediyor.
Bedenimizin uykuya ihtiyacını
giderirken, rûhumuzun da mâneviyâta ihtiyacı olduğunu ihmâl etmememiz elzemdir.
Bize bu hakikatleri idrâk ettirecek en mühim vesile ise sohbetler… Bilhassa;
Sohbetlerin Tehassüs İklimi
Sohbet nedir?
Sohbet, Allah rızâsı için mü’min
kardeşlerin yan yana ve gönül gönüle gelmesidir. Birbirlerinin kalbî hayatından
istifâde etmeleridir. Gecelerde kazanılan feyzin; sâdıklarla, sâlihlerle
beraberlik neticesinde müsbet in’ikâslar ile artırılmasıdır.
Ancak hakikî istifâde için, sohbetin
hakikatine ermek lâzım. Hakikate erilmişse, sohbet; derûnî dertlere reçete
bulmaktır, aksi hâlde kuru bir beraberliktir. Beraberlik, mekân ve zamanda
birlikte olmak değil; aynı rûhânî dokudan hisse almak, kalplerin aynı hissiyat
ile atması demektir.
Kalp ve beden beraberliğini mukayese
eden Sâdî Şîrâzî, Kehf Sûresi’ndeki Ashâb-ı Kehf kıssasını misal göstererek
şöyle buyurur:
“Bir kelb, sâlihlere bekçilik ettiği
için sâdıklaştı ve Kur’ânî bir ifade kazandı. Nuh -aleyhisselâm- ve Lût
-aleyhisselâm- peygamberlerin hanımları ise fâsıklarla beraber oldukları için
küfre düşüp cehennem yolcusu oldular.”
Hâsılı; kıyâmetin dehşetinden ve
âhiretin hüsrânından muhâfaza olmak, o gün korku ve hüzünden emîn olmak için bu
reçeteleri tatbik etmek zarûreti var:
Hamd, şükür ve zikir hâlinde olacağız…
Kibir, cimrilik ve ahmaklıktan kalbimizi
muhâfaza edeceğiz.
Kur’ân ve Sünnet’i hayatımıza nakşetme,
geceleri ihyâ ve sohbetlerden istifâde gayretlerimizi artıracağız.
Yâ Rabbi! Bizlere son nefes ve kıyâmet
endişesiyle uyanık, amel-i sâlihlerle müzeyyen bir ömür yaşamayı nasîb eyle!..
Bizleri kıyâmet ve âhiret hengâmında; “Onlara
korku yoktur, üzülmeyeceklerdir.” müjdesine mazhar olan kullarına ilhâk
eyle!
Âmîn!
(Alıntıdır)
Yorumlar
Yorum Gönder