İbnü'l-Vakt Ya Da Ebu'l-Vakt Olabilmek
İbnü'l-Vakt Ya
Da Ebu'l-Vakt Olabilmek
"Sâfî" olan kâmil insan ise,
tamamıyla Allah’ü Teâlâ’nın aşk denizine batmıştır. Aslında o, kimsenin oğlu
(yâni kimseye bağlı) değildir. Vakitlerden de, hâllerden de kurtulmuştur.
Zaman,
üzerimizdeki Allah’ü Teâlâ’nın büyük nimetlerinden biridir. Zamanın asıl sahibi
Allah Teâlâ’dır. Ölçüsüzlükler içerisinde geçirilen zamanlarda, suçlu olan
zamanın kendisi değil o zamanı hoyratça tüketenlerdir.
Kur'ân-ı
Kerim’de; (Dehr, asr), belirlenmiş vakit anlamında; (Kıyamet, sâat ve ân),
kıyamet anlamında; (sene ve âm), yıl anlamında; (şehr), ay anlamında; (yevm),
gün karşılığı olarak kullanılır. Günün dilimleri olarak da; Gündüz (nehâr),
sabah (fecr), kuşluk (duhâ), öğle (zuhr), ikindi (asr), akşam (mağrib), yatsı
(ışâ) ve gece (leyl) ve ân kavramlarıyla zamandan bahsetmektedir.
Kur'ân-ı
Kerim'de değişik zaman dilimlerine yemin edilerek zamanın önemine dikkat
çekilmiştir.
"ve'l-asr,
ve'l-leyl, ve's-subh, ve'd-duha" (Asra, geceye, sabaha, kuşluğa yemin
olsun) gibi.
Bu
yeminler, zamanın izzetinin ilahi dille tescilidir. Zaman azizdir, ne kadar çok
olursa olsun değerinden bir şey kaybetmez. Aynen su misali...
Zaman
hayattır, zamanı israf hayatı israf, yani intihardır. Hayatını bozuk para gibi
harcayanlara Allah'tan umut kesmemelerini tavsiye eden âyet "esrafu ala
enfusihim (nefislerini israf edenler)" [5] tasvirini yapar. [6]
Kur'ân'ın
önemine vurgu yaptığı, Hz. Peygamberin muhafazasına dikkat çektiği zaman
olgusuna sûfîler, ayrı bir önem vermektedir. Her şeyden önce onlar, ânı
yaşamaya davet ederler. Dünle avunmak, yarının kaygısına gömülmek yerine
kişinin içinde bulunduğu ânı fırsat telakki etmesini isterler. Bu nedenle
vaktin kılıç gibi keskin olduğuna dikkat çekerler. Nakşibendiliğin temel
prensiplerinden hûş der dem ve vukûf-ı zamanî terimleri vaktin en güzel şekilde
değerlendirilmesini öngörür. Zamanın izafiliğini kabul edip zaman kaydıyla
kayıtlanmamaya davet ederler. Fevt-i vakti fevt-i ruhtan daha acı görür ve
zaman bilincine sahip olunmasını isterler.
Bahsettiğimiz
bu açılımları farklı bir yazımıza bırakıp biz bu yazımızda, sûfîlerin zamana
yaklaşımlarında dikkat çeken iki noktaya değinmek istiyoruz. Bunlar
İbnu'l-Vakt
ve Ebu'l-Vakt kavramları
İbnu'l-Vakt
İlk
dönemlerden itibaren İbnü'l-vakt (vaktin çocuğu, vaktin uşağı) deyimini
kullanan sûfîler, bununla, bir vakitte yapılması en uygun olan işi
gerçekleştiren ve belli bir zamanda kendisinden isteneni yapmakla meşgul olan
kişiyi kastetmişlerdir. [7] Geçmiş ve gelecek zaman dervişin umurunda değildir.
Onun önem verdiği zaman içinde bulunduğu ândır. İlahî irade ile yönetildiği ve
her vakitte, vaktin gerektirdiği şeyleri yaptığı için ona ibnü'l-vakt denilmiştir.
Tasavvuf
klasiklerinde vakt kavramı genelde hâl cihetinden ele alınmaktadır. Yani vakit
sözüyle, kendi iradeleriyle değil Hakk'ın iradesiyle yaşadıkları hâli
kastederler. Sûfî yaşadığı İlahi tecellilerin tasarrufu altında olduğundan,
hâllerin hükmüne tâbîdir. Bu yüzden «filân kimse vaktin hükmü altındadır.»
denilir. Bu sözün mânâsı, kulun kendi irâdesinden alınıp Hakk ile beraber
olması, demektir. [8] Davranışları dînî hükümlere aykırı olmamak şartıyla
sûfînin içinden geldiği gibi hareket etmesi makbul sayılmıştır.
Ebu Ali ed
– Dekkak (ö. 405 / 1014)'ın ifadesine göre vakit; içinde bulunduğumuz hâldir.
Eğer dünyada bulunursak, yani zihin ve kalbimiz dünyevî düşüncelerle dolu ise
vaktimiz dünyadır, Eğer ahirette bulunursak vaktimiz ahirettir. Eğer neşeli
isek vaktimiz neşedir, hüzünlü isek vaktimiz hüzündür. [9] Bu sözü ile
ed-Dekkâk vakti, fert tarafından yaşanan ve onun üzerinde galip olan hâl diye
tanımlamaktadır.
Zaman
kavramı yerine kullanılan vakt terimi, belirli bir tasavvufi hâlin yaşandığı
ânı, yani ‘şimdiki zaman'ı ifade ettiğinden, sûfîye ‘ânın çocuğu',
kendini tamamıyla âna veren kişi denmiştir. Buna göre İbnü'l-vakt olan sûfî,
manevî hâlleri tecrübe eder, irade ve hürriyetini işe katmadan ilahi tecelliye
teslim olur ve onun getireceği oluşu yaşar. İlâhî tecellîleri temâşâ eden sûfî
gaşyolur, duygulanır, heyecanlanır, içi içine sığmaz. Bir tür cezbe ve coşku
halindedir. Ânlarını Hak ile huzurlu geçirmekten dolayı, etkisi ve hükmü
altında kaldığı neşe, sevinç ve coşku gibi bast (açılım) hâllerine bürünmekten
dolayı şükreder. O'ndan ayrı kalmaktan, masiva ile oyalanmaktan dolayı da tövbe
eder, zira bunu gaflet olarak görür. Ya da hüzün ve kaygı gibi kabz (tutukluk)
hallerine dûçâr olduğu zaman bunlara sabır ve metanet gösterir. Niyazı Mısrî bu
konuda: "Ne maziyem ne müstakbel, her ânın anesiyim ben" der. [10]
Sûfî,
içinde bulunduğu ânın ne kadar farkındaysa o kadar saygındır. Onun her ânı
biricik olduğu kadar nefsinin her bir ânı da biriciktir. Bazı tasavvufi
metinlerde, nefsin her bir anına nefeş yani "soluk" denir. Buna göre,
sûfîlere de "nefes ehli" (ehlu'l enfas) denir; çünkü onlar her
nefeste, her solukta ve her ânda, nefs'in biricikliğinin tam bilincinde olarak
yaşarlar. [11]
Manevî
tecellilere açık olan ve sürekli bir değişim içinde bulunan sûfî, sonsuz ilahi
tecellilerin etkisiyle hâlden hâle, renkten renge girer. Saatin yelkovanı gibi
hiç durmadan bir ândan öbür âna intikal eder, bir ânı ötekine uymaz, bir
yükselir, bir inerler, sabit bir manzaraları, yerleşik bir makamları yoktur.
Kendisine âriften sorulduğunda, "Burada idi şimdi gitti." [12]
tanımlamasında bulunan Zünnûn-ı Mısrî, ârifin iki vaktinin benzer olamayacağını,
değişim hâli içerisinde bulunduğunu, kendisini Hakk'ın idaresine verdiğini
ifade etmektedir. Bu özelliklerinden dolayı İbnü'l-vakt olan sûfîye telvin
erbabı denmiştir.
İbnü'l-vakt
geçmiş ve gelecek kaygısı, kuruntusu taşımadığı için ânı genişletmiş, zamanın
fâniliğini "Külle yevmin hüve fi şe'ni" âyeti ile idrak etmiş ama
yaratılışın sürekliliğine dayanan bilinci benimsemiştir. [13]
Tasavvufu,
vaktin ilmine vâkıf olmak olarak tanımlayan Ebu Süleyman ed-Dârânî (ö.215/831)
kişinin hâlini muhafaza etmesini önemsemektedir. [14]
Cüneyd-i
Bağdadi'ye arifin özelliği nedir diye sorulduğunda, "Arifin özelliği;
suyun, kabının rengini alması gibidir"[15] demek suretiyle, her vakitte, o
vakit için en uygun olan hareket tarzını icra etmek olduğuna işarette
bulunmaktadır.
Vaktin
gereğini yerine getirmeyen sûfîyi Mevlânâ, tarikat anlayışına aykırı hareket
etmekle suçlamaktadır.
Şöyle ki:
"Ey
arkadaş, sûfî, bulunduğu vaktin oğludur. Bu iş yarın olsun, yarına kalsın
demek, tarikat anlayışına uymaz.
Yoksa sen,
sûfî bir er değil misin? Veresiye veriş ile elde bulunana yokluk gelir."
[16]
Bayezid-i
Bistamî, İbnü'l-Arabî, Melâmetîler ve Muhammed İkbal gibi yaratıcılık için
sürekli değişimi esas alan şahsiyetlerden biri olan Niyâz-i Mısrî (ö.1105/1694)
de İbnü'l-vakti, insan üzerine hakim olan hâl diye nitelemektedir. Tasavvufta
genel kanı temkin ehlinin üstün olduğu ise de Niyaz-i Mısri sonsuzluğa
doyumsuzluğu, ilahi tecellilerin sürekliliğini beyan sadedinde kendisini
ibnü'l-vakt olarak Divan'ında şu şekilde nitelemektedir:
İbnü'l-vaktim
beni ebu'l-vakt olmazam,
Abd-i
Mahzum ben tasarruf bilmezem. [17]
Vaktin
gereğini yerli yerince gerçekleştirmeyi sürekli dile getiren sûfîler, diğer
yandan vakti de putlaştırmamaya dikkat çekerler. Bu gerçek onların diliyle şu
şekilde beyan edilir:
"Sûfi…
vakit oğludur, fakat safı olan…
Tümden,
ululuk sahibinin aşkına batmış gitmiştir; gerçekte kimsenin oğlu değildir;
vakitlerden de kurtulmuştur, hallerden de." [18]
Genel
anlamda telvin ehli kabul edilen ibnü'l-vakt erbabı yolun yarısında görülürler.
Asıl pâyenin ebu'l-vaktte olduğunu düşünürler.
Ebu'l-Vakt
İbnü'l-vakt
her an değiştiğinden o, telvin (renkten renge girme) makamındadır. Bu güzel ve
zevkli bir makam olmakla beraber en üstün makam değildir. Bunun üzerinde temkin
(istikrarlı ve sabit olma, yani renksizlik) makamı vardır. Bu makama erenlere
ebu'l-vakt (vaktin babası) denir. Bunlar zamanla değişmezler, zamandan
etkilenmezler, tersine zamanı değiştirir ve etkilerler. O hâlde İbnu'l-vakt
zamana ve hâline mahkûm ve mağlub iken, Ebu'l-vakt zamana hâkim ve galibdir.
Hürriyet şairinin dediği gibi:
"Eder
tedvir-i âlem bir mekînin kuvve-i azmi"
Cihan
titrer sebat-ı pâ-yı erbâb-ı metânetten"
Temkin ehli
olan metin ve istikrarlı sûfîlere dıştan bakıldığında sıradan bir insandan
farklı gözükmezler, onlarda herhangi bir fevkalâdelikte gözükmez. Ama iç
dünyaları çok fırtınalıdır. Mevlânâ bu makam ehli için:
"Sûfî
İbnü'l-vakt bâşed der misâl
Lîk sâfî
fârigest ez vaktı hâl"
Sûfî
İbnü'l-vakt'tir, ama sâfî (kâmil insan) vaktin ve hâlin üstündedir. [19]
Ebu'l-vakt
olan sûfî, kendini şe'niyetin akışına bırakmaz, yani mahkûm değildir o. Âna
hükmetmek ister. Sıfat ve isimlerin tecellileriyle yetinmez, Zât tecellisine
yükselmek peşindedir. Karar altına alınan tecelliye teslim olmak yerine kararın
verilişine katılmak isterler. Yani hâllere mağlubiyet yerine hâllerin sahibine
katılmayı esas alırlar. Bu kararlı durumları onlara temkin erbabı denmesine
sebep olmuştur. Temkin sahibi sûfî bir inip bir çıkmaz. Sürekli ve yerleşik bir
makama ulaşmıştır. Yolda değildir, menzile varmış, oturacağı yere oturmuştur.
Temkinle kastedilen kula açılan ölümsüz gerçeğin perdelenmeden, hep
parıldamasıdır. Telvin ve temkin durumu insanın özü itibariyledir. Dış
varlığımız, yani beden sürekli olarak telvin halindedir. [20]
Kendi
zamanını tam görmek isteyen ona uzaktan bakmalı, bir başka deyişle zamanın
önüne geçmeli, ya da üzerine çıkmalı. Dolayısıyla günün içinde değil de üstünde
ve önünde yaşayanlar zamana uymazlar, zamanı kendilerine uyduran büyüklerden
olurlar. [21] O nedenle Gerçek âşık, hâllerin emîridir; hâllere hakimdir. o;
hâle kapılıp kalmaz, hâle mahkum olmaz. Aylarda, yıllarda o ay gibi nûrlu,
parlak olan üstün varlığa kul, köle olmuşlardır.
İbnü'l-vakt
olan sûfî hâlden hâle giren telvîn vasfına sahipken, içinde bulunduğu hâle
uygun olarak değişim yaşarken, ebu'l-vakt olan sûfî yaşadığı hâller sonucunda
renksizlik makamında sükûnete ermiş ve temkin ehli olmuştur. Mevlânâ telvin ve
temkin ehli kişilerin gelişim serüvenini şu şekilde anlatmaktadır:
"O
söyleyince, hâl, onun buyruğu altına girer. O isteyince, gölge varlık olan
bedenleri can hâline getirir.
Hakk
yolunda oturup kalmış, hâli beklemekte olan kişi, işin sonuna varmamıştır.
Hâle hakim
olan kâmil insanın eli, hâl kimyasıdır. Elini oynatınca bakır, onun sarhoşu
olur, yâni altına çevrilir.
Kâmil insan
dilerse, ölüm bile tatlılaşır; diken ile neşter onun elinde nergis ve beyaz gül
olur.
Hâle bağlı
kalan insan ise, hâl gelince yücelir, yükselir; hâl gelmeyince eksilir,
aşağılara düşer.
"Sûfi",
"hâle" kavuşup değeri arttığı için "vaktin oğlu" olmuştur.
Yâni, geçmişi geleceği düşünmez, bulunduğu vaktin gereğini yapar. Fakat
"sâfî" olan kişi, "vakf'ten de, "hâl"den de
kurtulmuştur.
Gönlü
tertemiz olan "sûfi" kişi, vaktin oğludur, ama babası imiş gibi vakti
avucu içine almıştır. Onu sımsıkı tutmuştur.
"Sâfî"
olan kâmil insan ise, tamamıyla Allâh'ın aşk denizine batmıştır. Aslında o,
kimsenin oğlu (yâni kimseye bağlı) değildir. Vakitlerden de, hâllerden de
kurtulmuştur.
O,
doğurmayan bir nûra batmıştır. Doğmamak, doğurmamak ise Allah'ın vasfıdır.
Eğer diri
isen, git de böyle bir aşkı ara! Yoksa sen, çeşitli (değişip duran) vakitlerin
kulusun, kölesisin.
Sen kendi
şeklinin, bedeninin çirkin ve güzel olmasına bakma da, kendinin aşkına ve
isteğine bak!" [22]
Tasavvuf
ehli arasında "sûfî" ve "sâfî" denilen kimseler vardır.
Sûfi, vaktin oğludur, yâni vakit neyi gerektiriyorsa onu yapar. Sûfiden yüksek
olan "sâfî" ise, hâlden ve vakitten kurtulmuştur, ilâhî tecellîye
mazhar oluşunun farkına varmış, kendisini tam mânâsıyla arındırmış, Hakk'ta
fânî olduğu için vakit ona tabi olmuştur.
Özetle
sûfîler, vaktin muhafazasına her şeyden daha fazla önem verirler. Her ân
Allah'ın zikri ile iştigal etmek isterler. O'nun rızası dışında yaşam sürmek
istemezler. İmtihan mahalli olan dünya hayatında fırsatları değerlendirmeyi,
ömrü bereketli kılmayı, basit arzulara, bitmek bilmeyen tûl-i emellere
kapılmamaya özen gösterirler. Yaptıkları halvet, riyazet, mücahede, seyr u
süluk, ibadet, taat, zikir, tefekkür ve Kur'ân ile iştigal sonucu ilahi
tecellilere mazhar olacaklarının bilincindedirler. Manevî hâllerle giriftar
olup sonsuzluğa kanat çırpmak isterler. Yaşadığı manevî heyecanın tatlığına da
kapılmayıp vakte hakim olmaya, zamana yön vermeye ve zamanın eskitemediği bir
değer olmaya özen gösterirler.
İnsanların
aldandığı iki kıymet var: Biri sağlık diğeri zaman. Maalesef günümüzde en fazla
çarçur edilen de bunlar. Para kazanmak için sağlıklarını kaybedenler,
sağlıklarına geri kavuşmak için paralarını harcamak zorunda kalırlar. Vaktin
darlığından en fazla şikâyet edenler, boş vakitlerini gereği gibi
değerlendirmeyenlerdir.
Somuncu
Baba
Yazar:
Kadir ÖZKÖSE
*Cumhuriyet
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Dipnot
[1]-
Casiye, 45/24; İnsan, 76/1.
[2]-Asr,
103/1.
[3]- Araf,
7/187; Hicr, 15/38; Saad, 38/81.
[4]-Tevbe,
9/36.
[5]-Zümer,
39/53.
[6]-Mustafa
İslamoğlu, Yürek Devleti, Denge Yayınları, V.Baskı İstanbul 1991, 73.
[7]-Ebu'l-Kasım
Abdülkerim el-Kuşeyri, er-Risaletu'l-Kuşeyriyye fi İlmi't-Tasavvuf, haz. Ma'ruf
Zerrik, Ali Abdülhamid Baltacı, Dâru'l-Hayr, Beyrut 1993, 55.
[8]-Ebû
Hafs Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî, Tasavvufun Esasları -Avarifu'l-Maarif
Tercemesi-, haz..H.Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, Vefa Yayıncılık İslam Mecmuasının
Hediyesi, İstanbul 1990, 657.
[9]-Kuşeyri,
Risale, 55.
[10]-
Süleyman Uludağ, İnsan ve Tasavvuf, Mavi yayıncılık, İstanbul 2001, 230.
[11]-
William C. Chittick, Tasavvuf Kısa Bir Giriş-, çev. Turan Koç, İz
Yayıncılık, İstanbul 2003, 113.
[12]-
Tacu'l-İslam Ebu Bekir Muhammed el-Kelâbâzî, et-Taarruf li-Mezhebi
Ehli't-Tasavvuf, tah. Mahmud Emin en-Nevevi, el-Mektebetu'l-Ezheriyyetu
li't-Turaş Kahire 1992, 162.
[13]- Afet
Ilgaz, İbnü'l-Vakt, İz Yayıncılık, İstanbul 2000, 11.
[14]- Ali
b. Osman Hucvirî, Keşfu'l-mahcûb, İngilizceden Arp. çev. Mahmud Ahmed Madi
Ebu'l-Azaim-İsmail Ebu'l-Azaim, Dâru't-Turâsü'l-Arabî, Kahire 1974, 139.
[15]-
Kelâbâzî, et-Taarruf, 162.
[16]-
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Mesnevî, çev.Velede İzbudak, haz.Abdülbaki Gölpınarlı,
MEB Yayınları, Ankara 1998, I/11, b.133-134.
[17]-
Mustafa Aşkar, Niyazî-i Mısrî ve Tasavvuf Anlayışı, Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara 1998, 338.
[18]-
Annemarie Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, çev. Ergun Kocabıyık, Kabalcı
Yayınevi, İstanbul 1999, 135-136.
[19]-
Uludağ, İnsan ve Tasavvuf, 231.
[20]- Yaşar
Nuri Öztürk, Kur'ân ve Sünnete Göre Tasavvuf, Yeni Boyut, İstanbul 1998,
Sekizinci Baskı, 349-350.
[21]- Vehbi
Vakkasoğlu, Öğretmenin Not Defteri 5, Ciha
Yorumlar
Yorum Gönder