Akşemsettin Hazretleri
Akşemsettin Rahmetullahi Aleyh Hazretleri
" Konstantiniye bir gün mutlaka feth olunacaktır. Onu feth
eden asker ne büyük bir asker, onu fetheden kumandan ne büyük bir kumandandır.
" buyurmuştu güzeller güzeli Peygamber Efendimiz (S.A.S) 14 Asır önce
müjdelenmişti İstanbul'un fethi, kıymetlilerin en kıymetlisi tarafından. Alemde
kaç kişiye nasip olurdu, Allah'ın sevgilisinin övgüsüne mazhar olmak? Allah
aşkı için, Resulu Ekrem sevdası uğruna; gözü, gönlü Allah'a dönük nice Hakk
dostu, nice Hakk sevdalısı dayanmıştı surların kapısına.
Ama bir Osmanlı vardı ki Onu kuranlar hamurunu imanla yoğurmuş,
aşkla işlemişti. Osmanlı sultanlarının herbiri bu şerefe mazhar olmak için
dayanmıştı Bizans'ın kapısına...
Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri Î. Murat'a şöyle söylüyordu.
– Sultanım, fetih şu bizim köseyle, sizin Mehmed'e nasip olur,
ben dahi o günü göremem!
Üstâdının bu sözlerini duyan Akşemseddin büsbütün vahdet
deryasına atıldı. Çünkü kendisini büyük bir vazife bekliyordu. İstikbâlin
Fâtih'i onun elinde şekillenecekti...
Nitekim öyle de oldu. Zaman ırmağı sonsuza doğru aktı, günler
haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovaladı ve Sultan Murad Han oğlu
Muhammed Osmanlı tahtına çıktı... Hiç vakit kaybetmeden bütün âlimleri
Edirne'ye dâvet etti ve onlardan sordu. Herkes fikrini söyledi. Sıra Ak Şeyh'e
gelince şöyle dedi:
– Allah Resûlü'nün iltifat-ı seniyyesi size vâki olmuştur!
Gayret sizden, yardım yüce Allah'tan... Hiç tereddüt etmeden küffâr üzerine
yürüyünüz!...
Her zaman keskin bir bıçak gibi parlayan zekânın sahibi İkinci
Sultan Muhammed Han, ordusuna dikkat emrini verdi ve fetih ordusu nurdan bir
ırmak gibi Konstantiniyye üzerine aktı...
1453 Nisan'ının beşinci Perşembe günü, güneş ak tepeli dağlar
ardında gülümserken, İstanbul surları önüne geldiler... Hünkâr, o gün öğle
namazını binlerce cengâverin arasında kıldı ve namazı müteakip kuşatmanın
başladığı ilân edildi...
Fetih ordusunda kimler yoktu ki... Velîler, âlimler,
cengâverler, sırtı yere gelmemiş pehlivanlar, bülbül sesli hâfızlar... Ulubatlı
Hasan gibi ay yüzlü delikanlılar ve Zühre gibi parlak vezirler...
Ve cenk bütün şiddetiyle başladı... Bir gün, iki gün, üç gün
derken, günler zincir gibi uzayıp duruyordu.
İşler böyle sıkışınca ümit yıldızı da ufukları terk etti ve
konuşanlar oldu:
– Bir şeyhin sözüyle asâkir-i İslâm'ı burada helâk edeceğiz!...
Bu sözler genç hünkârın kulaklarına çarptı. Derhal paşasını
şeyhin huzuruna gönderip sordurdu:
– Fetih ne zaman?
Cevap hiç de iç açıcı değildi... O kat'i bir cevap istiyordu,
istiyordu ama alamıyordu...
Yine günler süren cenk ve yine müyesser olmayan fetih... Artık
sabır taşı da parçalanmıştı... Aslında sabır güzel bir şeydi de, bu an herkes
kendisini bir sevdânın alevine kaptırmıştı. Âşık ise sabır bilmezdi... Fatih
haykırdı:
– Ya ben bu şehri alırım, ya Bizans beni alır!
Ve paşalardan birini yine Ak Şeyh'e gönderdi:
– Hazret, ta'yîn-i vakt eylesün!... Fetih ne zaman vâki
olacaktır?
Paşa koşar adım Ak Şeyh'in çadırına gitti... O da ne? İçeriden
hıçkırık sesleri geliyordu... Ak Şeyh, mübârek alnını yerlere koymuş ağlıyordu.
Seccadesi gözyaşı incileriyle ıslanmıştı... Feryâd ü figânı Arş'a merdiven
dayamıştı ve o demde kendisine kesin işaret vâki oldu, hemen hünkâra haber
uçurdu:
– Mayısın 28. gecesi şafağında genel hücum yapılırsa Allah'ın
yardımıyla fetih müyesser olacaktır!...
Bu haberi alan genç hünkârın yüzünde görülmemiş bir ışık
pırıldadı ve bütün hazırlıklar yapılıp surlara doğru akın başladı... Genç
hünkâr atının üstünde ve dimdik, gözleri ufukları kucaklayacak gibi keskin
bakıyor... Birden Ak Şeyh'in olmadığını fark etti... Onu bulmalıydı, ondan
mânevî destek almalıydı...
Etrafına ateşli nazarla baktı... Hayır!... Şeyh yoktu...
Çadırında olsa gerekti. Atını şeyhin çadırına sürdü. Kapıdan içeri bakmak
istedi. Nöbetçi haykırdı:
– Dur Sultanım! Şeyhin kesin emri vardır!...
Fatih, nöbetçiyi dinlemedi ve başını uzatıp içeriye bir göz
attı. Ak Şeyh başını secdeye koymuştu. Dili de hep inciler saçıyordu:
– Yâ Rabbî, diyordu; bir bölük mücâhidi yerindirme, küffârı
sevindirme, asâkir-i İslâm'ı mansur ve muzaffer eyle!...
Bu hâli gören Fâtih yepyeni bir ümitle doldu ve atını şaha
kaldırıp yıldırım gibi cenk sahnesine düştü... Bir taraftan da nâra atıyordu:
– Haydi arslanlarım; Allah için can verecek gündür!... Koman
yiğitlerim... Vurun hâ vurun!...
Kulağının dibinde bir ses çınladı:
– Yetiştim padişahım!...
Bu Ulubatlı Hasan'dı... Surlara doğru ilerliyordu... Hünkâr, bu
genç adama bir nazar attı, dudakları tebessümlerle doldu ve dedi:
– Allah seni nazardan saklasın!...
Ulubatlı şehid olmak için kalelerin burcuna tırmanıyordu... Bir
anda sanki kıyâmet kopmuştu... Okların çekirge bulutu göklerde yüzüyordu.
Binlerce, yüzlerce ok yağıyor, yağıyordu... Ne var ki, göğsü îman dolu
cengâverler bir nefes olsun durmadan ileriye hamle yapıyorlardı... Bütün bu
ateşten âlem sürüp giderken Ak Şeyh de yüzünü secdegâhın topraklarına sürüyor
ve inliyordu:
– İlâhî! Nûrun şerefine, Habîbin hürmetine bize zafer nasip et!
Bir bölük mücâhidi mahzun etme!...
Secdeden başını kaldırdığında yüzünde elmaslar oynaşıyordu.
Artık vakit tamamdı. İstanbul fethi gerçekleşiyordu... Gözyaşları şimdi de
sevinçten akıyordu...
Tekbir sesleri, ezan ve Kur'ân nağmeleri surlarda bulutların
kanadına konup semâ semâ yükselirken beklenen an geldi ve İstanbul kapıları
ebedî olarak Müslümanlara açıldı... Fetih, Akşemseddin Hazretlerinin dediği
demde olmuştu... Hünkâr, saâdetinden uçacak gibiydi... Mübârek yüzünden nurlar
akıyordu... Beyaz atı üstünde ilerliyordu... Hemen yanı başında yüce mürşidi
bulunuyordu.
Muzaffer orduyu selâmlayan mağlûplar, Akşemseddin'i hünkâr sanarak
ona doğru koştular ve ellerindeki çiçekleri Ak Şeyh'e uzattılar:
– Buyurunuz, ey âlem padişahı!...
Yüce şeyh, eliyle hünkârı işaret ederek:
– Sultan Muhammed Han odur, ona gidiniz!...
O zaman, genç ve muzaffer kumandan güneş güneş gülümsedi ve dedi:
– Gidiniz, yine ona gidiniz!... Evet, ben padişahım, ama o benim
hocamdır!
Bir hoca, bir üstâd ve bir şeyh için bundan büyük saâdet hayâl
edilebilir mi?...
(Alıntı)
Yorumlar
Yorum Gönder