Ölüm Mümine Nasıl Gelir? Kâfire Nasıl Gelir?
Ölüm Mümine Nasıl Gelir? Kâfire Nasıl Gelir?
Mümin, vuslat-ı canana nasıl erer? Ölüm, kâfire
nasıl gelir? Onu, bu âlemden inkâr ettiği âleme ve korkunç azaba nasıl yollar?
Bunları anlatalım:
Rivayet olunur ki, Allah’ü sübhanehu ve Teâlâ, her
mümine öldükten sonra sorar:
- Seni tekrar dünyaya iade edeyim mi?
Mümin; Hakkın bu sualine, ölüm anında duyduğu acı
dolayısıyla menfi cevap verir, yani dünyaya dönmek istemez.
Kâfir ise, gördüğü ve ileride daha da göreceğini
bildiği azabın yanında, üç yüz kılıç darbesi acısı gibi olan azaba tahammül eder
ve iman ile ölmek, amel-i saliha işleyebilmek için; tekrar dünyaya dönmeyi
ister.
Şehitler ise, ölüm anında gördükleri iltifat-ı-ilâhiyeye
nail olabilmek için, tekrar tekrar dirilerek Allah’ü Teâlâ yolunda ölmeği ve
aynı iltifata nail olmayı temenni ederler.
Üseyd bin Abdurrahman hazretlerinden rivayet olunur
ki meyyit tabuta konulduğu zaman:
- Kaddimuni! Kaddimuni! (Beni, tez ve çabuk yerime
götürün) diye seslenir, duyanlar bu kelamı duyarlar.
Kâfir ise:
- Beni nereye götürüyorsunuz? Aman beni götürmeyin!
Diye feryat eder ve yalvarır: Erci'uni! Erci'uni! (Geri çevirin! Geri çevirin!)
Mümin kabrine vardığında, toprak kendisine:
- Sen, hayatta iken arka üstü üzerimde yatar ve beni
severdin. Ben de seni seviyorum... Şimdi, rahat rahat yat! Der.
Kâfir kabre girdiğinde toprak ona:
- Sen, beni sevmezdin ve bana buğz ederdin... Şimdi
de ben seni sevmiyor ve sana buğz ediyorum. Sen, üzerimde iken gülerdin, şimdi
ağlayacaksın. Vücudunu haram ile besledin, burada seni kurtlar yiyecekler, der
ve kâfiri öyle bir sıkar ki kaya altında kalan yumurta gibi ezer, kemikleri
birbirine girer. Kâfir, toprağın sıkmasından öyle bir feryat eder ki bu
feryadını insanlardan ve cinnilerden başka her mahlûk işitir.
Kabir, Mümini de sıkar. Fakat gurbetten gelen oğlunu
kucaklayan ana gibi...
Ceset, kabre konulduktan ve sual sorulduktan sonra,
âlem-i berzaha götürülür. Üç gün sonra, Rabbil âlemine münacat ederek kabrine
döner, gelir cesedine nazar eder ve görür ki ceset şişmiş, ağzından burnundan
kanlar, köpükler geliyor. O zaman cesedine hitaben:
- Dünyada yaşadığın günleri hatırlıyor musun? Diye
sorar ve gider.
Kırk gün sonra, yine izn-i-ilâhi ile gelerek
mezardaki cesedine nazar eder ki, karnı deşilmiş, kaşlar ve kirpikler dökülmüş saçlar
sakallar dağılmış, her tarafından kanlı irinli sular akmaktadır. Cesedini bu
halde görünce şöyle hitap eder:
- Ey cesedim!
Sana ne oldu? Böyle korkunç ve iğrenç bir şekle nasıl girdin? Hani senin ok
gibi kirpiklerin? Hani senin yay gibi kaşların? Hani senin sırma gibi güzel
kokulu saçların? Tozdan topraktan kaçınır, çamurdan iğrenir, tıraşına ve süsüne
itina ve ihtimam ederdin... Gücüne, kuvvetine, servet-ü samanına, rütbe ve
makamına güvenir, herkese tepeden bakardın.
Dünyada yaşadığın o günleri hatırla, der ve mahzunen
âlem-i-berzah'a gider, bir daha cesedini görmez. Ancak, kabrini ziyarete gelenler
olursa, izn-i-ilâhi ile kabrine gönderilir.
Cuma ve Pazartesi geceleri de, yine izn-i-ilâhi ile
hanesine gönderilir. Kendisini hayırla ve Kur'anla ananlara dua eder. Eğer,
çoluk çocuğu, ailesi efradı kendisini unutmuşlar, hayırla ve Kur' anla
anmamışlarsa, onlara beddua eder:
- Size, bunca nimetler bıraktık... Bıraktığımız
mallarımızla bize dua etmiyor, bizleri hayır ile yâd etmiyorsunuz!
Hâlbuki bıraktıklarımızı sizler yiyor, evlerimizde
sizler oturuyorsunuz. Hesabını ise burada bizler veriyoruz, der ve ilave eder:
- Siz bizi mahrum ve mahzun ettiniz, Allah’ü
azim-üşşan da sizleri mahrum ve mahzun etsin, temennisiyle âlem-i berzaha
dönerler.
Anlatacağım şu hikâyeyi de, dikkatle ve ibretle oku
da, kıssadan hisse al...
Hikâye
Zalim bir hükümdar vardı. Milletine ve tebaasına
yapmadığı zulüm kalmamıştı. Günlerden bir gün... Bir yere gitmek istedi.
Esvapçıları ve oda hizmetkârları, kendisine bir elbise beğendiremiyorlardı.
Getirilen elbiselerden her birine bir kusur buluyor, mülevves vücuduna ipekten
sırma işlemelerle, göz nuru dökülerek dikilmiş elbiseleri layık görmüyor, her getirileni
yerlere atıyor, çiğniyor, etrafına dehşet ve korku saçıyordu. Kendisini bir
ilah, ebedi bir varlık sanıyor; akıbetinin bir hiç olacağını aklına bile
getiremiyordu. Kendi boş varlığına gururlanıyor, bu varlığını baki ve ebedi
vehmediyordu.
Bir hiç olan kimseler, ekseriya cehillerini ve
noksanlıklarını libas ile örteceklerini zannederler… Aslında, bu gibiler insan
değil, belki muzır bir hayvandan daha aşağı derekededirler.
Böyle olan kişiler; terzinin, berberin, elbisenin ve
türlü süslerin insan ettiği zavallı mahlûklardır. Zira insanlık padişah
olmakla, vezir olmakla, paşa olmakla, hacı hoca olmakla, mal mülk sahibi
olmakla değildir…
“Bed asla necabet mi verir hiç üniforma,
Zerduz palan vursan, eşek yine eşektir...”
İnsan olmak; öyle mühim, öyle zor bir iştir ki,
sureta insan görünen, insan olamamıştır. Surette insan, yaşayışta hayvan ve
dalalette vahşi hayvanlardan da aşağıdadırlar.
Ne mutlu, insan görünüp insan olana...
Vay olsun, azap olsun, sureta insan gibi görünen;
hakikatte hayvan olana...
Hani; meşhur bir hikâye vardır:
Vaktiyle, bir köylü oğluna:
- Sen, adam olamazsın, dermiş... Çocuk, şehre
gelmiş. Tahsil yapmış, mal mansıb sahibi olmuş, daha da yükselmiş zengin olmuş...
Vezir-i-a'zamlığa kadar yükselmiş... Fakat babasının: “Sen adam olamazsın...”
sözünü de nasılsa unutmamış...
Kendi kendisine:
- Babam, bana adam olamazsın derdi. İşte, ilim
sahibi oldum, mal-mülk sahibi oldum, mevki - mansıb sahibi oldum, vezir oldum...
Bugüne bugün, koskoca bir ülkenin padişahtan sonra sözü geçer sahibi benim. Şu
ihtiyarı getirteyim de makamımı, ihtişamımı, kuvvet ve kudretimi göstereyim.
Bana adam olamazsın dediğini hatırlatarak şunu bir güzel utandırayım! Demiş ve
derhal emirler gönderip, babasının mevcuden getirilmesini istemiş. Emri alan
memurlar, zavallı ihtiyarı tarlasında çalışırken yakalamışlar ve çalyaka
İstanbul'a göndermişler. Neye uğradığını, buralara ne maksatla getirildiğini bilemeyen
zavallı ihtiyar şaşkın ve perişan vezir-i-a'zamın huzuruna çıkarılmış... Senelerden
beri kendisinden bir haber alamadığı hayırsız oğlunu, huzurunda kat kat eğilen
bir sürü biçarelere karşı zalim ve mağrur bir debdebe içinde bulan bağrı yanık
babaya, şımarık vezir yerinden kıpırdamadan hafifçe gülümseyerek:
- Hatırlıyor musun baba, demiş... Sen, bana adam
olamazsın der dururdun... Bak benim devletime, debdebeme, saltanatıma…
- Görüyorsun ya vezir oldum, vezir-i azam oldum. Nasıl
utandın mı bana söylediğinden?
Dertli ihtiyar acı acı gülmüş:
- Beni, köyümden yerimden yaka paça yakalatıp, günlerce
yaya, aç ve perişan uzun bir yolculuğa mecbur ederek bu sözleri hatırlatmak
için mi getirttin?
Mağrur vezir, ihtiyarı tepeden süzerek:
- Evet, demiş... Haklı değil miyim?
Yaşlı ve bitkin baba içini çekmiş:
- Haklısın evlat, demiş... Evet, haklısın... Çünkü
benim sözümü doğruladın... Bak, yine tekrar ediyorum, vezir-ı-azam olmuşsun
amma, ne yazık ki, yine adam olamamışsın...
Biz gelelim asıl hikâyemize:
Bu şımarık ve mağrur hükümdar da, padişah olmuş amma
adam olamamışlardanmış... Her ne hal ise, zorlukla kendisine bir elbise
beğendirebilmişler, ordusunun önüne düşmüş ve kemal-i haşmetle yola revan
olmuşlar. Etrafında vezirleri, kumandanları olduğu halde yollardan geçerlerken,
halk gözüne sivrisinek kadar görünüyor, kendisini dağlardan yüce biliyormuş
... Ve lakin başı yükseklerde gezen bu ahmak da, birçokları
gibi ecel kılıcının ensesinde olduğunu fark edemiyormuş. Hâlbuki ömrü hitama
ermiş, melek-ül-mevt ile karşı karşıya gelmiş imiş... Öğle olduğu halde, her
şeyin kendisine veda ettiğini ve büyük bir süratle ölüme doğru, hiç
ölmeyecekmiş gibi gittiğini bir türlü anlayamıyormuş. Bir aralık:
- Önüne üstü başı yırtık, bin bir yamalı elbiseler
içinde bir zat çıkmış.
Mağrur hükümdar, hiddetle şiddetle gürlemiş...
Kimmiş bu adam? Ne cesaretle böyle bir harekete
yeltenebilirmiş. Bu kendisine karşı apaçık bir isyan değil mi imiş? Tebaasından
hiç kimse böyle bir küstahlıkta bulunamazmış…
Önüne çıkan zata, gazapla haykırmış:
- Çekil yolumdan, şimdi seni kahrederim! O zat,
kemal-i sükûnet ile cevap vermiş:
- Sen, bana hiç bir şey yapamazsın. Sen değil, bütün
beşer bir araya gelse, bana bir zarar eriştiremezsiniz.
Hükümdar, bu sözleri işitince şaşalamış, kekelemiş.
Kuvvetten, dermandan düşmüş, gazabı hilmiyete tebdil olmuş.
Çünkü bu zatın yüzüne bakınca tüyleri diken diken
oluyor ve gayri iradi tekmil vücuduna bir titreme geliyormuş... O zat, aynı sükûnet
ve vakar ile sözlerine devam etmiş:
- Sana; bir çift sözüm var, demiş.
Hükümdar:
- Bana müsaade et, şimdi yoluma gideyim. Dönüşümde sarayıma
gel, ne işin ve hacetin varsa yerine getireyim! Diye yalvarmışsa da:
- Olmaz! Cevabını almış... Sana söyleyeceklerimi
hemen söylemekle emir olundum. Beni, burada yalnız sen görüyorsun vezirlerin,
kumandanların ve askerlerin beni görmüyorlar, göremezler.
Zalim ve mağrur hükümdar, artık köpekleşmiş:
- Acep kimsiniz? diye sormuş... Sizi gördüğüm zaman bütün
varlığım elimden gitti.
O zat-ı-şerif cevap vermiş:
- Ben, ol kişiyim, o Allah’ü Teâlâ’nın meleğiyim ki canları
alır, bedenleri cansız hale koyarım. Servi boyları kırar, eyler keman… Eder hak
ile yeksan, vermez aman, haneleri harap eder; evlâtları yetim koyar, kabirleri
mamur ederim...
Bülbül gibi dilleri susturur, gül yüzleri
soldururum. Padişahların mülklerini ellerinden alır, hasımlarına devrederim.
Gelin girmedik hane vardır, fakat benim girmediğim hane yoktur. Nice annelerin
gelinlik kızlarını aldım; dizlerini dövdürttüm. Nice kuzucukların analarını
alıp onları öksüz bırakarak inlettim... Elimden ne cin, ne peri ne insan
kurtulabilir... Senden evvel padişah olan dedelerini ve babalarını da yok eden
benim! Şimdi, benim kim olduğumu öğrendin mi? Seni de onlar gibi öldürüp toprak
edeceğim. Bana “MELEK-ÜL-MEVT” derler. Hiç amanım yoktur.
Bu sözleri, duyan hükümdarın, söyleyen dili
söyleyemez, tutan eli tutamaz olmuş... Ona, öyle bir kılıç vurulmuş ki, üç yüz
kılıç darbesi gibiymiş... Birden atından düşmüş ve yere yığılmış... Maiyeti ve
kumandanları, kalp sektesinden öldüğüne hükmederek, toprağa tevdi etmek üzere
sarayına götürmüşler.
Hiç bir vasiyette bulunamamış. Sevdiği mülkü,
sevmediklerine kalmış... Düşmanları sevinmiş, dostları üzülmüş.
Fakat onunla kabrinde hiç kimse arkadaş olamamış.
Kendisini tek ve tenha kabre koymuşlar, sırtında ettiği. zulüm ve günah yükü olduğu halde kara topraklara
karışmış, gitmiş...
وَلِكُلِّ
اُمَّةٍ اَجَلٌۚ فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا
يَسْتَقْدِمُونَ ﴿٣٤﴾
Meal: Her milletin belli
bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler, ne de
öne geçebilirler. El-A'raf: 34
Kâfirlerin, zalimlerin ölümleri çok acı, çok korkunç
ve çok fecidir. Kâfirlerin ve zalimlerin, ölüm anında çektikleri azabı,
Kur'an-ı-kerim şu yolda haber vermektedir. (AIIah’u Teâlâ’ya sığınırız) .
وَالنَّازِعَاتِ
غَرْقاًۙ ﴿١﴾ وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطاًۙ ﴿٢﴾
Meal: Andolsun kâfirlerin
ruhlarını şiddetle çekip çıkaranlara, Andolsun müminlerin ruhlarını kolaylıkla
alanlara… En-Nazi'at: 1-2
وَمَنْ
اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِباً اَوْ قَالَ اُو۫حِيَ اِلَيَّ
وَلَمْ يُوحَ اِلَيْهِ شَيْءٌ وَمَنْ قَالَ سَاُنْزِلُ مِثْلَ مَٓا اَنْزَلَ
اللّٰهُۜ وَلَوْ تَرٰٓى اِذِ الظَّالِمُونَ ف۪ي غَمَرَاتِ الْمَوْتِ
وَالْمَلٰٓئِكَةُ بَاسِطُٓوا اَيْد۪يهِمْۚ اَخْرِجُٓوا اَنْفُسَكُمْۜ اَلْيَوْمَ
تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنْتُمْ تَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ غَيْرَ
الْحَقِّ وَكُنْتُمْ عَنْ اٰيَاتِه۪ تَسْتَكْبِرُونَ ﴿٩٣﴾
Meal: Allah'a karşı yalan
uyduran veya kendine bir şey vahiy edilmemişken, "Bana vahyolundu"
diyen, ya da "Allah'ın indirdiğinin benzerini ben de indireceğim"
diye laf eden kimseden daha zalim kimdir? Zalimlerin şiddetli ölüm sancıları
içinde çırpındığı; meleklerin, ellerini uzatmış, "Haydi canlarınızı
kurtarın! Allah'a karşı doğru olmayanı söylediğiniz ve onun ayetlerinden
kibirlenerek yüz çevirdiğiniz için bugün aşağılayıcı azap ile
cezalandırılacaksınız" diyecekleri zaman hallerini bir görsen! [El-En'am:
93]
Okuduğum bu iki ayetten birincisinde Kâfirlerin canlarını
şiddetle, sertlikle alan melekler)in sayıları üç yüz altmış adettir. Bu
melekler, kâfirin canını gazap ve sertlikle hulkuma (Boğaz, yemeğin mideye
gitmek için boğazdan geçtiği yol) getirir. Azrail Aleyhisselam ruhu alır. Ruh
göğe çıkar. Kâfirin ruhu gökten tard olunarak cehenneme gönderilir. Cehennemden
de iade olunarak, cesetle birlikte kabre girer ve orada hapis olunur, daracığına
bakarak infaz saatini bekleyen idam mahkûmları gibi, göreceği azap kendisine
gösterilir. Kıyamet gününe kadar öylece bekletilerek azap olunur. Kıyamet günü ise
cehenneme atılarak, ebedi narda kalır ki bunun mutlaka böyle olacağını Kur'an-ı-azimüşşan
haber vermektedir.
Firavun ve avenesinin kabirlerinde akşam ve sabah
ateşe arz olunarak azap çektiklerini de Kur'an-ı-mübin haber vermektedir.
Kâfir ve zalimler de, al-i-Firavun gibi
olduklarından, kabirlerinde bu minval üzere azap görecekler ve kıyamet gününe
bed i olarak nara gireceklerdir.
Allah’ü Teâlâ, cümlemizi iman ile öldürüp, salihlere
ilhak buyursun...
Âmin-Bi-hürmeti seyyid-il-mürselin...
وَلَوْ
تَرٰٓى اِذْ يَتَوَفَّى الَّذ۪ينَ كَفَرُواۙ الْمَلٰٓئِكَةُ يَضْرِبُونَ
وُجُوهَهُمْ وَاَدْبَارَهُمْۚ وَذُوقُوا عَذَابَ الْحَر۪يقِ ﴿٥٠﴾
Meal: Melekler, kâfirlerin
yüzlerine ve artlarına vura vura ve "haydi tadın yangın azabını"
diyerek canlarını alırken bir görseydin. (50)
Bu kâfirler, rahat yataklarında dahi yatsalar, bu
azabın şiddeti ile yerlerinden ok gibi fırlayarak azaptan kaçmak isterler.
Fakat kurtulmanın imkânı yoktur, bu şiddetli azabı çeke
çeke ölürler ve böyle ölmekten de kurtulamazlar. Bazı ahmaklar da:
- Öldü, kurtuldu... Diyorlar. Hâlbuki dünyada
çektiği azap, ahiret azabı yanında hiç mesabesindedir. Zira, ayet-i celilede de
işaret buyurulduğu gibi, meleklerin bu şiddetli azabı; ebed i azabın
başlangıcıdır.
Gelelim Müminlerin ölümlerine:
Allahu zül-celal, bir Müminin ruhunu kabzeylemesini;
Melek-ül-mevte emr-ü ferman buyurur. Azrail Aleyhisselam, bu Mümini mesela
pazarda alışveriş ederken bulur, kendisine selam verir. Mümin Azrail
Aleyhisselamın selamını alır ve sorar:
- Bir emriniz mi var?
Melek-ül-mevt cevap verir:
- Ey Allah'ın has kulu... Ben Melek-ül-mevtim...
- Maşallah... Ehlen merhaba... Ruhumu kabzetmeye mi geldiniz?
- Evet, Allah Celle sana selam etti... Nerede
istersen, ruhunu orada alacağım. Allah’ü Teâlâ, sana mühlet veriyor...
- Aman emanetini al... Şu dar-ı beladan saadet
diyarına varayım, Resulün cemalini göreyim, Rabbimin cennetine girip, nimetlerine
ereyim... Durma, gel beni bu kesafetten azat eyle!
Ayrılık ateşi, firkat narı beni zaten harap etti... Gurbette
geze geze, çile çeke çeke boyum eğrildi. Beni, bir an önce dost diyarına gönder
Allah aşkına... Mademki, bana mühlet tanımakla emir olundun, namaza durayım da
ruhumu öyle al. Muradım budur, o namaz ki Habib-i Huda'nın gözü nurudur, onda
vuslat bulayım...
Mümin derhal bir kenara çekilerek namaza durur ve
ruhu tereyağından kıl çeker gibi kabzolunarak “A'layı Illiyyine” rücu
eder.
Bir gün, Ashab-ı Kiram, İki Cihan Güneşi
aleyyhisselatü vesselam efendimize sordular:
- Ey Allah'ın Resulü... Bize ölüm kerih geliyor... Ölüm
anında ne yapacağımızı, ne yapmamız gerektiğini bize bildir.
Rasüllûllah Sallallahu Aleyhi Vesellem, saadetle
buyurdular:
- Siz ashabıma ve iman eden bütün Müminlere,
ölümleri anında öyle bir makam gösterilir ki, ölüme koşa koşa, can atarak,
büyük bir sevinç içinde varırsınız...
اِنَّ
الَّذ۪ينَ قَالُوا رَبُّنَا اللّٰهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَـتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ
الْمَلٰٓئِكَةُ اَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ
الَّت۪ي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ ﴿٣٠﴾
Meal: Şüphesiz
"Rabbimiz Allah'tır" deyip de, sonra dosdoğru olanlar var ya, onların
üzerine akın akın melekler iner ve derler ki: "Korkmayın, üzülmeyin, size
(dünyada iken) vaad edilmekte olan cennetle sevinin!" Fussilet Sûresi -30
İşte, yukarıda okuduğum ayet-i kerimenin meali de
bunu te'yid etmektedir:
Bu gibilere ölümleri anında başta Melek-ül-mevt
olmak üzere müjdeci melekler gönderilir ve kendilerine bahş ve inayet olunan
cennet makamı ile diğer ni'metler bildirilir ve gösterilir. Bu zevat-ı
ali-kadre vukuu muhakkak olan o korkunç günden korkmaması, dünyada
bıraktıklarından dolayı mahzun olmaması tebşir olunur ve bu müjdeci melekler, kendilerine
dünyada olduğu gibi ahiret hayatında da dost ve arkadaş kalacaklarını vaad ederek
Müminleri dilşad ederler.
Ne mutlu bu müjde haberini alanlara ve ne mutlu o
mühlik ve korkulu anda meleklerle dost ve arkadaş olanlara...
Allah celle hazretleri, Azrail Aleyhisselâm ruhları
alma vazifesini tevdi buyurunca, Melek-ül-mevt niyazda bulunmuş:
- Ya Rabbi... Bana çok ağır bir vazife verdin.
Kullar, bana buğz edeceklerdir. Allah u c elle şanühü; buyurmuş:
- Ya Azrail... Kullarıma öyle dertler veririm ki,
onlar ölümlerini senden değil, o dertlerden bilirler, seni onlara unuttururum.
Gerçekten de öyle olmaktadır:
- Kalpten öldü...
- Kanserden öldü...
- Beyin kanamasından öldü, der dururuz.
Hâlbuki doğduğundan öldü, doğmasaydı ölmezdi. (İrşad:
Hacı Muzaffer Ozok)
Yorumlar
Yorum Gönder