Bir Nefeslik Hayat
Bir Nefeslik Hayat
Bizler
dünya için olanca gücümüzü harcarız ama ahiretimizi çok az hatırlarız. Rızık
endişesi, gelecek kaygısı bizi öylesine derinden yakalamış ki, dolaplar gıda
ile evlerimiz kullanmadığımız eşya ile dolu olduğu halde hep o gizli endişe, o
derin kaygı…
Çocukluğum
İzmit’te, o zamanlar için kenar mahalleleri sayılabilecek yerlerde geçti.
Oturduğumuz sokaktan itibaren tarlalar ve kavak ekili araziler başlar, tek-tük
ev bulunurdu. Arkadaşlarla mahalle maçlarımızı yapmak için oralara
giderdik. Hemen yanı başımızda ise kalaycılık yaparak, ayı oynatarak, çiçek
satarak, kâğıt toplayarak geçinen Romanlar’ın çadırları bulunurdu.
Neler yapıp ettiklerini
çocukça bir merakla anlamaya çalıştığımız Romanlar sabah erkenden kalkarlar,
atlarını hazırlarlar ve çoluk çocuk hemen işe koyulurlardı. Akşam olunca da bir
cümbüş kopuverir, gaz lambalarıyla aydınlanan akşamın sessizliğini darbuka ve
kahkaha sesleri bozardı. Kimi mahallelinin asabı bozulsa da, biz çocuklar
durumdan hiç de rahatsız değildik.
Ülkemizde yine sıkıntılı
günler. Herkes krizdeyken, bir onlar vardı çakırkeyif yaşayabilen. Sanki dünya
yıkılsa umurlarında değil. Çünkü karınları bugünlük doymuştu. Üstündekiler eski
de olsa çıplak değillerdi ya… İnsan daha başka ne ister ki!
Siz ne
düşünürsünüz bilmem ama bütün olumsuz imajlarına rağmen, onların ibret ve örnek
alınması gereken hoş bir yanıdır bu. Şartlar ne olursa olsun diri kalabilmek,
yaşama enerjisini koruyabilmek hiç küçümsenecek bir şey değil. Onlardaki bu
enerjinin yanında keşke bir de güzel ahlâk ve ibadet hayatları olsa. İşte o
zaman, “hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için
yaşamak” nedir diye soranlara, onları örnek gösterirdim.
Kaygılarla Tüketilen Ömür
Bizler
dünya için olanca gücümüzü harcarız ama ahiretimizi çok az hatırlarız. Rızık
endişesi, gelecek kaygısı bizi öylesine derinden yakalamış ki, dolaplar gıda
ile evlerimiz kullanmadığımız eşya ile dolu olduğu halde hep o gizli endişe, o
derin kaygı…
Hz.
Peygamber A. S. ’ın vefatında miras olarak ne kaldı acaba, diye bir soru
geliyor aklıma. Kitaplara baktım, neredeyse hiçbir şey: Bir beyaz katır, silah
ve Allah yolunda vakfedilmiş bir arazi parçası. Ve bir de çoğu kez karnına
bağladığı taşlar…
Hz.
Peygamber’in hayatını okuyanların çoğu zanneder ki, onların karınlarına taş
bağlamasının sebebi yiyecek azlığı. Belki ikinci, üçüncü sebep ama birinci
sebep bu değil bence. Çünkü yiyecek olduğu zamanlar da aynı şey yapılmış. Bir
seferinde günde iki kez yemek yediği için Efendimiz, Hz. Aişe R. A. Annemiz’e
kızmış. “Sen miden için mi yaşıyorsun ey Aişe?” diye ikaz etmiş. Hane-i
Saadet’te yarına kalan bir kuru ekmek parçası bile olmazmış çok defa,
Rasulullah A. S. ’ın yolunu adım adım takip eden Allah dostlarının
hayatı da farklı değil. Belh’teki tahtını terkeden büyük veli İbrahim Edhem K.
S. ile hemşehrisi olan Şakik Belhî K. S. arasında geçen şu hadise hâlâ ibret
dolu:
Bir gün
İbrahim Edhem Hazretleri ile seyr u sülûkunun başlarında olan Şakik
karşılaşırlar. İbrahim Edhem sorar:
-Şükür
ve sabır hakkında ne dersin?
Şakîk
şöyle cevap verir:
-Bulursak
şükrederiz, bulamazsak sabrederiz.
-Belh’in
köpekleri de böyle yapıyor; bulurlarsa şükrediyor, bulamazlarsa sabrediyor, der
İbrahim Edhem.
Bu
sefer Şakik sorar:
-Sizin
düşünceniz nedir efendim?
-Bulursak
başkalarına ikram eder, bulamazsak şükrederiz!
Allah’a,
olan tevekkülün, itimadın zirvesidir bu. Bu sözü herkes söyleyemez. Ancak
Hakk’a erenlerin, Hakk’ı bulanların söyleyebileceği bir söz...
Herkesin
bildiği o meşhur ilâhi var ya:
Mülk-ü
bekadan gelmişem,
Fani
cihanı neylerem.
Ben
dost cemalin görmüşem,
Huri
cinanı neylerem.
Bütün
hak dinlerin, peygamberlerin, velilerin mesajı budur işte: Dünyaya Hakk’ı
bilmeye, O’nu bulmaya gelmişiz. O’nu bulan her şeyi bulmuş demektir. Dünyanın
peşine düşmekle Allah bilinemez, bulunamaz, varılamaz.
Biliyorum,
söylediklerim bizim gibi bugünün zayıf gönüllü insanları için ulaşılması hayli
uzak bir hedef. Ancak bu ideale yaklaşma, bu güzellikten birazcık
nasiplenebilme noktasında hiç mi gayretimiz, hiç mi derdimiz olmasın?
En
azından yemek için koşturduğumuz kadar bu hedef için de koşturabilsek, bir
farzı kaçırdığımızda, basit bir eşyayı kaybettiğimiz zamandaki kadar
üzülebilsek…
Allah’tan
hakkıyla korkmadığımız için dünyayı alabildiğine sevmişiz. Veya Rabbimizi
hakkıyla sevmediğimiz için dünyaya böylesine meyletmişiz. Neticede o derin
kaygılar içimizde öylesine yer etmiş ki…
Artık Özgürüz Ama…
Günümüz
dünyasının en önemli kavramı özgürlük ise, bana öyle geliyor ki, elde edilen
her özgürlük eşyaya biraz daha bağımlı hale getiriyor bizleri.
Nefîsleriyle
baş başa kalan insanlar eğer bir yol göstericiden mahrum ise, özgür ama
korkulacak varlıklar haline geliyor.
Herkes
özgür ama kimse birbirine güvenmiyor. Asrımızın en büyük meselesi bu olsa
gerek: güven bunalımı.
“Haydi!
Yok mu Allah için bu orduyu donatacak?” veya “kim şu fakiri doyuracak?” diye
sorulduğunda, neyi var neyi yok her şeyini ortaya koyup,
“Buyur
ey Allah’ın Elçisi” diyordu sahabiler. Malını da canını da verebiliyordu. Bütün
sıkıntılara göğüs geriyordu. Ya bugün biz?
Allah’a
olması gereken teslimiyeti eşyaya gösteriyor, kulu-kölesi oluyoruz. Yine o
korku, o endişe… Oysa Allah yolunda küçücük de olsa fedakârlık yapamıyoruz. Ne
malımızdan, ne canımızdan, ne sağlımızdan, ne vaktimizden. Eşyaya bağlılık
bizden fedakârlığı da aldı götürdü.
Hepimiz
biliyoruz, kalbimiz Cenab-ı Hakk’ın nazargâhıdır. Yani rahmetiyle, nuruyla
tecelli edeceği mekân... İnsan olmanın, Allah’a kul olmanın tadını, lezzetini
veren manevi cevher... Kıpkırmızı, bol sulu, tatlı bir elma düşünün. Ancak bir
kurt o güzelim elmayı delik deşik etmiş, çürütmüş. Ne yazık, içimizdeki dünya
sevgisi de bizi o kurtlu elmaya çevirmiş. Rabbimiz’in rahmet nazarını hiç
cezbetmiyor. Secdeye vardığımızda, üç kuruş para kazandığımızdaki kadar
heyecanlanmıyoruz. Eşyaya bağlılık gönlümüzden aşkımızı da götürdü. Sahi, şu
ibadet hayatımıza bakıp da kaç kişi diyebilir “ben Rabbimi gerçekten seviyorum”
diye?
Çoğu
insan, İslâm’ın tevekkülle, kanaatle ilgili öğrettiklerini duyunca, İslâm
büyüklerinin hayatlarını okuyunca zannediyor ki, bu din ve onun kurduğu medeniyet
maddeye düşmandır, dolayısıyla da İslâm maddi kalkınmaya, tekniğe karşıdır.
Biraz
da kasıtlı propagandayla oluşturulan bu kanaatin tamamen yanlış olduğunu
belirtelim evvela. Cahil bırakılan bir topluma karşı yapılacak en büyük
cinayettir bu. Ne Kur’anî gerçeklerle, ne de tarihi hakikatlerle bağdaşır.
Kur’an, “dünyadan da
nasibini unutma” (Kasas/11) diyor, devamında da “ve Allah’ın sana ihsan ettiği
gibi sen de ihsan et” buyuruyor. Yani kendin için rızık endişesiyle değil,
başkaları için, büyük medeniyetin inşası için çalışmak esas. Zekât, fitre,
sadaka gibi mal ile yapılan amellerin başlıca hikmeti de bu değil mi?
Çalışmayan, dünyalık kazanmayan insan zillete maruz kalacağı gibi, bu güzel
ibadetlerden de mahrum olacaktır.
Tasavvuf kaynaklarında en çok tartışılan
konulardan biri de “sabreden fakir mi, yoksa şükreden zengin mi üstün?”
sorusudur. Sonunda çoğunluğun kanaati şükreden zenginin daha üstün olduğudur.
“Olmayan bir şeye sabır, olanın hakkını vermekten daha kolay” denmiştir,
Mal
mülk elbette önemli ve gerekli... Ama kalbin dışında kalmak şartıyla… Mal
değil, onun kalbimizde yer etmesidir istenmeyen. Tıpkı Abdülkadir Geylanî K. S.
Hazretleri’nin dediği gibi: “Paran kasanda-kesende ne kadar çok olursa olsun,
bir zararı yok. Yeter ki kalbinde olmasın!”
Gemiyi Deldirmeden
Yüzdürmek
“Dünya
bir deniz gibidir, kalp de bir gemi. Gemi delinmez ve su almazsa, suyun çokluğu
(yani dünya nimetlerinin çokluğu) bir zarar vermez. Ama su alırsa bir daha
iflah olmaz, batar” diyor Mevlâna K. S. Hazretleri. Bizler gemiyi deldirdik mi
acaba? Dünya nimetleri arttıkça görünürde seviniyoruz ama gizliden gizliye
korkumuz da artıyor. Rabbimiz, “Andolsun sizi bir miktar korkuyla, malınızdan,
canınızdan, mahsullerinizden eksilterek imtihan edeceğiz. Başlarına bir musibet
geldiğinde ‘biz Allah’a aidiz, O’ndan geldik, O’na gideceğiz’ diyebilen
müminlere müjdeler olsun!” (Bakara/155-156) buyuruyor. Malımız arttıkça
seviniyoruz. Gerçekte ise sevincimiz kadar kaybetme tedirginliğimiz de büyüyor.
Oysa
Müslüman olmanın bir bedeli var dünyada: sıkıntıyla imtihan. Eğer gönülde
sadece Allah var ise, bu sıkıntılar kişiyi daha yaklaştırıyor O’na; makamını
artırıyor. Dünyası cehennem gibi de olsa, ahireti cennet oluyor. Eğer gönülde başka şeyler
var ise ve bütün himmetini, gayretini o başka şeylere bağlıyor ise, dünya
da cehennem, ahiret de…
Bütün
insanlığın, özellikle de müslümanların Allah dostlarına en çok muhtaç olduğu
bir zamanda yaşıyoruz aslında. Kurtların çok olduğu bir zamanda bu güzelim
elmaları nasıl koruruz? Büyük fırtınaların koptuğu bu denizde gemiyi delinmeden
nasıl yüzdürebiliriz? İşte bu en zor iş. Yol-yordam bilmeden, öğrenip anlamadan
imkânsız kadar zor. Seyyid Abdülhakim Hüseynî K. S. Hazretleri, “mürşitlerin
vazifesi nedir” diye sorulduğunda “çözüp bağlamak” demiş. “Allah dostları
kalplerin dünyaya olan bağlarını çözer, Allah’a bağlarlar. ”
Ah, dünya sevgisinin bir
kurt gibi girip kemirdiği o kalbimiz…
Rabbine bir türlü
güvenemeyen, tevekkülsüz, kanaatsiz kalbimiz…
Başka işi yokmuş gibi
dünya kaygılarının pençesindeki kalbimiz…
Midesi patlarcasına
doyduğu halde gözü bir türlü doymayan kalbimiz…
Belki iki dakika sonra son
nefesini vereceği halde yüzyıllık arzuların peşinden koşan kalbimiz…
Özgürlükleri
ve sahip olduğu nimetler arttıkça en kara, en koyu korkulara düşen, o
nimetlerin esiri olan kalbimiz…
Dostlar,
eğer bu ah vahtan kurtulmak istiyorsak, huzur diliyorsak, ebedi saadeti
arzuluyorsak bunun bir tek yolu var: Dünyayı gurbet bilmek ya da hayatı bir
nefeslik görmek…
Mehmet Gayretli – Semerkand
Dergisi
Yorumlar
Yorum Gönder