Ey Oğul!
Ey Oğul!
İmam-ı Rabbanî Kuddise Sirrûh’tan
Ey oğul!
Bu dünya bir imtihan ve ele
geçmez tutkuların peşinden koşulduğu bir sıkıntı yeridir.
Dışı çeşitli süslerle
bezenmiştir.
Yüzü, beneklerle, çizgilerle
renklendirilmiş, saç örgüleriyle ve makyajla zoraki güzelleştirilmiş çirkin bir
kadının yüzüne benzer.
İlk bakışta hoş gözükür.
Güzel, taze, körpe ve parıltılı
olduğu sanılır. Gerçekte ise üzerine güzel koku serpilmiş bir leş, kurtların ve
sineklerin üşüştüğü bir çöplüktür. Susuz insanın su zannettiği bir serap ve
şeker görüntüsünde bir zehirdir. Bir harabeden ve kısa bir andan ibarettir. Bu
çirkinliği ve kaba-sabalığına rağmen kendine râm olanlara karşı muamelesi de,
söylenenlerden ve anlatılanlardan çok daha şerlidir.
Ona aşık olan, sefih ve büyülenmiş
gibidir. Fitneye düşmüş, çıldırmış ve aldatılmıştır. Her kim ona meftun olursa,
onun yüzüne ebedi hüsran damgası vurulur. Hayranlıkla onu seyredip ondan tad
alanın nasibi sonsuz bir pişmanlıktır.
Kâinatın Efendisi, Âlemlerin
Rabbi’nin Habibi Sallallahü Aleyhi Vesellem şöyle buyurmuştur:
“Dünya ve ahiret iki kuma
gibidir. Biri razı olsa, diğeri darılır.”
O halde kim dünyayı razı ederse
ahireti kendisine darıltmış olur ve ahiretten yana bir nasibi de olmaz. Allah
Subhanehu, dünyaya ve dünya ehline muhabbet beslemekten sizi ve bizi korusun.
Ey oğul!
Dünya nedir bilir misin?
Kadınlar, oğullar, mallar, şan, şöhret, liderlik, eğlence ve oyun gibi, seni
her ne Hak Sübhanehu’dan uzaklaştırıyor ve O’na ulaşmanı engelliyorsa, o
dünyadır. Boş şeylerle meşgul olmak da buna dahildir.
Ahiret işleriyle ilgisi olmayan
ilimler dahi aynı şekilde dünyaya dahildir. Faydalı olsa dahi; mantık, hendese,
hesap ve benzeri ilimler eğer bir şeye yarasaydı; felsefeciler kurtuluşa
ererlerdi.
Ey oğul!
Hak Sübhanehu sonsuz inayetiyle
yardım etti ve seni gençliğinin baharında tevbe etmeye muvaffak kıldı. Yüce
Nakşî silsilesi dervişlerinden birinin eliyle de yola intisabı nasip etti.
Hâlâ o tevbeye sadık mısın,
yoksa albenili, sahte ve geçici güzelliklerle nefsin seni aldattı mı,
bilmiyorum. Tevbede sebat edip istikamet üzere olmak zordur. Zira gençliğinin
baharındasın. Dünya malına ulaşma yolların açıktır. Akranlarının çoğu da bu
yolda uygun değildir.
Ey oğul!
Esas mesele, mübahların
fazlasından kaçınmak ve zaruret miktarıyla yetinmektir. Bunu da kulluk
vazifelerini yerine getirebilmek için kuvvet kazanmak niyeti ile yapmalı.
Mesela yemekten amaç, Allah Teâlâ’ya itaat edebilecek güç ve kuvveti
kazanmaktır. Giyinmekten maksat avret yerlerini örtmek, soğuk ve sıcağa karşı
korunmaktır. Diğer zaruri mübahlar da bu şekilde değerlendirilmelidir.
Nakşî büyükleri azimetle amel
etmeyi tercih etmişler ve mümkün mertebe ruhsatlardan kaçınmışlardır. Zaruret
miktarı ile yetinmek azimettir. Bu yüce davranışa ulaşmak mümkün olmazsa, en
azından mübahların dairesini aşıp da şüpheli ve haram olan alana kaymamalıdır.
Tefekkür etmek, basiretli olmak
ve kalbi çalıştırmak gerekir.
Aksi halde kıyamet gününde
pişman olmak ve hüsrana uğramaktan öte bir şey yoktur.
Amel işleme zamanı şüphesiz
gençlik zamanıdır. Akıllı olan, hayatının bu dönemini zayi etmeyip fırsatı
değerlendirir. İhtiyarlık çağına ulaşamamak da var! Ulaşılsa da toparlanıp
kendine gelmek mümkün olmayabilir. Bunun da mümkün olduğunu farz etsek bile,
zaaf ve acziyetin insanı kuşattığı ihtiyarlık döneminde insan amellerini tam
olarak yerine getirmeye güç yetiremeyebilir. Ama şu an amellerini tam olarak
yerine getirebilmek için her imkan mevcut.
Ey oğul!
Tüm mevcudatın hülasası olan
insanın yaratılmasından maksat oyun ve eğlence değildir. Yemek, içmek ve uyumak
da değildir. Bilakis yaratılıştaki amaç, insanın kulluk vazifelerini yerine
getirmesi; Allah Teâlâ’ya karşı zillet, acziyet ve iftikâr (muhtaç olduğunu
bilme) ile daimî bir sığınma ve boyun eğme durumuna ulaşmasıdır.
Şeriat-ı Muhammedî’nin getirdiği
ibadetlerin amacı, kulların menfaatleri ve maslahatlarıdır. Yoksa bu
ibadetlerin şanı yüce olan Cenab -ı Kudsî Teâlâ’ya bir yararı yoktur. O halde
bu ibadetleri sonsuz bir minnettarlık ve şükran duygusu içinde yerine
getirmeli; bu emirlere boyun eğip sarılmak ve yasaklardan kaçınmak için elden
gelen gayreti göstermelidir.
Allah Sübhanehu, mutlak olarak
hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde, emirler ve yasaklar koymakla kullarına
ikramda bulunmuştur. Öyleyse bu büyük nimete layıkıyla şükretmemiz, minnettarlık
ve şükran duyguları içinde dinin hükümlerini yerine getirmek için çaba sarf
etmemiz gerekir.
Ey oğul!
Bilmek gerekir ki zahirî bir
güce ve şeklî bir mevkiye ya da makama sahip olan dünya ehlinden biri, emrinde
bulunanlardan birine faydası yine kendine dönecek bir iş vererek iyilik yapsa,
şüphesiz o iyilikten kendisi fayda görür. İşi yapan kişi ise bu işi çok yüce
kabul ederek şöyle der: “Değerli ve saygın bir zat beni bu işle görevlendirmiştir.
O halde bu işi sonsuz bir minnet ve şükran duygusu içinde yerine getirmeliyim,
severek yapmalıyım.”
Allah Celle Şanuhû’nun azameti
bir aciz kulun büyüklüğünden daha mı aşağıdadır ki, azameti tartışmasız olan
Hak Sübhanehu’nun emirlerini yerine getirmek için gayret edilmez? Utanmak ve
tavşan uykusundan uyanmak gerekir.
Allah Sübhanehu’nun emirlerini
ihmal etmenin iki sebebi vardır: Ya dinin hükümlerini yalanlamak ya da Allah Teâlâ
ve Tekaddes Hazretleri’nin azametini dünya ehlinin büyüklüğünden daha düşük
görmek… Her iki durumun da ne denli çirkin ve utanç verici olduğunu anlamak
gerekir.
Ey oğul!
Yalan söylediği defalarca
tecrübe ve tespit edilmiş bir şahıs, bir topluluğu işgal etmek amacıyla
geceleyin düşmanın hücum edeceğini haber verse, o toplumdaki akıllı insanlar,
söyleyen kişinin yalancılığına rağmen gerekli tedbirleri alırlar ve belayı def
etme konusunda kafa yorarlar.
Muhbir-i Sadık (hep doğruyu
haber veren) Rasulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem ahiret azabını bütün
açıklığıyla haber vermiş olduğu halde, insanlar bundan hiçbir şekilde
etkilenmediler. Etkilenmiş olsalardı rahatsız olurlar ve ahiret azabından
korunmak için ellerinden geleni yaparlardı. Üstelik yine Muhbir-i Sadık’ın
bildirmesiyle o azaptan kurtulmanın yollarını da bilmekteler.
Muhbir-i Sadık olan Rasulullah Sallallahü
Aleyhi Vesellemin getirmiş olduğu habere bir yalancının getirdiği haber kadar
değer vermeyen bir insanın imanı ne kötü bir imandır!
Şekilde kalan bir İslâm’ın
insanın kurtuluşuna hiçbir faydası yoktur.
Kurtuluş için yakîni elde etmek
şarttır.
Ama bırakın yakîni, zannın hatta
vehmin bile yeri kalmadı…
Akıllı insanlar, içinde tehlike
ve korku ihtimali söz konusu olan durumlarda vehme de itibar edip tedbir
alırlar.
Allah Teâlâ Yüce Kitabı’nda
şöyle buyurur: “Allah yaptıklarınızı görmektedir.” Buna rağmen insanlar çirkin
işler yapıyorlar. Hâlbuki onlar herhangi bir şahsın kendilerini gördüğünü
hissetseler o çirkin işlerini yapmaktan hemen vazgeçerler.
Bu halin iki sebebi yardır: Ya
Hak Sübhanehu’nun verdiği haberi yalanlıyorlar, ya da yaptıkları işleri Allah Teâlâ’nın
gördüğünü kabul etmiyorlar.
Öyleyse bu tür bir tutum iman
mıdır, yoksa küfür müdür? O halde, “Lâ ilâhe illallah sözüyle imanınızı
yenileyiniz” hadis-i şerifinden hareketle imanı tazelemeli. Allah Sübhanehu’nun
razı olmadığı işlerden dolayı da tekrar bir tevbeyle haram ve yasak olan
davranışlardan kaçınmalıdır.
Ey oğul!
Nefs çok cimridir ve Allah Teâlâ’nın
hükümlerini yerine getirmekten daima kaçar. Bu yüzden söz kibarca ve
yumuşaklıkla sadır oluyor. Yoksa mal-mülk hepsi Allah’ın hakkıdır. Kul hangi
hakla bu hakkı bekletir ve erteler? Bilakis onu tam bir minnettarlık ve şükran
duygusuyla, zevk alarak edâ etmek icab eder.
Aynı şekilde ibadetlerin
edasında nefsin arzularına uyup gevşek davranmamalı ve kul haklarını ödemek
için azami çaba sarf edilmelidir ki, boynunda kimsenin hakkı kalmasın. Burada
yani dünyada kul hakkını ödemek kolaydır. Şöyle ki yumuşaklıkla ve nezaketle o
haktan kurtulmak mümkün olabilir. Ama iş ahirete kalırsa, orada çare bulmak
zorlaşır.
(Mektubat-ı Rabbanî, 73.
mektuptan kısaltılarak alınmıştır.)
Yorumlar
Yorum Gönder