Son Nefes -2-
Son Nefes -2-
Güzel bir kul olarak bu fânî âleme vedâ edebilmek için sayılı
olan nefesleri son nefese hazırlamak zarûrîdir. Yâni mes’ud bir âhiret hayâtı
için amel-i sâlihlerle müzeyyen, güzel, feyizli, huzurlu ve istikâmet üzere bir
dünya hayatı elzemdir. Zîrâ hadîs-i şerîfte buyurulduğu üzere:
“Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.”
(Münâvî, Feyzü’l-Kadîr Şerhu’l-Câmii’s-Sağîr, V, 663)
Bunun sayısız misâlleri vardır. İbret ve hikmet dolu bu
misâllerden bir tanesi şöyledir:
Adapazarı’nda bir müezzin efendi, muhterem pederim Mûsâ Efendi Kuddise
Sirruh’un bir ziyaret sohbetine, öğle namazındaki vazifesini ikmâl ettikten
sonra gelmekte iken, bindiği bisikletle kendisine yanan yeşil ışıkta yolun
diğer tarafına geçmektedir. Bu esnada çok hızlı gelen ve ona yanmakta olan
kırmızı ışıkta duramayan bir başka araç, çok sür’atli olarak müezzin efendiye
çarpar. Çarpmanın şiddetinden ötürü müezzin efendi havalanıp yere düşerken son
nefesinde bu dünyaya âid son ifade olarak hem çarpan şoför hem de yol
kenarındakiler tarafından da duyulmuş olan sesli ve iştiyaklı bir edâ ile şu
cümleyi haykırır:
“Sana geliyorum Rabbim!”
İşte bütün mesele, ömrü, son deminde sürûr ve huzurla Allâh’a
götürebilmek, yâni herkesin korkulu rü’yâsı olan o demde sevinç duyarak: “Rabbim,
sana geliyorum!” diyebilmektir… Cenâb-ı Hak, cümlemize bu bahtiyarlığı nasîb
eylesin! Âmîn!
Eskilerin ifâdesiyle bu hâl:
“Su testisi suyolunda kırılır…” darb-ı meselinin pek mânidar bir
tezâhürüdür. Yâni gönüller, yaşarken en çok ne ile meşgul olmuşlar ise, ölürken
de onunla meşgul olmaktadırlar.
Elbette bunun istisnâları da vardır. Yâni bir kul, son nefesini
îmân ile verebilmek için her ne kadar sâlih amellerle dolu bir hayat sürmeliyse
de buna güvenerek Allâh’ın rahmetine nâil
olacağına kesin gözüyle bakmamalıdır. Bunun zıddına bir kul da
düştüğü günahlara ve süflî hayata bakarak Allâh’ın rahmetinden ümîdini
kesmemelidir. Zîrâ son nefesin ne şekilde olacağı, ilâhî bir sırdır.
Yüce kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm’de, son nefesinde îmânlarını
kurtarma mücâdelesi veren sâlih kullar birer örnek şahsiyet olarak sergilendiği
gibi, bunun zıddına sâlih bir ömür sürerken nefsâniyetlerine râm olarak
sonradan küfre dûçâr bir şekilde ölenlerin hazîn âkıbetleri de, birer ibret
levhası hâlinde sergilenmektedir.
Nitekim, sâhip oldukları ilmi irfân ile tezyîn edemeyip nefsini
arındıramayan İblis, Kârun, Bel’am bin Baura ve sahâbî iken dünyâ tamâlarına
aldanan Sâlebe, bunların en bâriz misâlleridir.
Mâlum olduğu üzere İblis, önceleri Hak katında yüksek bir mevkî
sâhibi idi. Ancak kibrinin neticesi olarak Cenâb-ı Hakk’ın emrinin kudret,
azamet ve haşmetini göremeyip kendisinin Hazret-i Âdem’den üstün olduğu
iddiâsına kalkıştı. Kendisinde bir varlık ve şeref vehmetmesi, onu Rabbinin
emrine muhâlefet etmeye kadar sürükledi. Netîcede kibir ve inadının zebûnu
olarak ebediyyen perişan oldu.
Kârun da, önceleri fakir ve sâlih bir zât idi. Tevrât’ı Hazret-i
Mûsâ’dan sonra en iyi o tefsir ederdi. Hazret-i Mûsâ’nın duâsı berekâtıyla
kendisine simyâ ilmi bahşedilmişti. Fakat sonraları nefsinin ve şeytanın
desîselerine kapılarak kalbi dünyâya meyletti. Hazînelerinin anahtarlarını
güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşıyacak derecede idi. Buna aldanarak
şımarıkça bir zenginliğin girdabında boğuldu. Fakat Hazret-i Mûsâ, ona zekâtını
vermesini emredince o:
“- Malıma göz mü diktin? Bunları ben kendim kazandım.” deme
cür’et ve küstahlığına düştü. Malı onu şımartıp helâkine sebep oldu.
Derken Kârun, Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârun’un mânevî
derecelerini kıskanmaya başladı. Hazret-i Mûsâ’ya nâmus iftirâsı atacak kadar
hasedinde ileri gitti ve bunun netîcesinde de böbürlendiği hazîneleriyle
birlikte yerin dibine geçerek helâk oldu.
Mülkün sâhibi olan Cenâb-ı Hakk’ı unutarak; mal, mülk, mevkî
gibi tuzakları olan dünyaya gönül vermek, esâretlerin en acısıdır.
Bel'am bin Baura da, Allah Teâlâ'nın kendisine ism-i âzamı
öğrettiği, kerâmet sâhibi sâlih bir kuldu. Ama ben öyle düşünmüyorum,
inanamıyorum. Fakat sonradan hevâsına, nefsî arzularına meyletmesi netîcesinde
veya mânevî hâlini kaybetti, netâ îmânsız olarak öldü. Bu hâdise Kur’ân-ı
Kerîm’de şu şekilde yapılır:
“Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine uzanan ayetlerden
sıyrılarak azgınlardan olan kişinin hâdisesini onlat. Dileseydik, onu
âyetlerimizle üstün ılardık; Fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu
(ahmaklık ve şaşkınlıklığa dûçâr oldu). Bu günde, burada yaşayandan başka ilah
yoktur, vah ve zâttır...” (el-A'râf, 175) -176)
Güzel bir kulluk hayatı yaşarken dünyaya aldanarak ebedî
saâdetini ebedî bir sefâletle değişme bedbahtlığına düşenlere dâir, asr-ı
saâdetten bir misâl de Sâlebe’nin hâlidir. Sâlebe, önceleri mescidden ve
Peygamber Efendimiz Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem'in sohbetlerinden izliyorken,
mal-mülk sâhibi olup dünyâ sevgisi gonlünde yer edince, sonradan terk etmiş,
farz zikatını bile Vermekten imtinâ ederek hazîn bir âkıbete dûçâr olmuştur.
Sonradan Allâh Rasûlü’nün sözü tutmamasından dolayı pişmân olmuşsa da faydasız
bir çırpınış içinde can kulaklarında olabilir Rasûlullâh Sallâllâhu Aleyhi ve
Sellem’in:
“- Yâ Sâlebe, şükrünü edâ edebileceğin az mal, şükrünü edâ
edemeyeceğin çok maldan hayırlıdır.” ifâdeleri çınlıyordu. (Bkz. Taberî, Tefsîr,
XIV, 370-372; İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 388)
Tasavvuf târihinin büyük şahsiyetlerinden Süfyân-ı Sevrî
Hazretleri’yle ilgili şu hâdise de pek ibretlidir:
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’nin genç yaşta beli bükülmüştü.
Sebebini soranlara şöyle derdi:
“- Kendisinden ilim tahsil ettiğim bir hocam vardı. Vefatı
esnâsında ona telkînde bulunduğum hâlde kelîme-i tevhîdi getiremedi. Bu hâli
görmek, benim belimi büktü.”
Görüldüğü üzere, âkıbet meçhuldür. Firavun'un Sihirbazları
Misâli, Dalâlet üzere yaşayıp âhir ömürlerinde hidâyete Erinler Olduğu Gibi,
Kârun Ve BENAN BAURA MISÂLI, Hidâyet Yürüyüp, Sonunda Terini Hüsranla Kapatmış
Olanlar da Mevcuddur. Hiç paran var mı, benim bununla hiçbir ilgim yok, her
şeyimi kaybettim, yoruldum, yoruldum ve tekrar yemek zorunda kalıyorum. Zîrâ
şeytan, Cenâb-ı Hak’tan:
“- Sırât-ı müstakîm üzerinde oturacağım ve kullarını azdıracağım!”
diye mühlet istedi, kendisine de imtihan dolayısıyla mühlet verildi.
Bu tasalluttan ancak ihlâslı kulların istisnâ tutulduğunu da
şeytan şöyle îtiraf etti:
“- İhlâsını koruduğun kulların müstesnâ!”
Peygamberlerin dışında hiçbir kul, îmân hususunda ayak kayması
tehlikesinden kesin olarak selâmette değildir. Bu sebeple her bir mümin,
kendisine lutfedilmiş olan ömür nîmetini lâyıkıyla değerlendirmeye gayret
etmelidir. Ölümün soğuk ürpertilerinden kurtulmanın yegâne çâresi, ancak
sâlihâne bir ömür yaşamaya gayret etmektir. Çünkü ölüme hazırlıklı olanlar,
ölümden korku duymak yerine onu ebedî bir vuslat vesîlesi olarak telakkî ederler.
Bunlar, “ölümü güzelleştirebilme”nin huzûruna ermiş mes’ud kullardır. Fakat
gâfilâne bir hayat yaşayarak âhiretini mahvedenler ise, ölümün korkunç
karanlığının girdabı karşısında soğuk ürpertiler duymaktan kurtulamazlar.
Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler:
“Oğul, herkesin ölümü kendi rengindedir, insanı Allâh’a
kavuşturduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere, ölüme düşman olanlara, ölüm
korkunç bir düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi
çıkar.”
İşte bir kul, bu dünyâ hayatında benliğini aşar ve rûhunda
meknûz olan melekî sıfatlar istikâmetinde merhaleler kat ederse, yâni “ölmeden
evvel ölmek” sırrına nâil olursa, ölüm, hayâl ötesi muazzam ve müteâl olan
Rabb’e vuslatın mecbûrî bir ilk adımı olarak görülür. Böylece ekseri insanlarda
şiddetli korkulara sebep olan ölüm, gönüllerde “Refîk-ı A’lâ”ya, yâni “en yüce
dosta” kavuşma heyecanına dönüşür.
Allâh Rasûlü Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem’in son anları, bu
heyecanın zirvesinde yaşanmış bir vuslat demiydi. O, ömrü boyunca her hâlükârda
Rabbinin emrine itaat ve muhabbet hâlinde olduğundan, ölmeden evvel ölerek
vefâtını bir şeb-i arûs hâline getirmişti. Nitekim Peygamber Efendimizin
vefatına üç gün kala Cenâb-ı Hak her gün Cebrâil Aleyhisselâm’ı göndererek
Rasûlü’nün hatırını sormuştu. Son gün olunca Cebrâil Aleyhisselâm bu sefer
yanında ölüm meleği Azrâil de bulunduğu hâlde geldi.
Cebrâil Aleyhisselâm:
“- Ey Allâh’ın Rasûlü! Ölüm meleği senin yanına girmek için izin
istiyor! Hâlbuki o, senden önce hiçbir Âdemoğlunun yanına girmek için izin
istememiştir! Senden sonra da hiçbir Âdemoğlunun yanına girmek için izin
istemeyecektir! Kendisine izin veriniz!” dedi.
Ölüm meleği içeri girip Peygamber Efendimiz Aeyhissalâtü
Vesselâm’ın önünde durdu ve:
“- Yâ Rasûlallâh! Yüce Allâh beni sana gönderdi ve senin her
emrine itaat etmemi bana emretti! Sen istersen rûhunu alacağım! İstersen,
rûhunu sana bırakacağım!” dedi.
Peygamber Efendimiz Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem:
“- Ey ölüm meleği! Sen (gerçekten) böyle yapacak mısın?” diye
sordu.
Azrâil Aleyhisselâm:
“- Ben, emredeceğin her hususta sana itaatla emrolundum!” dedi.
Cebrâil Aleyhisselâm:
“- Ey Ahmed! Yüce Allâh seni özlüyor!” dedi.
Peygamber Efendimiz Aeyhissalâtü Vesselâm:
“- Allâh katında olan, daha hayırlı ve daha devamlıdır. Ey ölüm
meleği! Haydi, emrolunduğun şeyi yerine getir! Rûhumu, canımı al!” buyurdu.
Peygamber Efendimiz Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem, yanındaki su
kabına iki elini batırıp ıslak ellerini yüzüne sürdü ve:
“- Lâ ilâhe illallâh! Ölümün, akılları başlardan gideren ızdırap
ve şiddetleri var!” buyurduktan sonra, elini kaldırdı, gözlerini evin tavanına
dikti ve:
“- Ey Allâh’ım! Refik-ı A’lâ, Refîk-ı A’lâ (yâni yüce dost, yüce
dost)!” diye diye Rabb’ine duyduğu aşk ve iştiyâkın tezâhürü olan nice
hâtıralarla dolu bir ömrü ardında bırakarak bu fânî âlemden hakîkî âleme hicret
etti. (Bkz. İbn-i Sâd, Tabakât, II, 229, 259; Belâzûrî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 565;
Ahmed b. Hanbel, VI, 89)
Feyizli bir kulluk hayatı yaşadıktan sonra son nefesinde Rabb’e
vuslat heyecânını yaşayan büyük mutasavvıf Mevlânâ Hazretleri’nin dünyâya vedâ
ânını da talebesi Hüsâmeddin Çelebi şöyle nakleder:
Birgün Şeyh Sadreddin, dervişlerin ileri gelenleri ile
Mevlânâ’yı hasta yatağında ziyârete geldiler. Mevlânâ’nın hâlini görerek
üzüldüler. Şeyh Sadreddin:
“- Allâh âcil şifâlar versin! Tamâmen sıhhate kavuşmanızı ümîd
ediyorum.” dedi.
Bunun üzerine Mevlânâ:
“- Artık şifâ size mübârek olsun! Âşık ile mâşuk arasında kıl
payı kadar mesâfe kaldı. Onun da kalkmasını ve nûrun nûra katılmasını istemiyor
musun?” dedi. (Bkz. Ebu’l-Hasan en-Nedevî, İslam Önderleri Târihi, c. I, s.
449)
Mevlânâ, insanlar için büyük korku ve endişe sebebi olan ölümü
bir kâbus gibi görmemiş, bilakis ölümü gurbetten kurtuluş, Hüsn-i Mutlak’a,
yâni sonsuz güzellik sâhibi olan Cenâb-ı Hakk’a kavuşma olarak telakkî
etmiştir. Kendisi, ölüm duygusunu şöyle ifâdelendirir:
“Ben ölünce bana öldü demeyin.
Çünkü ölüydüm, ölümle dirildim.
Dost aldı, götürdü beni…”
(Mevlâna Kuddise Sirrûh Rubâîler, 100)
Bu sebeple Hazret-i Mevlânâ, dünyâya vedâ edeceği vakte de
“Şeb-i Arûs” (düğün gecesi) demiştir.
Şüphesiz ki Hazret-i Mevlânâ, Yûnus Emre, Aziz Mahmud Hüdâyî
gibi nice Hak dostu gönül erbâbının dünyâdaki huzûrlu hayatı, kabir âlemlerinde
de devâm etmektedir. Aşağıdaki şu mısrâlar, âdetâ böyle bir huzuru terennüm
etmektedir:
Ölüm âsûde bahâr ülkesidir bir rinde,
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter…
Ve serin selviler altında yatan kabrinde,
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter…
Yahya Kemâl
Ölümü bu güzellikte karşılayabilmek için benlik ve ihtiraslardan
kurtularak ilâhî emirler doğrultusunda bir hayat yaşamak ve son nefese
hazırlıklı olmak gerekir. Rabbimiz âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor:
“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” (el-Hicr,
99)
İşte bütün Hak dostlarının hayatlarını hülâsa eden düstur!
Her ârif ve âşık gönül, Hakk’ın kendilerine emanet ettiği hayatı
dâimâ sırât-ı müstakim üzere bir kulluk ve ibadet ile tezyin ederek Rabbine bir
kulluk bedeli olan “kalb-i selîm” götürmenin gayreti içinde olmuşlardır. Yâni
Hazret-i Peygamber Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem’in son nefeste: “Refîk-ı âlâ,
refîk-ı âlâ / en yüce dosta, en yüce dosta…” diye terennüm ettiği kulluk
tezâhürünün, onun izinden giden âriflerde de tecellîsi devâm edegelmiştir.
Nitekim bu Hak dostlarından, bütün ömrünü Rasûlullâh Sallâllâhu
Aleyhi ve Sellem’in sünneti üzere yaşamaya gayret etmiş olan Sâmî Efendi Kuddise
Sirruh’un son nefesteki hâli de bizler için ne güzel bir nümûnedir. Sâmî Efendi
ki, gönlü Peygamber aşkıyla dolu bir Hak dostu idi. Nasıl bir kimse karda gider
de onun ardında izler oluşur; sonra gelen de o izler üzerine yolunu bulur; işte
Sâmî Efendi de Peygamber Efendimiz’in izlerini tıpkı böyle takip ederek ömür
sürmüştü. Bunun tezahürü olarak da son nefesini, hayatı boyunca izini tâkip
etme aşk ve heyecânında olduğu
Hazret-i Peygamber Sallâllâhu Aleyhi Vesellem’in civârında ve
teheccüd ezânı okunduğu esnâda teslîm etmek nasip oldu. O son demde yanında
bulunanlar lisânından çıkan lafızların sadece:
“Allâh, Allâh, Allâh!” olduğunu işitiyorlardı.
Aslında yalnız dili değil, bütün hücreleriyle beraber cesedi de
rûhu da dâimâ “Allâh” diyordu…
Hâsılı bütün iş, güzel bir kul olarak yaşamak ve güzel bir kul
olarak can verebilmektir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği, Hazret-i Peygamber
Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem’in hayatından hisse alan zarîf, derin, ince, rakîk
ve hassas bir kul olabilmektir. Rabbin; “Ne güzel kul!” iltifâtına mazhar
olabilmek, ancak Hakk’a gönül verebilmenin sevdâsına düşebilme netîcesindedir.
Bu ilâhî muhabbet ile rûhâniyetin galebe hâlinde olabilmesi; gönlün
kirden-pastan temizlenebilmesi iledir ki, o gönülde Hak güneşinin nûru
parlasın… Bu hâlin netîcesinde de -inşâallâh- aldığımız her nefes, son nefese
hazırlık mâhiyetinde olacaktır.
Diğer taraftan, bütün mânevî kayıp ve zararlar, Allâh’ı
unutmanın neticesindedir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini
unutturduğu kimseler gibi olmayın!” (el-Haşr, 19)
Hakîkaten, bütün günahlar, Allâh’ı unuttuğumuz zaman devreye
girmeye başlar. Zîrâ bir kul, “Allâh” derken ve ölüm gerçeğinin farkında iken
ibâdet ve davranışlarına îtinâ gösterir, bir gönlü incitmemenin hassâsiyeti
içinde yaşar. Yâni hiçbir kimseye dili ile de davranışları ile bir diken
batıramaz… Bu nezâketi Yûnus Emre Hazretleri ne güzel ifâde eder:
Gönül Çalab’ın(1) tahtı
Çalab gönüle baktı
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar ise
Cenâb-ı Hak, hayatımızın hazin bir âkıbete dûçâr olmaması için
nefeslerimizin ve kalb atışlarımızın ne şekilde olması gerektiğine dâir
Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok îkâzlarda bulunur. Bu bakımdan bütün mesele:
“Ey Müslümanlar! Allâh’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve
Müslüman olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)
âyet-i kerîmesinin muhtevâsında yaşayabilmektir. Aksi taktirde
şu fânî âlemde ömür uzun olmuş, kısa olmuş, hiçbir şey ifâde etmez. Netîcede
bütün ömürler:
“(İnsanlar) kıyâmeti gördükleri gün dünyada ancak bir akşam
yahut bir kuşluk vakti kadar kalmış olduklarını sanırlar…”
(en-Nâziât, 46) ilâhî beyânının tecellîsine muhataptır.
Dolayısıyla bütün yapacağımız, bir akşam vakti yahut bir kuşluk
vakti kadar kulluk, ibâdet ve tâat… Bu hususta Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin
şu nasihati ne büyük bir îkâzdır:
“Dünyanın bir saati, kıyâmetin bin senesinden daha kıymetlidir.
Zîrâ orada kurtuluşa kavuşturacak bir amel yapılamaz.”
İşte önümüzdeki her mevsim, her gün ve saat; bu kulluk, ibâdet
ve tâat için büyük bir fırsattır. Bilhassa şu günlerde îfâ edilen hac, başlı
başına bir son nefes tâlimidir. Hac ki, onun manzarası, bir mahşer sahnesi…
Orada giyilen ihram, kefen iklîmi… Arafat, tevbe ve ilticâ mekânı… Şeytanı
taşlama, dünyevî ve nefsânî bağlantılardan kopma netîcesinde içimizdeki nefsi
ne nisbette taşlamamız gerektiğinin şuuruna varabilmek… Nihâyetinde anadan
doğmuş bir bebek gibi günahsız hâle gelerek Hakk’a vuslatı hatırlamak… Kısaca
son nefese nasıl adım atmamız gerektiğinin küçük bir provası… Cenâb-ı Hak,
böyle bir haccı cümlemize ihsân buyursun! Âmîn!
Yâ Rabbi! Son nefesimizi Cemâl-i İlâhî’ne kavuşma aşk ve
iştiyâkıyla verebilmeye medâr olacak feyizli bir ömür yaşamayı cümlemize nasîb
eyle!
Âmîn!
Dipnot: 1) Çalab: Rab.
Osman Nuri Topbaş ALTINOLUK DERGİSİ
2003 – Subat, Sayı: 204, Sayfa: 032
Yorumlar
Yorum Gönder