Seyyid Abdülhâkim Arvasi Kuddise Sirrûh'tan Hikmetli Sözler -1-
001- Abdülhakîm Arvâsî hazretleri siyasete hiç karışmamış, siyasi fırkalara bağlanmamıştır... Müridleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak soru sorduklarında: Cumhuriyet, tekkeleri değil, boş mekânları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı. Demiştir. Bu çarpıcı görüş, genel olarak o günlerin tekke ve dergâh tipine ait teşhislerin en güzelidir. Yasalara uymakta çok titiz davranır, konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi.
002- Çok mütevazı, pek
alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. İslâm âlimlerinin adı geçtiği
zaman: Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gaip olsak
aranmayız. Ve bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek
için okuruz. Buyururdu.
003- Abdülhâkim
Efendinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi,
ağlaması hep İslâmiyet’e ve Resulullah Efendimizin haline uygundu. Onun
yemesini gören sanki adet yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer,
lokmaları küçük alır ve yavaş yerdi. Yakınları onu otuz senedir kaylule
yaparken veya yatarken bir defa olsun sırt üstü veya sol tarafına dönüp
yatmadığını söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ elinin içini sağ
yanağı altına koyar, öyle yatardı. Her hali istikamet üzere idi. “İstikamet
yani Allah’ü Teâlâ’nın beğendiği doğru yol üzere olmak kerametin üstündedir!”
sözünü sık tekrar ederdi.
004- Necib Fazıl
Kısakürek anlatır:
Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan
yazılarımda da üstüne bastığım gibi, İkinci Dünya Harbine girmemizin bir an
meselesi olduğuna kâniim. Bu meseleyi huzurlarında savunuyorum. Lütfen
dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve avukat Mahmud Veziroğlu
isminde kendisini sevenlerden bir zat... Harbe sürüklenmek mecburiyetimizi
riyazi bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar dinledikten
sonra buyurdular ki: Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihan Harbinde olduğu gibi
pahalılık olmasa, vesika usulü çıkmasa. Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik.
Fakat pahalılık, vesika usulü milleti kavurdu. Mahmud Bey, bana bu kerameti sık
sık tekrar eder ve; Müthiş, müthiş! Herkes harbi beklerken; Harbe girilmez ve
kimse vesika usulünü beklemezken O olacak buyurmaları büyük keramet derdi.
005- Faruk Bey anlatır:
Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz
apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu
koma hâlinde bir hastaneye yetiştirdik. Ayıldı. Fakat akli melekelerini
kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a götürdük. Bütün mütehassıs sinir ve akıl
doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler. Bir Rum
doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifası yok hükmünü bastı. Büluğ çağındaki
çocuğumu, büyük amcası Abdülhâkim Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk
tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar.
Sadece; Mahzunum, mahzunum! Diye içlenerek işi, Allah’ü Teâlâ’ya havale
ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sahip olmadığı maddi ve manevi
bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar DSİ'de avukatlık
yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhâkim Efendi, biraderzadeleri olan Faruk Işık
Efendiyi çok severdi. Birisini methetmek isteseydi; Faruk hariç hepimizden
iyidir derdi. Kabri, Abdülhâkim Arvasi'nin ayak ucundadır.
006- Diş hekimi emekli
albay Sabri Bey anlatır:
Abdülhâkim Efendi, arada bir bana, teyemmüm nasıl yapılır diye
göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden bu
kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefatından otuz sene sonra, ellerimde
yara çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su
vurmayacaksın dediler. Üç sene teyemmümle yani onların gösterdiği şekilde
teyemmüm ederek namaz kılmak zorunda kaldım.
007- Halid Turhan Bey
anlatır:
Bir gün ziyaretlerine gitmiştim. Kütüphanelerinden bir kitap
çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve; Buyurun, okuyun! Buyurdular. Arapça
idi. Okumaya çalıştım. Yanlış okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve
gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra; Türkçeye çevirin! Buyurdular. Takıldığım
çok ibareler oldu. Yardım ettiler, hatta kendileri tercüme ettiler. Bir daha
okutup, bir daha tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım. Vefatlarından yirmi sene
kadar sonra, kütüphane müdürlüğü için, Ankara'da imtihana girdim. İmtihanda
elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne
göreyim, Abdülhâkim Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi?
Okudum, tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphane müdürü oldum. Ama
imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık kerametini görünce hüngür hüngür
ağladım.
008- Talebelerinden
Hâfız Hüseyin Efendi anlatır:
Tahsilimi İstanbul'da yaptım. Arabi ve Farisi'yi iyi bilirdim.
Her toplulukta söz sahibiydim. Bir gün beni Abdülhakim Arvasi hazretlerine
götürdüler. Maksadım orada da söz sahibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir
sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede oturmaktan haya
edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu.
Yakınında yere oturmaktan da haya edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz
daha derken nihayet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı
çıkacak hâle gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan
biriydim. Seyyid Abdülhakimi görünce ancak talebe olacağımı anladım ve
talebelerime:
Seyyid Abdülhâkim Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne
olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı dedim. O büyük zata
talebe olmakla şereflendim.
009- Bayezid Camiinde;
Erzincan zelzele felaketinden bir hafta kadar önce: Allah’ü Teâlâ, zinanın
aşikâr olduğu yerlere zelzele ile ceza verir. Erzincan gibi buyurmuşlar. Kimse
o esnada bu manayı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir
kerametti, anlayamadık demişlerdir.
010- Bir gün bana; Tahir
Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver
buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin
diye, birkaç kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhâkim Efendiyi gördüm.
Tahir, kitapları evden çıkardın mı? Buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekât
namaz kıldım. Yine yattım. Daha uyuyamamıştım. Abdülhâkim Efendi geldi. Hâlâ
kitapları evde mi saklıyorsun? Buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp,
bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan
anladım ki, bizi terbiye etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları
alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.
011- Ne zaman Abdülhâkim
Efendi hazretlerine gitsem, Ziya Bey yanında otururdu. Ziya Beye bir kitap
verir, okuturlar ve izah ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziya Beye
kitap okutup, kendileri izah ediyordu. İçimden, benim Arabi ve Farisim Ziya
Beyden iyidir. Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O
gece rüyada Abdülhâkim Efendinin huzurunda idim. Gene Ziya Beye bir kitap
vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziya Beyi sarıklı, âlim kıyafetinde gördüm. Abdülhâkim
Efendi, Ziya Beyi bana gösterip; Biz, boşuna emek vermeyiz buyurdular. Uyanınca
o düşünceme çok pişman oldum.
012- Bir gün Abdülhâkim
Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhâkim Efendiye arz edeyim,
evliyalıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet
buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye
düşünüyordum. Vardım. Bahçede yalnız oturuyorlardı. Selam verip ellerini öptüm.
Yüzüme bakıp; Tahir, şu ağaç ne ağacıdır? Buyurdu. Manolya dedim. Şu nedir? Buyurdu.
Gül dedim. Ya Tahir, bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin
boyları farklıdır? Mesela şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de,
manolya kadar büyür mü? Buyurdu. Hayır, efendim dedim. Demek ki, farklılık
istidatlarından kabiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de
manolya gibi olmaz! Buyurup tekrar bana baktılar. Kusurumu bağışlayın efendim
dedim.
013- Seyyid Abdülhakîm
Arvâsî'nin uzun yıllar hizmetinde bulunan Kayserili pamuk tüccarı Abdülkâdir
Bey şöyle antalır: Bir yaz günüydü. Abdülhakîm Efendi ile Eyyûb Câmiinde öğle
namazını kıldık. Sonra Hazret-i Ebû Eyyûb-i Ensârî'nin türbesine girdik. Başka
kimse yoktu. Sandukanın ayakucunda, yan yana diz üstünde oturduk. Yanıma sokul,
gözlerini kapa. Buyurdu. Gözlerimi kapayınca Hazret-i Ebû Eyyûb Ensârî
hazretlerini ayakta duruyor gördüm. Yanımıza geldi. Uzun boylu, iri yapılı,
seyrek sakallıydı. Elini öptüm. İkisi yavaş sesle konuştular. Ben işitmiyordum.
Edeple seyrediyordum. Gözünü aç. Dedi. Açtım. İkimiz sandukanın yanında
oturuyoruz gördüm. Sokağa çıktık. İkindi okunuyordu. Ne gördün? Dedi. Anlattım.
Ben hayatta iken kimseye söyleme. Dedi. Bunu vefatından yirmi dört sene sonra
anlatıyorum.
014- Son zamanlarda,
tekkeler cahillerin eline düştü. Dinden, imandan haberi olmayanlar şeyh
denildi. Din düşmanları da, bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak dine
hurafeler karışmıştır, İslâm dini bozulmuştur dedi. Hâlbuki bozuk
tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile
karıştırmak çok yanlıştır. Dini bilmemek, anlamamaktır. Dinde söz sahibi olmak
için, Ehl-i Sünnet âlimlerini tanımak, o büyüklerin kitaplarını okuyup, iyi
anlayabilmek ve bildiğini yapmak lazımdır. Böyle bir âlim bulunmazsa, din
düşmanları meydanı boş bulup, din adamı şekline girer. Vaazları ile kitapları
ile gençlerin imanını çalmağa saldırarak millet ve memleketi felakete götürür.
015- Allah’ü Teâlâ, her
şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir,
kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları
diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine
yapışmamız lazımdır. Mesela buğday hâsıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek,
ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allah’ü Teâlâ’nın bu
âdeti içinde meydana gelmektedir. Allah’ü Teâlâ sevdiği insanlara iyilik, ikram
olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak içi, âdetini bozarak sebepsiz şeyler
yaratıyor.
016- Temiz ve yeni
elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlakınızla, sözlerinizle, İslâm’ın vakarını,
kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyinmenizle de saygı ve ilgi toplayınız.
017- Kapalıçarşı'dan
geçerken karşılarına tanıdıkları bir dükkâncı çıktı. Adam hal hatır faslından
sonra; “Efendim, dua edin de Allah’ü Teâlâ ümmet-i Muhammed'i kurtarsın!”İ
deyince, o da cevaben: “Siz bana o ümmeti gösterin. Ben de kurtulduğunu
haber vereyim. Hani nerede o ümmet!” buyurdu.
018- Helal olan
elbiseleri ve yemekleri ve şerbetleri lüzumu kadar kullanınız.
019- Her peygamber,
kendi zamanında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan
üstündür. Muhammed Aleyhisselam ise her zamanda, her memlekette, yani dünya
yaratıldığı günden, kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün
varlıkların her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan onun üstünde
değildir. Bu olamayacak bir şey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini
yaratan onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın onu methedecek gücü yoktur. Hiç
bir insanın onu tenkit edecek iktidarı yoktur.
020- Hak Teâlâ’nın hâkimliğini
tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne
kadar sevecek, ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden Allah’ü
Teâlâ’nın merhameti neler yaratacaktır.
021- Kavuştuğunuz her
nimet, hep hakka imanın hâsıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allah’ü Teâlâ’nın
merhamet ve ihsanıdır.
022- Gördüğünüz her
musibet ve felaket de hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın neticesidir.
Bunlar ise hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır.
023- Büyüklerin sözü,
sözlerin büyüğüdür.
024- Evliyanın sözünde
rabbani tesir vardır.
025- İnsanı kaplayan
sıkıntıların birinci sebebi, Hakk’a karşı şirk ve müşrikliktir. İlim ve fen
ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı hep şirkin,
imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir.
026- Hakk’ı tanımadıkça,
Hak’tan ve hak yolundan başka her ne düşünülürse, hepsi ayrılık ve perişanlık
yoludur.
027- Müslümanların
öğrenmesi lazım olan bilgilere “Ulum-i İslâmiye” (Müslümanlık bilgileri) denir.
İslâm dininin emir ettiği bu bilgileri Rasulullah Aleyhisselam ikiye
ayırmıştır. Biri, “Ulum-i Nakliyye” (Dini Bilgiler) diğeri “Ulum-i Akliye”dir (Fenni
Bilgiler) buyurmuştur.
028- Din bilgileri,
dünyada ve ahirette huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir. Bunlar da ikiye
ayrılır: Ulum-i Aliye (yüksek din bilgileri) ve Ulum-i İptidaiyedir (Alet
ilimleri) İslâmi ilimlerinden ikinci kısmi olan akli bilgilerin yani tecrübi
ilimlerin iyi öğrenilmesi, ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık
anlaşılmasına yardım eder. Riyâzî (Matematik, geometri vb. bilimlerle ilgili
olan) fizik öğrenmek, din bilgilerini kuvvetlendirir. Astronomi, aritmetik ve
geometri dine yardımcı bilgilerdir. Tecrübi fizikteki birkaç yanlış teori ve hipotezden
başka hepsi dine uymakta, imanı kuvvetlendirmektedir. İlahi fizik (meta-fizik)
bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dine uymaz. Bu ilimler öğrenilince, din
bilgilerinin akli ilimlere uyan ve akli bilgilerle çözülmeyene yerleri ve sebepleri
meydana çıkar ve akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği meselelerin inkâr edilemeyeceği
anlaşılır.
029- Kur’an-ı Kerimden
ve Resul aleyhisselamın Hadis-i Şeriflerinden sonra en kiymetli kitap, İmam-ı
Rabbani Kuddise Sirruh hazretlerinin “Mektubat” kitabıdır. Hanefi
mezhebinde en mükemmel ve en kiymetli fıkh kitabı İbni Abidinin “Dürrül-Muhtar”
haşiyesidir. Şafi’de “Tuhfet-ül Muhtac” kitabıdır.
030- İslâm dini, Allah’ü
Teâlâ’nın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile sevgili Peygamberi Muhammed Aleyhisselam’a
gönderdiği, insanların, dünyada ve ahiretde rahat ve mesut olmalarını sağlayan,
usul ve kaidelerdir. Bütün üstünlükler, faideli şeyler İslâmiyet’in içindedir.
Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini İslâmiyet kendinde
toplamıştır. Bütün saadetler, başarılar ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan,
akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlâktan ibarettir. Yaradılışında
kusursuz olanlar, onu red etmez ve nefret etmez...
031- İslâmiyet’in içinde
hiç bir zarar yoktur. İslâmiyet’in dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz...
032- İstanbul câmilerinde,
otuz seneye yakın, yalnız îmânı ve Ehl-i sünnet itikâdını ve İslâm’ın güzel
ahlâkını anlatmağa çalıştım. Anlayan üçü beşi geçmedi. Buradaki îmân âmentünün
esasları değildir. Allah’ü Teâlâ’ya inanan kimse kul hakkını düşünse, nasıl ayaklarını
uzatıp da yatabilir?
033- Allah’ü Teâlâ sırrını
eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.
034- Ahmaklık, hatada
ısrar etmektir.
035- Allah’ü Teâlâ dilediğini
yapar. İster sebepli, ister sebepsiz… Dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel
ve doğru O’nun dilediğidir.
036- Allah’ü Teâlâ bize
rahmetiyle muamele etsin. Adaletiyle muamele ederse yanarız.
037- Seyyid Abdulhâkim
Arvasi Efendi, Allah’ü Teâlâ’nın dünya üzerindeki herşeyi yaratırken onu bir
sebebe bağladığını ve insanların bir şeyin olması için Allah’ü Teâlâ’ya dua
ederek sebeplere sarılması gerektiğini söylemiştir:
038- Hamd, o nimet
vericiyi ibadetle bilmektir. Hamd, İlâhî Zâtı vasıflandırmaktır. Şükür, Hakk’ın
kuluna verdiğini O’nun yolunda kullanmaktır.
039- İslâm’ın tebliği
için temizliğe ve giyim kuşama son derece önemi veren Arvasi Efendi, müminlerin
de buna önem vermeleri için onları teşvik etmiştir.
040- Beşeriyet ne kadar
uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ıstırap ve felaketten kurtulamaz.
Hakk’ı tanımadıkça, Hakk’ı sevmedikçe, Hak Teâlâ’yı hâkim bilip, O’na kulluk
etmedikçe, insanlar birbirini sevemez. Hak’tan ve Hak yolundan başka her ne
düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.
041- Allah’ü Teâlâ’nın
yaktığı çerağı (Işık, kandil
042- ) nefesleriyle
söndürmek isteyenler, ancak sakallarının tutuşmasıyla kalırlar.
043- Ahirete en büyük
azap, bu dünyada mürşitlik taslayarak Allah’ü Teâlâ’nın yolunu kesenleredir.
044- Allah’ü Teâlâ sırrını
eminine bildirir; bilen söylemez, söyleyen de bilmez.
045- Anlamak lazım
değil, inanmak lazımdır.
046- Yarın ahirete affım
için güvenebileceğim ne amel, ne iyilik hiçbir şeyim mevcut değildir. Yalnız
küfür timsaline duyduğum gayz (hiddet) ve buğz (sevmeme hissi) belki yeter.
047- Riya olmasın diye
cemaat namazından kaçanlar bilmelidir ki, bu hareketleri ayrıca bir riyadır.
048- Bir ilmin butlanı
(yanlışlığı) ancak onu müntehasında (son aramasında) belli olur.
049- Nasıl çatal bıçakla
bir yemeğin lezzeti bulunamazsa bu işte akılla halledilemez.
050- Hakk’a mahsus bir
sıfatı insana, insana göre bir sıfatı da Hakk’a isnad etmek küfür ve ilâhi gazabı
davet eder.
051- Allah’ü Teâlâ’nın
kahrından rahmetine sığınmanın yolu, iman, tevhid, taat (Allah’ü Teâlâ’ya
itaat) ve ibadet…
052- Yüksek sesle dua
edilmez. Duada kendi şanına lâyık olanı istemelidir. Duanın reddinden büyük
bela olamaz. Gizli ve düşkün tavırlı dua, kabulü gerektirir. Allah’ü Teâlâ’nın
sana dua ettirmesi kabule işarettir.
053- Haramlardan korkan
zâhiddir, şüpheliden korkan ise velî.
054- Çeşitli, lezzetli
yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle bedenlerinizi rahat ve hoş tutunuz.
055- Namaz, aman namaz,
nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın.
056- Namaz kılmak,
Allah’ü Teâlâ’ya teveccüh etmek demektir.
057- Dünyada şer'-i şerîfe muvâfık namaz kılanlara, hakâyık münkeşif olur. İlm-i ledünnî ihsan olunur. Bu ilmin yetmiş iki derecesi vardır. En aşağısı, yaprakların sayısını bilmek ve said ile şakî olanı ayırmaktır. Bunlar kabirde namaz kılarlar. O namaz, kıyam ve rükü' değildir. Allah’ü Teâlâ’ya teveccüh etmektir.
Yorumlar
Yorum Gönder