Sıradan Bir Gündü
Sıradan Bir Gündü
Her gün aynı saatte kalkar kahvaltısını yapar hanımının duasıyla işine gitmek için yola koyuluyordu.
Sıradan bir gündü…
Sıradan bir güne gözlerini açtı genç adam. Her gün aynı saatte kalkar, kahvaltısını yapar, hanımının hayır duasıyla işine gitmek üzere yola koyuluyordu.
Haftanın altı günü kurulmuş saat gibi hep aynı şeyleri tekrar eder dururdu. Yine kahvaltısını yaptı, giyinip hayır duayla yola çıktı. Hava soğuktu; işine yaya gideceği için içi titriyor, bir an önce işine varmak için hızlı hızlı yürüyordu. Biraz gitmişti ki önünde yaşlı, hırpani bir adam belirdi. Adam yolunu kesip, bir şeyler mırıldandı. Genç adam anlamamıştı, söylediklerini. Ona doğru hafifçe eğildi.
“— Buyur amca, bir derdin mi var?” dedi.
Adam
titrek bir sesle;
“— Ekmek!” diyebildi.
Genç
adam elini cebine attı, ekmek parası çıkarıp ihtiyara uzattı. Adam parayı
eliyle iterek yine;
“— Ekmek, bana ekmek al!” dedi.
İşine
geç kalıyordu, henüz dükkânlar açılmamıştı. Israrla parayı yine uzattı.
“— Amca vaktim yok. Parayla, hem ekmek hem katık
alırsın.”
İhtiyar:
“Hayır, bana ekmeği sen alacaksın!” dedi ve önünde boynunu bükerek durdu.
İçi
burkuldu genç adamın. Ne olursa olsun, ister işine geç kalsın, açık bir fırın
bulup ekmeği almaya karar verdi. Birlikte yürümeye başladılar. Nihayet bir fırın
buldular. Genç adam ekmeği aldı, yaşlı adama uzattı. Bir miktar da para verip;
“— Amca, bu parayla ekmeğin yanına katık al!
Başka bir isteğin varsa söyle.” dedi.
Yaşlı
adam, minnet duymadan, gocunmadan, bütün samimiyetiyle gencin gözlerinin içine,
tâ ruhunun derinliklerine bakarak;
“— Hadi ucuz atlattın. Başında büyük bir belâ
vardı, ama inşallah belâ def oldu.” dedi.
Genç
adam şaşkındı. Bu sözler, bu bakışlar…
Biraz
önceki rastladığı hırpani adam gitmiş, heybetini içinden hissettiği ruhunu
titreten birisi gelmişti sanki. Titredi ve kısık bir sesle; ‘Ne belâsı?’
diyebildi.
Ama yaşlı adamı göremedi. Arkasına, sağına, soluna
bakındı. Heyhat! Ortada kimsecikler yoktu.
Hayatında
böyle bir şey başına gelmemişti. Hem düşünüyor, hem yürüyordu. Yolların nasıl
katlandığını, işine nasıl vardığını anlayamadı bile.
Öğle tatili yaklaşmıştı. İş önlüğünü çıkarmak üzereyken,
onu telefona çağırdılar. Telefonda hanımının titrek ve ağlamaklı sesiyle,
beyninden vurulmuşa döndü. Küçük oğlunun üzerinden kamyon geçmişti ve
hastaneden arıyordu eşi. Hızla fabrikadan çıktı, bir taksiye binip hastaneye
gitti. İçeri girdiğinde hayretten gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Hayal
gördüğünü sandı, gözlerini ovuşturdu, yeniden baktı. Küçük yavrusu ayakta,
sadece birkaç ufak sıyrıkla babasına bakıyordu. Birden gözlerindeki yaşlara
engel olamadı. Hıçkırarak ağlıyordu. Bu kadar büyük bir kaza, ufak birkaç
sıyrıkla nasıl atlatılabilmişti? Nasıl bir güç dört yaşında minicik bir yavruyu
dev gibi kamyonun altından sağ, hem de çok az bir hasarla çıkarmıştı. Allah’a
(celle celâluhu) şükretti, hem de bütün zerreleriyle.
Sonra
birden sabah yaşadığı olay geldi aklına. Hiçbir şeyin başıboş olmadığını bizzat
yaşamış ve “Az sadaka çok belayı def eder”in sırrını anlamıştı.
Evet, insanlar imtihandaydı,
kimin nerede, nasıl, kimlerle imtihan edileceği belli değildi. İnsanın önüne
çıkan belki o an hiç hoşlanmayacağı, belki zoruna giden bir olay, onun hakkında
hayır olabiliyordu.
Genç adam hep bu olayı anlattı, yaşadığı müddetçe. Ve
evlatlarına, yardım isteyen hiç kimseyi eli boş göndermemelerini vasiyet
etti...
(Alıntı)
Yorumlar
Yorum Gönder