İncitmemekten İncinmemeye
Yazar: Mustafa Asım Küçükaşçı
Kısacık fakat tam isabet
tarifler vardır. Tasavvuf hakkında yapılmış şu tarif onlardan biri:
“İlk dersi incitmemek, son dersi
incinmemek olan mânevî tahsil…”
İbrahim Hakkı Erzurumlu
Hazretleri de bir benzerini söylüyor:
Cihan bâğında ey âkıl, budur
makbûl-i ins ü cin,
Ne kimse senden incinsin, ne sen
bir kimseden incin!
İncitmemek ve incinmemek;
hangisi daha zor?
Son ders olduğuna göre
incinmemek…
Soruyu tersine çevirelim:
İncitmek ve incinmek; hangisi
bir insan için daha ağır bir noksanlık?
İlk başta incinmenin bir kusur
olduğunu bile idrak edemeyebiliyoruz. İncinmek bir hak imiş, hattâ insanlığın,
hassâsiyetin bir icabı imiş gibi geliyor değil mi? Fakat tasavvufun son dersi
incinmemek… Yani incinmek bir kusur. Hattâ incitmekten daha ağır bir kusur…
Âşık der inci tenden
İncinme incitenden
Kemalde noksan imiş
İncinen incitenden…
(Alvarlı Efe M. Lutfî Hz.)
O nasıl olur?
Gömleğinizi yıkıyorsunuz, omuz
kısmında şöyle tozlu bir duvara yaslanmaktan kaynaklanan bir leke var diyelim.
Bir de cep kısmında, akmış bir tükenmez kalemden sızan mürekkep lekesi… Hangisi
daha zor çıkar?
Toz belki de yıkamaya bile gerek
kalmadan şöyle elinizle birkaç vuruşla dahî temizlenebilir. Ya mürekkep lekesi?
Onu çıkarabilirseniz de zorlu süreçlerin sonunda temizleyebilirsiniz.
Şimdi bir daha soralım hangi
leke daha ağır imiş? İlk derste kurtulunması hedeflenen incitme kusuru mu,
yoksa ancak son derste giderilmesi arzu edilen incinme kusuru mu?
Peki neden?
Nice incitmeler vardır ki, onun
faili sadece dildir, sadece eldir… Patavatsız, düşüncesiz bir insan; düşünmeden
karşısındakini incitecek bir söz söyleyebilir. Âdâb-ı muaşeret öğrenmemiş,
sakar bir kişi, farkına varmadan bir kişiye zarar verebilir. Kalpten bir niyet
ve karar olarak incitme arzu edilmese de meydana gelir incitmeler…
Fakat incinme öyle değildir.
Bazen hatâen yapıldığı besbelli olan şeylere de incinir kalpler, kolayca
affedemez. Yahut sû-i zan karışır işin içine… “Düşüncesizlik olsa neyse fakat
biliyorum kasıtlı laf çaptırdı bana!” gibi düşüncelerle incinir insan…
İncitmek, kötü niyet ile bile
olsa neticede, sözlü veya fiilî bir zarar verişten ibarettir.
İncinmek ise, bir infial, yani
meydana gelen bir hâdise karşısında gönülde bir daralma meydana gelmesidir.
Hâdiselerin, fiillerin, yani kaderin mutlak yaratıcısı Allah olunca; incinmek,
rızâsızlık olur, teslîmiyetsizlik olur, isyan olur, haset olur…
O incinişi, bir de incitiş takip
ederse, yani o infiali bir de intikam takip ederse, zaten fiiller ödeşmiş olur,
incinme yine daha ağır bir kusur olarak kalır.
Evet, tam da kalbin üstüne gelen
dokuya sinmiş bir mürekkep lekesi, sol omuzdaki bir amelî kusurdan, elbette
daha ağırdır.
Bu sebeple incinmemeli,
unutmalı, görmemeli, müsamaha etmeli, hayra yormalıdır.
Bir gönülden -ne yapsa- incinme,
Kaydeden varsa sâde defter ola…
(Tâlî)
Seçkin kullar, âhirete de
bırakmaz, burada affeder, hakkını burada helâl eder… Kalpte gayre ait bir sevgi
bırakmayanlar, benlikten kaynaklanan bir öfke, bir soğukluk da bırakmazlar.
Allah’ın Sizi Bağışlamasını Arzu
Etmez Misiniz?
Tasavvuf yollarının birçoğunun
varıp kalbine raptolduğu Hazret-i Ebûbekir Sıddîk radıyallâhu anhu, kızına
iftira hâdisesine karışan fakir bir şahsa, yapmakta olduğu yardımı kestiği
için, ilâhî ikaza muhatap olur:
“İçinizden varlık ve servet
sahibi kimseler yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere (kendi
mallarından bir şey) vermeyeceklerine yemin etmesinler. Onlar affetsinler,
vazgeçip iyi muamelede bulunsunlar. Allah’ın sizi bağışlamasını arzu etmez
misiniz? Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nûr, 22)
Ehl-i Beyt’ten Zeynelâbidin
Hazretlerine dünya kadar hakaret sayar, bir nâdan… Hazret hiç incinmeden dinler
dinler, sonunda der ki:
“Ne iyi oldu da bunları
söyledin. Ben nefsime ne kadar kötü olduğunu söylüyorum, söylüyorum
dinletemiyorum…”
Tasavvuf sadece insanın diğer
halk ile muamelelerini düzenleyen bir disiplin değildir. O, insanın iç
dünyasının düzgün bir şekilde inşasını hedefler. Fakat incitmek ve incinmek
misallerinde olduğu gibi, iç dünyanın kıvamını öğrenmenin en kolay yolu, dış
dünyaya verdiği tepkileri, sinyalleri ölçmektir.
Mevlânâ Hazretleri anlatır ki:
Meczup tipli bir adam elindeki
feneri yoldan gelip geçenlerin sîmâlarına tuta tuta bağırmaktadır:
“Adam arıyorum!”
“Biz adam değil miyiz?”
“Ben öfkede, şehvette, benlikte
kendini tutabilen adam arıyorum!”
Tasavvuf işte o ideal adamı,
insân-ı kâmili inşa etme sanatı…
Bu sanatın, Mutlak Fail Cenâb-ı
Hak’tan sonra en büyük sanatkârı, Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve
sellem…
O Hiç İncinmedi ve İncitmedi…
Yalancı dediler, deli dediler,
sihirbaz dediler, kâhin dediler, o hiç incinmedi…
Kafasından aşağıya leşler
döktüler, yollarına dikenler saçtılar, taşladılar, himayesiz bıraktılar, o hiç
incinmedi…
Kızını deveden yuvarladılar,
amcasının cesedine en hunhar şenaatleri işlediler, o hiç incinmedi…
Hanımına iftira ettiler,
yemeğine zehir koydular, o hiç incinmedi…
Sadece ağyardan değil, yardan da
incinmedi…
Sohbetiyle gökteki yıldızlar
seviyesine yükselttiği ashâbı, başlangıçta tabiî olarak edep, ahlâk ve muamelât
açısından çok eksik câhiliyye insanıydı.
Onlardan bilhassa bedevî
olanlar;
Mescidine bevl ettiler, hutbede
yalnız bıraktılar, kaba saba hitap ettiler, o hiç incinmedi…
Uhud’dan önce teklifini
dinlemeyenler, geçitte talimatına itaat etmeyenler, Huneyn’de gevşeyenler,
Tebük’te ağırdan alanlar, düşmana mektup atanlar oldu, o hiç incinmedi…
Hiç incinmediği için, hiç de
incitmedi…
Hak için olan ciddiyeti dışında
hiç hiddetlenmedi, hiç intikam duygusuyla hareket etmedi. Hep affetti, rahmete
vesile oldu. Fakat terbiye etti, ıslah etti, güzelleştirdi. O’nu öldürmeye
gelenler, O’nda dirildi. O’nu söndürmeye kalkışanlar, O’nunla nurlandı. O’nu
incitmeye çalışan dikenler, O’nun sayesinde gül oldu, güller açtı.
Yani: Tezkiye etti.
O’nun idarî vazifesini
halîfeler;
Kur’ân’ı tebliğ vazifesini
kurrâlar, hâfızlar, hocalar;
Hüküm ve kazâ vazifesini,
kadılar;
İslâm’ı talim, muallimlik
vazifesine, takvâlı âlimler mirasçı oldu. Yani o emanetleri, Peygamberimiz
kadar olmasa da omuzladılar, kıyâmete kadar taşıdılar, taşıyacaklar.
İşte o incinmeme ve incitmeme
özelliğini insanlığa öğretmek diyebileceğimiz; nefis tezkiyesini, kalp
tasfiyesini, yani insan terbiyesini de Hak dostları tevârüs etti. Câfer-i
Sâdıklar, Hasen-i Basrîler, Şâh-ı Nakşibendler, Mevlânâlar, Bağdâdîler kervanı
böyle tecellî etti.
Yemânîler, Karânîler,
Gazâlîler, Geylânîler,
Hüdâyîler, Rabbânîler…
İrfânında hep Sen varsın…
Hamd ederken Fâtiha’da,
Nur Dağı’nda bir tenhâda,
Tâ Sidretü’l-müntehâ’da,
Hak yanında hep Sen varsın…
Cânansın Allâh’a, cânâ!
Bâğ-ı Hak’da gül-i rânâ,
Muhabbet, mârifet, mânâ
Ummânında hep Sen varsın…
(Tâlî)
“Tasavvuf nereden gelmiş,
nereden çıkmış, eskiden var mıymış?” diye soranlar, dînin bu kalbî, bu rûhânî
tarafını henüz fark edememiş kimselerdir.
Sözü uzatırsak onları incitir,
daha ilk dersten kaldığımızı itiraf etmiş oluruz.
Ne mutlu, hiç incinmeyen ve
incitmeyen Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’in bu sünnetini de ihmal
etmeyen mü’minlere…
İslami Hayat Dergisi
Yorumlar
Yorum Gönder