Ladikli Ahmed Ağa
Ladikli Ahmed
Ağa
Doğumu Ve Ailesi
1304 (1888) yılında Konya Vilayetinin Sarayönü Kazasına bağlı,
Lâdik (Halıcı) Kasabasında dünyaya gelir. Babasının adı Mehmet, annesinin adı
Emine'dir. Yusuflar Sülâlesindendir. Üç erkek bir kız olmak üzere dört
kardeştir. Yıllarca çobanlık yaptığından dolayı muhitinde ÇOBAN AHMET olarak
tanınmıştır. Sonradan Elma soyadını almıştır.
Manevi bir yolla kendisine “Hüdâî” adı verilmiştir:
Ol Mevla’m koymuştur Hüdâî adım,
Melekler ederler gökte feryadım,
Mevla’mın aşkından almışım tadım,
Yansa da ayrılmaz haktan Hüdâî…
Hatice Hanımla evlenmiştir. İkisi oğlan dördü kız olmak üzere
altı tane çocuğu vardır. Hâlâ hayatta olan çocuk ve torunları vardır.
Okur-Yazarlığı
Hikmeti ilahi ÜMMÎDİR (Okuma yazması yoktur). Bu durumunu şu
beytinde dile getirmektedir:
Bir Üstaddan okumadım, yol nedir erkân nedir?
İım-i Zahir okumadım, kalpteki bürhan nedir?
Ey beni yaratan Hüda’m, cümle bilgi sendedir…
Dertliler geldi kapına, hem dermanı sendedir…
İmzasını atamadığı için mühür kullanırdı. Mektuplarını kâtipleri
yazardı. Bir arkadaşından mektup geldiği zaman kâtiplerine okuturdu. Cevabî
mektuplarını da yine onlara yazdırırdı
Dinî kültürü hakkında “Allah’ü Teâlâ ondan razı olsun, ben
dinimi diyanetimi tabur imamımızdan öğrendim!” demiştir.
Askerliği
26 sene askerlik yapmış bir İstiklâl Savaşı gazisidir. Kanal
harekâtında İngilizlere karşı arkadaşları ile birlikte harp ederken, sağ omzundan
hilal şeklinde yaralanır. En yakın dört arkadaşının kahramanlıklarını ve şehit
düştüklerini yaralı bir vaziyette seyreder. Sonra oraları düşman istila eder.
Düşman askerleri yaralı askerlerimizi ‘ölmeyen kalmasın’ diyerek süngülerler. Bu
esnada başını bir şehidin kolunun altına sokar. Düşmanlar hiç diri asker
kalmadı diyerek uzaklaşıp giderler.
Orada, aç susuz yaralı bir vaziyette birkaç gün kalır. O anda
bulunduğu yeri de düşman işgal etmiştir. Ellerini açarak yalvarır:
“Allah’ım! Beni düşman eline bırakma.”
Cenabı Hakkın izniyle Hızır Aleyhisselâm atıyla gelir. Dedeme
matarasından bir bardak aşk şerbeti içirir. Ancak yarısına kadar içer, tamamını
bitiremez. Şerbeti içtikten sonra açlığı ve susuzluğu bir anda gider. Yaranın
verdiği ağrı ve hâlsizlik de son bulur. O zaman dili söylemeye başlar:
Ne garip garip bakan Tih ile Tûr’a,
Ömründe kuş bile uçmadı bura,
Seni Hakk’a yaklaştırdı bu yara,
Yansa da ayrılmaz Hakk’tan Hüdâî…
Aşk elinden içtim aşkın dolusun,
Yalvar Ahmet sen Rabbıyın kulusun,
Hak yolunda arzuhâlin bulunsun,
Ya Muhammed sen hidayet gülüsün…
“Gel seni Hastaneye götüreyim!” deyip atına
bindirir ve Kudüs’teki hastanenin kapısına getirir.
Hızır Aleyhisselâm :
"Seninle arkadaşlığımız bundan sonra da devam edecektir!"
deyip oradan uzaklaşır gider.
Hastanedekiler yaralı asker gelmiş diyerek içeri alırlar. Biraz
sonra hastanenin içerisi türüm türüm kokmaya başlar. Bu nasıl askermiş diyen,
elbiselerini, potinlerini kokluyorlar. Hastanede tedavi olduktan sonra tekrar
cepheye koşuyor:
Askerlik hatıralarını anlatırken şöyle demişti:
“Cephenin birisinde arkadaşımla birlikte düşmana esir düştük.
Esir kampı dağlık bir yerdeydi. Etrafı nöbetçilerle doluydu. Arkadaşım bana
gelerek:
"Ahmet... İkimizin de burada esir durması vatanımız için
zararlıdır. Ben nöbetçileri meşgul edeyim. Sen kaç kurtul cepheye git!"
dedi.
Ben de ona:
“Senin yapacağın işi ben yapayım!” dedim.
Arkadaşım:
‘Yâ Allah bismillah!’ deyip
yanımdan kayboldu. Aradan epeyce bir zaman geçtikten sonra arkadaşımla
buluştuk. Allah'a şükürler olsun ikimiz de esirlikten sağ salim kurtulduk.
Seferberlikte değil insanlar, hayvanlar bile açtı. Kazanın
içerisinde koskoca bir kemik kaynar. Havada uçan kuşlar yemeğe hücum etmesinler
diye kazanın başında eli sopalı muhafızlar bulunurdu. Önümüze getirip
koydukları zaman, iki kaşık şıkırtısından sonra hemen tükenirdi. Topla tüfekle
harp etmek şöyle dursun. Süngü harbi yapardık. Süngü süngüye geldiğimiz zaman,
düşman elektrik çarpmış gibi olurdu. İçimizde öyle yiğitler vardı ki, düşmanın
attığı el bombalarını patlamadan kapıp tekrar düşmanın üzerine atarlardı.
Yaşasın komutanlar hazırız emrinize,
Hangi düşman dayanacak çarklanan süngümüze…
Atamızdan miras kaldı bu nazlı vatan bize,
Var mıdır karşı çıkacak yıldırım harbimize…
“- Sen madalya almadın mı?” diye
soranlara:
“- Savaştan sonra madalya dağıttılar. Geri hizmette bulunan bir
askere madalya vermemişler. Onun ağladığına dayanamadım. Çıkarttım madalyamı
ona verdim. Bir sevindi ki görecektiniz...”
“Sen neden Gazilikten maaş almıyorsun? Gazilik madalyası olanlar
maaş alıyorlar.” denilince:
“Birkaç günlük askerliğim var, onu da paraya mı çevireyim.”
demiştir.
Cenabı Hakkın, kullarına rahmet ve merhametinin bir eseri olarak
gönderilen, Mevlâ’mın bir askeri idi. Osmanlının son dönemlerini yaşamış ve
Osmanlı askerlik terbiyesi almıştı...
26 yıllık askerlik hatıralarını anlata anlata bitiremezdi.
Seferberlikte başından geçenleri anlatırken, hem kendisi ağlar hem de
misafirleri ağlatırdı. İstiklâl savaşı gazisi idi. O, açlık susuzluk ve
yokluğun yaşandığı çileli harp yıllarını, kahraman Mehmetçiğin
kahramanlıklarını gelecek nesillere aktaran canlı bir şahitti.
Askerlik Sonrası
Vatanın kurtuluşundan sonra askerden bir gazi olarak memleketi
Lâdik’e dönmüş ve vefatına kadar burada örnek bir şahsiyet olarak yaşamıştır.
Hayvancılık ve tarımla geçimini sağlamıştır.
Zamanının çoğunu odasına gelen misafirlerine hizmet ederek
geçirmiş, onları iyiliğe ve hayra davet etmiş, kimseyi ayırmadan herkese dua
etmiş, sohbetinde katılan hiç kimseyi eli ve gönlü boş çevirmemiştir. Boş
kaldığı zamanlarda dağlarda çobanlık yapmış, tarla ve bahçelerini ekip biçmekle
meşgul olmuştur.
Hocası Hızır Aleyhisselâm
Onu her yönüyle tanıyan bilen 40 sene arkadaşlık yaptığı hocası Hızır
Aleyhisselâm dır.
“Hocamı yedi adım geriden takip ederim. Hocam yüzüme baktığı
zaman, yüzümün rengi solar.
Hocam bana derdi ki:
‘Hüdâî! Ben çok evliya ile arkadaşlık yaptım. Sendeki hâli
görmedim.”
Bazen:
“Bende bir şey yok. Çobanın birisiyim!” der.
Bazen de âdeta coşarak:
“Oğlum benim hocam ilim deryasıdır. Ne soracaksanız sorun. Ben
size bir peygamberin hayatını günlerce anlatırım. Fakat sizler dinlemeye
tahammül edemezsiniz!” derdi:
Söyleyen var, söyleten var;
İlm-i Hikmet öğreten var;
Ol kapında bekleyen var;
Affımı isterim Allahım…
Bir gün evinde abdest alırken hocası çıkagelir. Heyecanlanır.
Hocası:
“Mevlâna, sana bir abdest almasını öğretemedik” der.
Dedem de:
“Ne yapalım efendim. Bir çobanı peşinize taktınız. Çoban bu
kadar becerebiliyor” deyince:
“Ahmet! Ahmet! Ne abdest arıyorlar, ne namaz; KALB-İ SELİM
arıyorlar... Der.
Şiirleri
Dedemin kerametini arayanlar, onun en büyük kerametinin aşkla
söylediği beyitleri olduğunu anlarlardı. Yaşadığı her manevî olay için ayrı bir
şiir söylemiştir. Onun maneviyatta nasıl bir vazife gördüğünü, nelerle
karşılaştığını, nelere vakıf olduğunu çoğu zaman beyitlerinden anlayabiliriz.
Şiirlerinde genel olarak noksanlık yoktur; şayet bir eksiklik veya bir
yanlışlık varsa, bu durum dinleyen, nakleden, yazan insanlardan
kaynaklanmıştır, diyebiliriz. Kendisi beyitlerini okurken istediği zaman,
istediği yerleri değiştirirdi. Fakat hiçbir zaman ölçüleri bozulmazdı.
Gelen misafirler:
“Hacı Baba, biraz da beyitlerinden söyle de dinleyelim!” derlerdi.
Dedem de beyitlerini aşkla okumaya başladığı zaman misafirler
büyük bir huzur içinde, hem söylenen güzel beyitleri dinler hem de bir taraftan
ceplerinden mendillerini çıkararak gözyaşlarını silerlerdi. İçten, derinden,
aşkla söylediği beyitler, çağlayan çeşme gibi akar, bitmez; ardı arkası
kesilmezdi.
“Yoruldum biraz dinleneyim!” derdi.
Son Günleri Ve Vefatı
Son zamanlarında hasta yatarken;
"Sen gidince bizler ne yapacağız Ahmet Ağa?" diye
ağlamaya başlayan misafirlerine, yataktan doğrularak:
"ALLAH var oğlum. Allah var, keder yok!" demiştir.
Evlatlarından birisi eline varıp, "Baba hakkını helal et!"
dediği zaman:
"Oğlum bende üç emanet var. Onları sahiplerine verirsen,
hakkımı helal etmiş olacağım. Sen olmasan da onlar emanetleri alıp
götürecekler. Ama sen de onları görsen iyi olur!" der.
Ve tarihler 8 Haziran 1969 Perşembeyi gösterirken rahmet-i
Rahman’a kavuşur.
Vefatından bir kaç ay sonra.
“Haydi, odaya gel emanetleri ver!” diye bir ses duyar. Odaya
geldiği zaman odanın kapısı kilitli olduğu hâlde iki kişi içeride namaz
kılmaktadır. Hemen o da namaz kılmaya başlar.
Birisi bembeyaz örtüler içerisinde kapalı bir vaziyettedir. Açık
olan konuşur. “Sen otur dayanamazsın!” der. Gece sabaha kadar namaz kılarlar.
Emanetleri isterler.
Emanetlerin birisi:
“Tayy-i Mekân” elbisesi.
Birisi: mühür,
Öbürü de: şeceredir.
“Beraber kabrine kadar gidelim. Babanın kabrini birlikte ziyaret
edelim.” derler. Yolda giderlerken bir şahıs bunları görür.
“Bu adam fazla yaşamaz” derler. Kapalı ve bürgülü olan
kabristanın biraz dışında namaz kılar. Namaz kıldığı yerde o sene otlar
kurumaz. Kabirden ayrılıp ağaçlık bir yerden geçerlerken içlerinden bir tanesi
‘ALLAH!’ deyince ağaçlar secdeye kapanır gibi olur. Babam oraya düşer bayılır.
Onlar da giderler, gözden kaybolurlar.
Kabri, Lâdik Kasabası
mezarlığındadır.
Güzel Ahlâkı
Allah ve Rasülünün âşığı, Hak aşığı, Hak dostu...
O hayatı ile Allah’ü Teâlâ’ya ve Rasülü Sallallahü Aleyhi
Vesellem’ine nasıl âşık olunacağını gösterdi. Onun muradı, ne dünya ne de dünya
içindeki olanlar; onun asıl muradı, her yerde ve her mekânda hakikat nurunu
aramak, Allah’ü Teâlâ’ın rızasını kazanıp cemalini görmek, hak ve hakikate
ermek. O da her fâni gibi dünyaya geldi, kulluğa yakışır bir şekilde hayat
sürdü, gönüllere taht kurdu. Dünyanın dört bir tarafında onun sevgisi
gönüllerde yaşıyor.
O, hiç kimsenin övgüsüne ve iltifatına ihtiyaç duymamış,
kendisini metheden birine:
“Oğlum! Ben Allah’ü Teâlâ’yı ve Rasülü Muhammed Aleyhisselâm’ı
seviyorum, sen de onları sev!” demiştir. Şöhretten ve riyadan son derece
kaçınmıştır.
“Bana türbe yapmayın, bir taş dikin yeter!” demiştir.
Kimseler bilmez benim işimi,
Bu aşkın yoluna koydum başımı,
Dikmesinler benim mezar taşımı,
Gecelerde doğdu nur-u Muhammed…
Ziyaretçilerinden birisi.
"Hacı Ahmet Ağa bazı kişiler senin hakkında kötü sözler
sarf ediyorlar." deyince, "Benim Allah’ü Teâlâ ile aram iyi ise,
herkes bana kötü dese ne çıkar. Benim Allah’ü Teâlâ ile aram kötü ise herkes
bana iyi dese ne çıkar!" diyerek şu beytini okumuştu:
Kimi atlı kimi yayan,
Her ameller olur ayan,
İçmişim aşkın şarabın,
İsterse desinler yalan…
Güzel ahlâk sahibi, çok merhametli bir insandı. Kollarını açıp
ümmeti Muhammedi kucakladı, sanki herkes onun evladı ve torunu gibiydi. Evinin
kapısı gece ve gündüz herkese açıktı. Küçük ve büyük herkese hizmet etti.
Meseleleriyle ilgilendi, dertlilerin dertlerine çareler aradı, istisnasız
herkese dua etti. Yetimi, öksüzü görüp gözetirdi. Hediye vermeyi seven cömert
bir karakteri vardı. O halkın içinde halktan biri gibi, fakat gönlü daima
Hak’la beraber olan bir Hak eriydi.
Az uyuyan, çok ibadet eden ve az gülüp çok ağlayan
kimselerdendi. Ciddî, vakur ve daima tefekkürlü bir hâlde bulunurdu. Celâlli
oluşunun ardında kullara ve mahlûkata karşı ince bir merhameti vardı. Gözü
gönlü öbür âleme dönüktü. Kaza ve kadere boyun eğip, kaderine razı olan sabır
numunesiydi. Kendine has manevî bir kokusu vardı, eline aldığı ve kullandığı
eşyalar o güzelim kokuya bürünürdü.
Manevî ilme sahip olduğu için, âlim bir insanla sohbet ederken o
da âlim olurdu. Dünya sanki avucunun içinde gibiydi. Unutkanlığı yoktu,
‘hatırlayamadım’ demezdi.
Misafir odası her gün, bilhassa hafta sonları dolar taşardı.
Gelen ziyaretçiler, elini öper, yaptığı sohbetlerinden ve en çok da okuduğu
şiirlerden manevi haz alırlardı. Gelen misafirin durumuna göre kendini ayarlar,
kimseyi incitmemek için azami gayret gösterirdi. Kendisini ziyaret edecek olan
değerli zatlar için hazırlık yapardı. Sorulara anında cevap verirdi. Şayet
bilemediği veya istişare etmesi gereken bir soru olursa “bana az müsaade edin”
deyip odadan ayrılır, ya bağın köşesine kadar gider yahut bahçenin ortasına
kadar düşünerek yürür; döndüğü zaman “durum bundan bundan ibaret” diyerek
cevabını verirdi.
Bazen de kendini gizlemek için “ben bir şey bilmiyorum, çobanın
birisiyim” derdi. Hakikate bakarsan, Allah’ın ilmi karşısında kulunun
bildikleri ne olabilirdi ki. Tevazu sahibi olduğundan kendini büyük göstermemek
için olayların bir ucunu, deyim yerinde ise küllerdi. İnsanları kendisine değil
Rabbine yönlendirdi.
Neme lâzımcılığı yoktu. Dünya Müslümanlarının derdi onun
derdiydi. Mısır’daki İslâm âlimlerinin asılmasından dolayı o kadar müteessir
olmuştu ki iki gün hasta yatmıştı
Beş vakit namazını camide kılardı. Camiye gidip gelirken yere
bakarak -sanki bir şeyler kaybetmiş de onu arıyor gibi- düşünceli, ağır ağır
hareket ederdi. Çok güzel giyinir, temizliğine çok dikkat ederdi. Abdest
alırken, namaz kılarken çok emek çekerdi. Namazı hiç bitmez zannedilirdi. Geceleri
uyumaz, sabaha kadar ibadet ederdi. Gerek beyitlerinde gerekse sohbetlerine
seher vaktinin önemini defalarca beyan etmiştir. Bizlere ve gelen giden
misafirlerine birçok tavsiyelerde bulunmuştur.
“İhtiyarlığınızda genç yaşamak istiyorsanız, onu bunu bahane
etmeden, beş vakit namazınızı camide cemaatle kılın. Dizlerinize sarı su
inmeden, genç iken namazı çok kılın. Çocuklarınızın rızkını helalinden kazanın,
alnınızın terini yiyin; kimsenin eline bakmayın. Bu din Allah’ın dinidir. Allah
ne derse onu yerine getirin. Hizmet ehli olun, hizmetten geri kalmayın. Allah
sonumuzu hayra getirsin, Allah hakkımızda hayırlısını versin” derdi.
Yine sohbetlerinde, dünyanın yaradılışından, peygamberlerin
hayatından, Peygamber Efendimizin ve ashabının hayatından bahsederdi. Büyük
veliler ve âlimlerle ilgili kıssalar da anlatırdı. Sohbetine katılanlar büyük
bir haz duyardı. Duygusal anlar yaşanırdı. Herkes memnun kalarak, tekrar
buluşmak niyetiyle, selâm ve duasını da alarak ayrılıp giderlerdi.
“Allah’ım! Sev bizi, sevdir bizi;
Dünyada ve ahirette ağlatma güldür bizi”
Diye dua ederdi. Sohbetinden ve aşkla söylediği beyitlerinden
sonra mutlaka “Allah hakkımızda hayırlısını versin! İmanımı kurtarabilirsem ne
mutlu bana” deyip, korku ile ümit arasında yaşardı.
Her türlü eza ve cefaya katlandı. Bir taraftan dünya meşgalesi,
öbür taraftan halkın eziyeti… Hepsinden zor olanı ise aşk ateşinin onu
yakmasıydı.
Ben âşığım, maşukumu ararım,
Ne mekânım vardır ne de kararım,
Dünya benim olsa bir tat alamam,
Tecelli eyleyen nuru ararım…
Dünya ve ahiret çalışma ile kazanılır. Herkesin mutlaka
çalışması ve mücadele etmesi gerektiğini söyler:
Okudun mu İlm-i dünni bu esrarı bilmeye,
Göz hicabın kaldırdın mı, hak yolunu görmeye…
Âciz mi yaratan Hüdâ’m, kula nusrat vermeye!
Din hakkında sen de çalış, gül bağına girmeye!
Kendini âciz, günahkâr ve âsî bir kul olarak görür…
Bu zalim nefsimi öldüremedim,
Yetmiş bin hicabı kaldıramadım,
Hakikat deryası çağlayıp akar,
Ben bir katresini dolduramadım…
Bütün bunlara rağmen manevî birçok nimetlere vâsıl ve birçok
ilimlere vâkıf olduğunu da bildirir:
Girmişim Hakkın bağına, koparmaya gül de var,
Lâleler çiçekler açmış, içinde sümbül de var,
Dinle kuşlar avazını içinde bülbül de var,
Gördüm huriler safını, saçlarında sim de var…
Yine ahvali bilinmeyen, sırlarla dolu bir Hakk dostudur.
Kendisini ancak Hakk ilmine sahip olanların bilip anlayabileceğini şu
mısralarında dile getirmiştir…
Hakikat bahrine daldım, el-aman nefsin elinden,
Hak hakikati bilenler, anlarlar Hakkın ilminden,
Bülbül bile güle âşık, alır reyhanın gülünden,
Ben bir cemâle âşığım, kimse bilmez ahvalimden…
Cenabı Hakka şöyle dua eder:
Âlemlerden fazla, isyanım benim,
Âsiye değil mi ihsanın senin,
Gelmişim kapına gitmezem gayri,
Affımı isterim maksudum benim…
Onlar ölmez, esas ölü olan bizleriz. Maneviyat âlemi, bizlerin
bilemeyeceği bir âlem… Her şeye rağmen Allah’ü Tealayı, Rasülü Muhammed
Salllallahü Aleyhi Vesellem’i ve Rasülünün izinde gidenleri; onlara dost
olanları, onları çok sevenleri bizler de seviyoruz.
Sözümün nihayeti yoktur.
Benim de isyanım çoktur.
Gitme Hakk’ın kapısından
Başkasından fayda yoktur…
Selâm ve dua ile…
Ahmet ELMA
(Ladikli Hacı Ahmet Efendinin Torunu)
Emekli İl Müftülük Murakıbı
Yorumlar
Yorum Gönder