Lüksten Uzak Bir Hayat Yaşamak
Lüksten Uzak Bir Hayat Yaşamak
Hazret-i Ömer Radıyallâhu Anh’ın
halîfeliği zamanında, Sûriye, Filistin, Mısır gibi beldeler fethedilmiş ve İran
toprakları, baştanbaşa İslâm devletinin sınırlarına dâhil olmuştu.
Bizans ve İran’ın zengin hazineleri
Beytüʼl-mâlʼe akmaya başlamış, mü’minlerin refah seviyesi iyice yükselmişti.
Fakat mü’minlerin emîri Hazret-i
Ömer, devletin ihtişâmına, Beytü’l-mâlʼin zenginliğine ve ulaşılan refah
seviyesine tamamen müstağnî bir gönül zirvesinde, yamalı elbisesiyle hutbe
okuyordu. Bâzen borçlanıyor, sıkıntı içinde hayatını idâme ettiriyordu. Çünkü
o, hazineden ancak kifâyet miktarı bir tahsisât almayı kabul ediyor ve bununla
da zor geçiniyordu.
Ashâbın ileri gelenleri, onun bu
hâline daha fazla dayanamadılar. Halîfenin nafakasını artırmayı düşündüler.
Fakat bunu teklif etmekten çekindikleri için Hazret-i Ömer’in kızı ve Allah
Resûlü Sallâllâhu Aleyhi Vesellem’in zevcesi Hazret-i Hafsa Radıyallâhu Anhâ Vâlidemiz’e
başvurdular.
İsimlerini vermeyerek, babasına bu
teklifi, kendileri nâmına arz etmesini istediler. Hafsa Radıyallâhu Anhâ,
ashâbın bu teklifini babasına arz etti.
Rasûlullah Sallâllâhu Aleyhi Vesellem’in
açlığını giderecek bir tek hurma bile bulamadığı günlere defalarca şâhit olmuş
bulunan Hazret-i Ömer Radıyallâhu Anh, kızı Hafsa’ya:
“–Kızım! Rasûlullâh’ın yeme-içme ve
giyimde hâli nasıldı?” diye sordu.
“–Kifâyet miktarı (ancak yetecek
derecede) idi.” cevabını alınca da, sözlerine şöyle devam etti:
“–İki dost (yani Resûlullah Sallâllâhu
Aleyhi Vesellem, Ebûbekir Radıyallâhu Anh) ve ben, aynı yolda giden üç yolcuya
benzeriz. Birincimiz (Hazret-i Peygamber) makâmına vardı. Diğeri (Hazret-i
Sıddîk) aynı yoldan giderek birinciye kavuştu. Üçüncü olarak ben de
arkadaşlarıma ulaşmak isterim. Eğer fazla yükle gidersem, onlara yetişemem!
Yoksa sen, bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misin?”[1]
İşte mânevî tekâmül yolunda, zühd,
riyâzat ve mücâhede gibi terbiye usûlleriyle hedeflenen de, bu kalbî olgunluğun
kazanılmasıdır. Yani, lüks, israf ve gösterişten uzak, kanaatkâr ve sâde bir
şekilde yaşamanın îmandan olduğu şuur ve idrâkiyle, dünyevî meşgaleleri,
Ahiret’i ihmâl etmeksizin devam ettirebilecek bir kalbî hassâsiyete sahip
olmaktır.
Dipnotlar:
[1] Bkz. Ahmed, Zühd, s. 125.
Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Târîh-i İslâm, I, 367.
(Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şah-ı
Nakşibend (rahmetullahi aleyh) Erkam Yayınları)
Yorumlar
Yorum Gönder